İnsanda fıtrî olarak bulunan inanma ihtiyacı ve bu inancını realize ederek fiiliyata dökme arzusu sonucu her dinî sistem kendi iç dinamikleri paralelinde belli ibadet ritüellerine sahiptir. Yüce Allah, vahy ettiği ilk dinden itibaren peygamberlerini ve kullarını belli ibadetlerle mükellef tutmuştur. Kulluk/ibadet bir insanın kazanabileceği en büyük makamdır. Kur’ân-ı Kerim’de zikredildiği üzere dünyaya gönderiliş gayemiz yalnızca O’na kulluk/ibadet etmektir. (Bk. Zâriyât 51/56)
Kul olmanın en önemli vasıflarından olan ibadetlerin genel çerçevesi âyetlerle sabit kılınmış, uygulanması/nasıllığı Hz. Peygamber’in (sas) fiilleriyle açıklığa kavuşmuştur. Bu nedenledir ki Allah Resûlü’nün ibadet hayatı öğrenilmesi zorunlu bir alandır. Hz. Peygamber’in ibadet hayatının yanı sıra onun nübüvvet öncesi inanç/ibadet dünyasını öğrenmek, İslâm’ın zuhur ettiği topraklarda var olanı anlamak da İslâmî öğretinin/vahyin daha iyi anlaşılması için gereklidir.
Son hak din olan İslâm’ın neşet ettiği topraklarda ataları Hz. İbrahim’in (as) dininden kalan bazı ananelerin putperestlik etkisi ile bozulduğu, farklılaşmalar, bozulmalar olduğu görülmektedir. İslâmî kaynaklarda câhiliye diye anılan bu dönemde yetişen Resûlullah’ın (sas) da risâlet öncesi dönemde putlara tapmaktan sakınarak câhiliye âdetlerinden ve inançlarından uzak bir yaşam sürdüğü bilinmektedir. Hz. Peygamber’in (sas) vahiy öncesi dönemi ile ilgili en doğru bilgileri bize veren Kur’ân âyetleri ışığında bakıldığında Hz. Muhammed’in (sas) atalarından gelen şirk ve câhili gelenekleri, inançları reddederek tevhid inancıyla atası Hz. İbrahim’in dininin esasları üzerine Kâbe’nin Rabb’ine ibadet ettiği söylenebilir. Çağdaşı olan Yahudi ve Hristiyanların davranışları, tutumları nedeniyle de bu dinlere tabi olmadığı ifade edilmektedir (Derveze, Kur’ân’a göre Hz. Muhammed’in Hayatı, 1/533).
Hz. Muhammed’in (sas) nübüvvet öncesi sahip olduğu Allah inancı ve kavminin geleneklerine mesafeli duruşuna dair edindiğimiz genel bilgilere karşın onun ibadet hayatının ayrıntılarına dair kaynaklarda yeterli rivayet bulunmamaktadır. Biz de bu yazımızda yaşadığı toplumda var olan ibadetleri ve bu noktadan hareketle Hz. Peygamber’in ibadetlerini anlamaya gayret edeceğiz.
Tehannüs
Câhiliye döneminde Kureyşlilerin toplumdan uzaklaşmak kendileri ile baş başa kalarak murakabeye dalabilmek için yaptıkları tehannüs adı verilen bir ritüelleri bulunmaktaydı. Kureyşliler içinde Hira’da ilk tehannüs uygulamasını yapan şahsın Hz. Muhammed’in (sas) dedesi Abdülmuttalib olduğu kaydedilmektedir. Ramazan ayı boyunca Hira mağarasında uzlete çekilen Kureyşliler, buraya yolu düşen ihtiyaç sahibini doyururlardı (İbn İshâk, Sîre, 101). Şevval ayı girdiğinde Kâbe’yi tavaf etmeden de evlerine girmezlerdi (Belâzûrî, Ensâb, 1/105). İslâm öncesi Kureyşliler arasında var olan tehannüs ibadetinin ana unsurlarının, yalnız kalarak tefekkürde bulunmak; ihtiyaç sahipleri, yolda kalmışlara yemek ikram etmek ve son olarak da Kâbe’yi tavaf etmek olduğu söylenebilir.
