Menü
Nihal Bengisu Karaca
Nihal Bengisu Karaca
İktidar Müslümanlığı Gölge Yanıyla Yüzleşmeden…
Ocak 28, 2025
Yazarın Tüm Yazıları

Öz eleştiri meselesinin Müslümanlığını merkeze alarak siyasî tercihler yapmış bir topluluk bağlamında oldukça ağır bir bagajı vardır.

Dün beraber teravih namazları kılınan dostlar bugün deist. Artık bizimle aynı telde değiller. Mutlak bir soğuma ve katılaşma ile uzaklaştıkları dindar topluluklara acıma ile karışık bir tiksinti ile bakıyorlar. Onlar için yeni hakikat şu: “Öz eleştiri yapmak için artık çok geç.” 

Dün pötikareli sofra bezinde bulgur pilavı ile turşuyu yan yana bulursa şükredecek durumda olduğu hâlde bugün boşayıp yerine yenisini aldığı hanıma internetten Cartier Must De saat sipariş eden diğer bazı dostlarınızın hakikati ise şu: “Hayır dostum, hayır biz daha yeni yaşamaya başladık, Allah’ın izniyle daha çok büyük işler başaracağız, öz eleştiri gibi duygusal zayıflıklara açacak yerimiz yok!”  

İki duruş şekli de bana anlamlı gelmiyor. Nerede durduğumu anlatabilmek için meseleyi üç maddede özetlemek isterim.

1. Kültürümüzde günah çıkarma gibi dinsel bir edim olmadığı için hatalarla sağlıklı bir şekilde yüzleşebilme pratiği de gelişmiş değil. Bizde itiraf değil, ifşa kültürü ve hesap sorma-hesap verme gibi süreçler daha hızlı işliyor. Dolayısıyla öz eleştiri için uygun zemin de oluşmuyor.

Öz eleştiri yapmak genellikle bir muhatabı, hatta kamuoyunun tanıklığını da peşine takıp sürükleyen bir pratik. Öte yandan bizim inancımızda kıymeti bilindiğinde daha fazlası daha deruni olanı var. Nefs muhasebesi var, tevbe-i istiğfar var. Nefs muhasebesi de tövbe de insanın kendisi ve yaratıcısı arasında kalan bir müzakere biçimi. Bu sürecin tanıklığa ihtiyacı yok. Son derece bireysel, mahrem. Ama aynı zamanda daha hakiki, daha takıyyesiz ve samimi.

Kaldı ki Türkiye’nin gelmişinden geçmişine bu ülkede yaşanan tüm pespayeliklerin sorumlusu son yirmi yılın direkt ya da dolaylı taşıyıcısı olan dindarlar değil. Türkiye’de lekelenmemiş, rejimin zalimliklerine ‘kendi döneminde’ ortak olmamış, güce boyun eğmemiş, iktidarın parçası olabilmek için haksızlıkların bendesi ve yoldaşı olmamış tek bir kesim veya zümre, fikir ya da ideoloji olduğunu düşünmüyorum.

2. Dindarları hâlâ seviyorum.

3. Bağımlılıklarını, zaaflarına ‘dava’ süsü verme hallerini, bir avuç nüfuz için şekilden şekile girmelerini, dün sahibi gibi davrandıkları bütün erdemleri bugün dolgun bir cüzdana tahvil edebilecek kadar ‘esnek’ bir kıvam almalarını, lise münazarasındaymış gibi yaşayıp sırf tuttuğu taraf kazansın diye olabilecek en çirkef şeyi bile savunur hâle gelmelerini, hepsini, her şeyi izleyerek şunu söylüyorum: “Vallahi tüm bunlar maalesef insan. İmtihanı kaybetmek de imtihana dahil.”

Kaybettiğin yerde kendi nefesinden aldığın o leş kokusu ile ayılma ihtimali var ya, o da nimete dahil. Yeniden besmele çekmen mümkün, telafi etmen mümkün, af dilemen mümkün, yeniden kendin olman mümkün, alnındaki kara lekeyi kabullenip severek kırdığın tüm vazoları birleştirmeye çalışman mümkün. “Ey iman edenler, iman ediniz!”in anlamını nihayet vâkıf olman mümkün.

