İnsan için en büyük mükâfat Allah’ın rızasına erişmektir. Bu rızaya erişmenin yolunu “…Allah onlardan razı olmuştur, onlar da Allah’tan razıdırlar…” ilahi müjdesine muhatap olan sahâbe efendilerimizden öğrenmekteyiz. O kutlu nesil, içerisinde; birbirinden farklı yaşlara, mesleklere, ırklara, kültürlere ve gelir düzeylerine sahip olan insanlardan oluşmaktaydı. Onlar, bulundukları konumda, yaşadıkları örnek hayatlarla, arkalarından gelen Müslümanlara ışık tutmuşlardı. Dolayısıyla tarihin hangi döneminde yaşamış olursa olsun, her insanın o nesilden kendisine örnek alacağı hususiyetler bulunmaktadır.
Kutlu neslin güzide örneklerinden birisi, ikinci Habeşistan hicretinde Müslümanlara başkanlık etmiş olan izzetli sahâbî Ca’fer b. Ebû Tâlib’dir. Ca’fer (ra) 590 yılında Mekke’de dünyaya gelmişti. Kendisi Hz. Peygamber’in (sas) amcasının oğlu, Hz. Ali’nin ağabeyidir. Ebu Talip maddi açıdan sıkıntı çektiğinde Ali’yi Peygamberimiz yanına alırken Ca’fer’in himayesini de amcası Abbas üstlenmişti.
Ca’fer b. Ebû Tâlib, Peygamberimize ilk iman edenlerdendi. Müşriklerin şiddet ve baskısı artınca, bi’setin 7. yılında hanımı Esma bint. Umeys ile Habeşistan’a hicret etmeye karar veren Ca’fer (ra), Efendimiz (sas) tarafından hicret kafilesine başkan tayin edilmişti. Habeşistan hicretinden dolayı Kureyşli müşrikler, İslâm’ın başka diyarlarda yayılıp güç kazanacağı korkusuyla telaşa kapılmışlardı. Bunu üzerine müşrikler, Habeş Necâşisine, müslümanları kendi ülkesinden çıkarması talebinde bulunmak üzere elçi göndermeye karar verdiler. Kureyşliler tarafından elçi olarak görevlendirilen Amr b. As ve Abdullah b. Ebû Rebîa, Mekke’den götürdükleri hediyeleri Necâşi’ye ve ülkenin ileri gelenlerine sundular. Ardından Kureyşli elçiler; Müslüman mültecilerin, atalarının dinlerinden ayrıldıkları ve yeni bir din ihdas ettikleri için kendilerine teslim edilmelerini istediler. Bu sözler üzerine Necâşî kızarak, güven sebebiyle kendi beldesine gelip yerleşen kimseleri asla başkalarına teslim etmeyeceğini söyledi. Ancak yine de Müslümanları çağırarak Kureyşli elçilerin iddialarını doğrulamak istedi. Muhacirler huzura çıkınca Necâşî: “Sizin, kavminizden ayrı düşmenize ve başka bir dine girmenize engel olan dininiz nedir?” diye sordu. Bu soru üzerine muhacirlerin lideri ve temsilcisi olan Ca’fer b. Ebû Talib şöyle dedi: “Ey Hükümdar, biz cahiliye üzere olan bir kavimdik. Putlara tapar, ölü hayvan etini yer, azgınlık yapar, akrabalarımızla ilgimizi keser, komşularımızı unutur, zayıfları ezerdik. Bizler bu durumdayken, Allah içimizden birini bize peygamber gönderdi. Nesebini, doğruluğunu, eminliğini ve iffetini bildiğimiz bir peygamber. O, bizi Allah’ın varlığına ve birliğine inanmaya, O’na ibadet etmeye, bizim ve atalarımızın Allah’tan başka tapına geldiğimiz putları ve taşları terk etmeye davet etti. O, bize doğru sözlü olmayı, emanetleri yerine getirmeyi, akrabalık haklarını gözetmeyi, komşularla güzel geçinmeyi, haramlardan ve kan dökmekten sakınmayı emretti. Bizi; fuhuştan, yalandan, yetim malı yemekten, iffetli kadınlara iftira etmekten menetti. Biz de ona iman ettik ve davasını tasdik ettik. Onun Allah’tan getirip bildirdiği şeylere tabi olduk. Bu yüzden kavmimiz bize düşman kesildi, zulmetti. Bizi dinimizden vazgeçirmek, Allah’a ibadetten alıkoyup, putlara taptırmak için türlü türlü işkencelere uğrattılar. Biz de bütün bu sebeplerden dolayı yurdumuzu, yuvamızı terk ederek ülkene geldik. Seni başkalarına tercih ettik. Senin yanında zulme, haksızlığa uğramayacağımızı ümit etmekteyiz.” [İbn Hişâm, Sîre: 2/19]
Bu ifadeler, Efendimiz’in (sas), cahiliye karanlığındaki bir toplumu nasıl aydınlığa çıkardığının ve o toplumun mensupları olan sahâbe efendilerimizin İslâm’ı nasıl benimsediğinin en açık göstergelerindendir.