Hz. Muhammed (sas) de muhtemelen 35 yaşında iken Kâbe’nin yeniden inşası esnasındaki hakemlik görevi sonrasında ruhsal ve manevî bir olgunluk evresine girmiş, yalnız kalmak ve Rabbine ibadet etmek ona sevdirilmiş; böylece çalkantılı ruhunu yatıştırmanın yolunu bulmuştu (Zührî, el-Megâzi, 43). Ramazan aylarında dedesinin de yaptığı gibi Hira’da uzlete çekilerek tehannüs, ibadet ve tefekkürle meşgul olmaya başladı (İbn Hişâm, es-Sîre, 1/251). Zaman zaman eşi kendisine azık gönderir, bazen de Hz. Muhammed (sas) kendisi ihtiyaçlarını temin için evine giderdi. Hz. Peygamber’in Hira’yı seçmesinin en önemli nedenlerinden biri muhtemeldir ki dedesinin de burayı seçmiş olmasıdır. Bunun yanında Hira konumu itibari ile Kâbe’yi her daim seyreylemeye imkân vermektedir. Resûlullah hem Mekke’nin kalabalığından uzaklaşarak tefekkür ile meşgul olmak istemiş hem de Kâbe’den uzak durmamak maksadı ile de burayı tercih etmiş olabilir. Zira Kâbe’nin yeniden inşası sırasında yaşadıklarından sonra Resûlullah, Kâbe’nin cazibesine daha fazla kapılmış, buradan ayrı kalmak istememişti. Tehannüs üzerine yapılan bir çalışmada Resûlullah’ın Hirâ’da yaşadığı uzletin asıl gaye olmadığı, bir vesile olduğu, asıl maksadın tehannüs ya da bazı kaynaklarda belirtildiği üzere teabbud (ibadet etmek) ya da tehannûf (Hz. İbrahim’in dinine göre ibadet etmek)olduğu ifade edilmektedir. Çünkü uzlet süresince kişi, sadece kendini toplumdan soyutlamakla kalmıyor, ayrıca yolu buraya düşen muhtaçlara yardım ediyor, fakirleri doyuruyordu. Ayrıca ibadet de ediyordu. Uzlet yapanlar evlerine dönmek istedikleri zaman, Kâbe’yi tavaf ederek tehânnüsü tamamlıyorlardı (Taberî, Târîh, 2/300).
Resûlullah’ın (sas) bu süreçte yaptığı ibadetin detaylarına dair bilgiler kaynaklarda yer almamaktadır. Ancak genel olarak tehannüs ile ilgili olarak nakledilen haberlerden Resûlullah’ın (sas) burada yaptığı ibadetlerin; kötülükten, günahtan uzaklaşarak uzlete çekilmek, zihinsel bir ibadet çeşidi olan tefekkürle varlık âleminden, dünyadan ibret almak; mağaranın Kâbe’yi en yüksekten gören yer olması dolayısıyla Kâbe’yi seyretmek olduğu ve buna da tehannüs dendiği söylenebilir. Ayrıca Resûlullah’ın vahiy öncesinde de kuşluk namazını kıldığına dair haberler kaynaklarda yer almaktadır. Yine nübüvvet öncesi dönemde de gece namazı kıldığına dair haberi de göz önüne aldığımızda Resûlullah’ın (sas) Hira’da kaldığı bu süre içerisinde namaz kılıyor olduğunu söylemek mümkündür.
Salât/Namaz
Bir ibadet olarak salât tüm dinlerde ortak olarak bulunmaktadır. Kur’ân-ı Kerim’de yer alan çeşitli âyetler de bu duruma işaret etmektedir. (bk. Bakara 2/125; Meryem 19/31,54-55; İbrahim 14/40; Yunus 10/87; Taha 20/14; Hûd 11/87; Lokman 31/17; Sad 38/24; Âl-î İmrân 3/39,43). Câhiliye döneminde de Hz. İbrahim’in (as) dini üzere ibadet etme gayreti içinde olan bazı hanîflerin namaz ibadetini yerine getirdiği kaynaklarda zikredilmektedir. Zira Ebû Zer ve Kus b. Sâide’nin Câhiliye döneminde namaz kıldıkları belirtilmekte, Zeyd b. Amr’ın da secde ettiği anlaşılmaktadır (İbn Sa’d, Tabakât, 3/380). Bu bilgiler ve Kur’ân- ı Kerim’de geçen “Beytullah’ın yanında onların namazı, ıslık çalmak ve el çırpmaktan ibarettir. Madem öyle, küfrünüze karşılık azabı tadın!” (Enfal 8/35) âyeti göstermektedir ki formu farklı olsa da Câhiliye dönemi Arapları arasında da salât adında bir ibadet bulunmaktaydı. Nitekim bu dönemde müşrik kadın ve erkekler açık-saçık (Kâbe etrafında açık saçık tavaf etme sadece dışarıdan gelen hille ehline özgüydü. Kendi halkı olan hums kıyafetleri ile tavaf ediyordu)el ele tutuşup Kâbe’nin etrafında dolaşır ve ıslık çalıp el çırpar; özellikle Hz. Peygamber (sas) Kâbe’ye namaz kılmaya geldiğinde bunda aşırıya giderek Resûlullah’ın huzurunu kaçırmaya çalışırlardı. Hem de kendilerini ibadet yaptı sayarlardı (Elmalılı, Hak Dini Kur’ân Dili, 4/228).
İbn Kesîr’in rivayetinden müşriklerin putlarına karşı yaptığı hareketlerinde, namaza benzer rükû ve secdenin mevcut olduğu anlaşılmaktadır. Zira İbn Kesîr, İbn Ömer’den rivayetle, müşriklerin tavafta ıslık çalmalarını, sonrada yanaklarını yere eğerek, secde etmelerini, onların el çırpmalarını anlatmış; başka bir rivâyette de “Kâbe’yi sola doğru tavaf ederler, yanaklarını yere koyup (secde edip) el çırparlar ve ıslık çalarlardı.” demiştir (İbn Kesîr, Tefsir, 3/99-100).
Hz. Muhammed’in (sas) İslâm’dan önce gece namazı kıldığına dair rivayetde dikkat çekmektedir. Bu namazın Resûlullah’ın (sas) Hira’da uzlette iken devam ettiği bir ibadet olduğu zikredilmektedir (Cevad Ali, Mufassal, 6/510).
Tüm bu bilgiler ışığı altında Câhiliye döneminde salâtın (namazın) İslâmî dönemindeki anlamıyla bilinçli bir ibadet olmaktan uzak, âdeta bir tür eğlence ve oyun haline dönüştürülmüş olsa da namazın en önemli rükûnlarından biri olan secdenin İslâm öncesi Araplar tarafından bilindiği, büyük bir saygının ifadesi olarak var olduğu söylenebilir (İzutsu, Kur’ân’da Allah ve İnsan, 140).
İçinde yaşadığı toplumda var olan bu ibadetler ve daha önceki peygamberlere de emredilmiş olması sebebiyle Resûlullah’ın (sas) nübüvetten önce de namaz ibadetini bildiğini ve yerine getirdiğini söylemek yanlış olmayacaktır. Ancak vakit ve rekât sayısı olarak net bir şey söylemek mümkün değildir.
Oruç
İslam öncesi diğer dinlerde de var olduğu Yüce Allah tarafından zikredilen orucun Hz. Peygamber (sas) ve Mekkeliler tarafından bilindiği; Recep ve Muharrem ayında oruç tuttuklarına dair haberler ve orucu emreden âyette ilk olarak orucun keyfiyetine dair açıklama yapılmamasından anlaşılmaktadır (Muvattâ’, “Sıyam”, 33). Hz. Peygamber’in (sas) nübüvvet öncesi dönemde de Ramazan orucu farz kılınmasına kadar geçen süreçte de Muharrem orucuna devam ettiği bilinmektedir.