Daha sonra Necâşî “Sende Peygamberinizin Allah’tan getirdiği şeylerden var mı?” diye sordu. Bunun üzerine Ca’fer (ra) Meryem suresinin ilk ayetlerini okudu. Duydukları üzerine sakalı ıslanana kadar ağlayan Necâşî, Kureyşli elçilere “Muhakkak bu ve İsa’ya gelen şey tek bir kaynaktan çıkan nurdur. Gidiniz, Allah’a yemin olsun ki, onları size teslim etmiyorum” dedi. Böylece Ca’fer (ra) büyük bir cesaret, izzet, vakar ve maharetle muhacirlerin Kureyşlilere teslim edilmesinin önüne geçmişti.
Hudeybiye Antlaşmasından sonra yarımadanın içindeki veya çevresindeki devletlerin hükümdarlarına davet mektupları yazan Efendimiz (sas), Necâşi’ye yazdığı mektupta muhacirleri Medine’ye göndermesini istemiştir. Bunun üzerine Necâşî tahsis ettiği bir gemiyle müslümanları yarımadaya ulaştırmıştır.
Ca’fer (ra) hicrî 7. yılda, diğer muhacirlerle beraber, o günlerde fetih için Hayber’de bulunan Peygamberimiz’in (sas) yanına gitti. Hayber’in fethinden sonra Ca’fer’i karşısında gören Efendimiz (sas) “Hangisine sevineceğimi bilmiyorum. Hayber’in fethine mi yoksa Ca’fer’in gelişine mi?” diyerek onu kucaklayıp alnından öptü ve ganimetten ona da pay ayırdı. [İbn Sa’d, Tabakât, 4/35]
Hz. Peygamber, hicrî 8. yılda Suriye’ye gönderilen ordunun başına Zeyd b. Harise’yi komutan tayin etti. O şehit olursa Ca’fer b. Ebû Talib’i, o da şehit olursa Abdullah b. Revaha’yı orduyu komuta etmesi için görevlendirdi. Mute’de düşmanla karşılaşan Müslümanların ordusu, adı geçen üç komutanını da şehit vermişti.
Abdullah b. Ömer, şehadeti sırasında iki kolu da kesilen Ca’fer’in (ra) vücudunda defnedilmeden önce doksandan fazla yara olduğunu söylemiştir. Hz. Peygamber (sas), kesilen iki koluna karşılık onu, cennette iki kanatlı olarak uçar vaziyette gördüğünü ifade etmiştir. Bundan dolayı Ca’fer’e (ra) “iki kanatlı (zü’l cenaheyn)” ve “tayyâr (uçan)” denmiştir. Hem Habeşistan’a hem de Medine’ye hicretinden dolayı da “zü’l hicreteyn (iki hicret sahibi)” olarak anılmıştır. Ayrıca Peygamberimiz (sas), Ca’fer’i (ra) hem bedenen hem de huy bakımından kendisine benzetmiştir. [İbn Sa’d, Tabakât, 4/37]