Hac
Câhiliye devrinde Mekke toplumunda var olan en köklü ibadet hacdır. Kökenleri Hz. Âdem’e (as) kadar uzanan, esasları Hz. İbrahim (as) döneminde belirlenen bir ibadet olan hac, Câhiliye döneminde tevhidi özünden uzaklaşıp putperestlik etkisiyle bazı değişikliklere uğramış, içine şirk gelenekleri karışmıştı. Bu dönemde mevcut olan hac ibadetinin de ihram, telbiye, vakfe, tavaf, sa’y, cemrelerin taşlanması ve kurbanların kesilmesi gibi uygulamaları ihtiva ettiğini görmekteyiz. Ancak tüm bu uygulamalar İslâm’da bulunan formundan farklılıklar taşımakta, putperest geleneklerle devam etmekteydi.
Mekkeli müşrikler putlar için ihrama girmekteydi. Medinelilerden bazısı Menât putu için; diğerleri de deniz tarafında bulunan İsâf ve Nâile adlı iki put için telbiye getirerek ihrama girerlerdi (Müslim, “Hacc”, 259). Müşrik Araplar ihrama girmeyi, bir takım gereksiz ilaveler ile zorlaştırmışlardı. İhramda iken hayvan eti ve yağ yememek suretiyle perhiz yaparlardı (Olgun, Müslümanlıkta İbadet Tarihi, 256-257).
Hz. İbrahim (as) döneminden kalan vakfe uygulaması da Câhiliye döneminde farklılıkla birlikte devam etmekteydi. Diğer bir farklılık da Hums ve Hille uygulamasıdır. Hums; Kinane, Huzaâ ve Kureyş kabilelerinden oluşmaktaydı [İbn İshâk, Sîre, 100). Bunların bazı ayrıcalıkları bulunmaktaydı. Hums’un dışında kalan ve Mekke’ye dışarıdan gelen Araplar Hille ehli diye tanımlanırdı. Hille ehli olanlar Arefe günü Arafat’ta, Hums sınıfından olanlar ise Harem bölgesi içinde bulunan Nemire’de vakfeye dururlardı. Ancak zikredildiğine göre Resûlullah Câhiliye döneminde de onlara muhalif olarak Arafat’ta vakfe yapmaktaydı (Vâkıdî, Megâzî, 3/1102). Câhiliye döneminde müşrikler, güneş batmadan önce, güneş tam dağın tepesinde dikildiği zaman, Arafat’tan dönerlerdi. Gavs b. Mürr isimli kişinin iznini beklerler, onun izin vermesinden sonra Arafat’tan inerlerdi (İbn Habîb, el-Muhabber, 319). Resûlullah (sas) ise İslâm ile birlikte mü’minlere onlara muhalif olmak için güneş battıktan sonra Arafat’tan dönülmesini buyurdu (İbn Ebû Şeybe, el-Musannef, 4/8).
Geceyi Müzdelife’de geçiren müşrik Araplar ertesi gün fecirden önce vakfeye başlayarak güneş doğmadıkça Müzdelife’den Mina’ya hareket etmezler, “Ey Sebir dağı parla!” diyerek güneşin doğuşunu beklerler, daha sonra Mina’ya doğru harekete geçerlerdi. Bildirildiğine göre Müzdelife’deki hacılar Mina’ya gidebilmesi için Benî Sufe denilen bir ailenin izin vermesi gerekiyordu (İbn Hişâm, es-Sîre, 1/126). Hz. Peygamber yine bu uygulamada da müşriklere muhalefet etmek maksadıyla, güneş doğmadan evvel (alacakaranlıkta) Müzdelife’den Mina’ya doğru hareket ederek mü’minleri bu şekilde hareket etmeye sevk etti (Buhârî, “Hacc”, 100).
İslâm öncesi hac ibadetine dair naklettiğimiz tüm bu bilgiler ışığında denilebilir ki bu ibadet Câhiliye döneminin en yaygın, en köklü ve toplum olarak önem verilen en düzenli ibadetiydi. Bunun sebebi muhtemeldir ki dinî inanışlarının yanı sıra, hac sırasında kurulan panayırların Mekke ve Kâbe ekonomisi bakımından da mühim bir yere sahip olmasındır.
Resûlullah’ın (sas) İslâm’dan önce kaç kere haccettiği kesin olarak bilinmemekle birlikte Kureyş her sene haccettiği için Hz. Peygamber’in de nübüvvetten önce Hz. İbrahim’in şeriatına uygun olarak haccını bir özür bulunmadıkça, her sene eda etmiş olması olasıdır. Bu hacların yapılış şekline dair çok fazla tafsilat olmamasına rağmen Resûlullah’ın (sas) çocukken dahi putlara tapmadığını bildiren rivayetler ve Kureyşlilerin aksine Müzdelife’de değil Arafat’ta vakfe yaptığını anlatan haberler Resûlullah’ın (sas) haccının Hz. İbrahim’in (as) şeriatına uygun şekilde eda ettiğine işaret etmektedir.
Hz. Peygamber’in (sas) nübüvvetten önceki yaşamında putlara tapmaktan kaçarak tevhid inancı üzere, Kâbe’nin Rabbi huzurunda secde ederek namaz kıldığı, Muharrem orucu tuttuğu ve Kureyşli olmasına rağmen kavmine muhalefet ederek atası İbrahim’in (as) geleneği üzere Arafat’ta vakfeye durarak hac ibadetini yerine getirdiğini söyleyebiliriz.
Kaynakça
Abdürrezzâk. el-Musannef. Beyrut: el-Meclisü’l-İlmi, 1390/1970; Ali, Cevad. el- Mufassal. Bağdat: Camiat-u Bağdat, 1413/1993; Belâzürî. Ensâbü’l-eşraf. Mısır: Darû’l-Maarif, 1959; Buhârî. el-Camiü’s-Sahih. İstanbul: Pamuk Yayınları, ts.; Derveze, İzzet. Kur’ân’a göre Hz. Muhammed’in Hayatı, İstanbul: Düşün Yayıncılık, 2011; Elmalılı, Hak Dini Kur’an Dili. İstanbul: Zehraveyn, 1992; İbn Ebû Şeybe, el-Musannef, Karaçi: İdaretü’l-Kur’ân ve’l-Ulumi’l-İslâmiyye, 1407/1986; İbn Habîb, el-Muhabber; Beyrut: Darû’l-Afakî’l-Cedide, ts; İbn Hişâm, es-Siretü’n-Nebeviyye. Beyrut: y.y., 1971; İbn İshâk, Sîre, Konya: y.y., 1981.; İbn Kesîr, Tefsir. İstanbul: Kahraman Yayınları, 1985; İbn Sa’d. Tabakâtü’l-Kübrâ; Beyrut: 1968; İzutsu, Kur’ân’da Allah ve İnsan. Ankara: AÜİF Yayınları, 1975; Mâlik b. Enes, el-Muvatta’. Mısır: Daru İhyai’l-Kütübi’l-Arabiyye, 1370/1951; Müslim; Sahihü’l-Müslim. Beyrut: Dar-ü Ahyâi’l Kütübü’l-Arabiyye, 1374/1955; Olgun, Tahir, Müslümanlıkta İbadet Tarihi. Ankara: Akçağ Yayınları, 1998; Taberî, Târîhü’l-Ûmem ve’l-mülûk. Beyrut: Daru Suveydan, ts; Vâkıdî, Kitâbü’l-Meğazî, Beyrut: Alemu’l-Kütüb, 1965; Zührî, el-Megâzi’n-nebeviyye. Dımaşk: Darü’l-Fikr, 1401/1981.