Ama bir devir kapanıyor, bir döngü tamamlanıyor, son eşiktesin/eşikteyiz. Bu kaçarsa o zaman Ouroboros’ın midesindeyiz.

Kaçarsa artık, çiğnenir yutulur, öğütülür gidersin; gideriz. Yerine başkası gelir. Sen atık olursun, senin gübrelediğin yerden başkası filizlenir.

“İyi Benim Yaptığıma Denir, Ben Yaptıysam Haklıdır.” Sendromu

Ne diyorduk? Ah, evet, öz eleştiri konusunda iyi değiliz. Öyle bir yeteneğimiz yok. Sanki bir halka eksik.

Ancak bu sadece bizim mahallemize özgü bir durum da değil. Aslına bakarsanız seküler kesim de öz eleştiri yapma konusunda harikalar yaratmış değil.

Batılı liberal demokrasilerde bir siyasî evrenin içinde aktif olarak yer almış insanlar hem yapıp ettiklerine hem de tanıklıklarına dair bir hatırat yazacakları zaman söze kendilerini, aldıkları pozisyonun eksik ya da yanlış yanlarını itiraf ederek yani öz eleştiri yaparak başlarlar. Bizde ise çoğunlukla haklı olduğuna inananlar hatırat yazar. Bu durumun aslında dindar olmakla olmamakla da ilgisi yoktur. Gayet seküler bir gazeteci yazarın yazdığı öz yaşam öyküsünü biliyorum.  Aynı kitapta hem solcu döneminde 70’lerde Filistin davası için Filistin’e gidip nasıl kamplarda eğitim aldığını ve savaştığını hem de 2000’lerin başında ABD’nin Irak işgalini nasıl desteklediğini aynı coşku ve ‘haklılık hissi’ ile anlatıyordu. Bu iki pozisyon arasında çok derin bir fark olduğu meselesine ise hiç girmiyor, nasıl o noktadan bu noktaya savrulduğuna dair en ufak bir öz eleştiri yapmıyordu. Oysa Filistin’de İsrail’e karşı savaşmak ile Irak’ı işgal eden ABD’nin yanında durmak arasında çok derin bir çelişki vardı, ilk pozisyon doğruysa ikincisi mutlak surette yanlıştı ya da tersi; ikincisini yanlış buluyorum ilk seçimim doğruydu diyorsanız bu kez ikincisi için bir açıklama yapmanız gerekirdi.

Ama heyhat… Böyle bir sorgulama yoktu. Orta Doğu uzmanı, gazeteci yazar böyle bir çabaya gerek görmemişti. Filistin’de savaşması da haklıydı, Irak işgalinde ABD’yi savunması da… Çünkü kendisi haklıydı, haklı olmak zorundaydı.

Çünkü öz eleştiri yapmak, hasmına hesap vermek ile denk tutuluyor. Sadece öz eleştiri yapacak taraf değil, belirli bir meşruiyyete yaslanarak hasmını öz eleştiriye davet eden taraf da böyle anlıyor durumu.

Yüzleşme Kültürü Yok, Hesap Sorma Hakkının Yerli Yersiz Temellükü Var

Siyasî tarihimiz açısından hâlen çok yeni bir deneyim sayılabilecek olan ‘altılı masa’ oluşumu içinde yer alan dindarlar bile, kendilerine muhalif diyen ve seküler niteliği öne çıkan muhalefet partilerinin tabanları ya da öne çıkan bazı profilleri tarafından sürekli olarak “Önce hesap vereceksiniz” sözleriyle sığaya çekilmediler mi? Ana muhalefet partisi Kemal Kılıçdaroğlu’nun başlattığı ‘helalleşme’ politikasına en çok itiraz kendi partisinden ve TİP gibi partilerde siyaset yapanlardan gelmişti.

“Ben sekülerimi o halde her zaman haklıyım.” göstereni üzerinden kendisini moral ve meşruiyyet bağlamına en imtiyazlı yere yerleştirenlerin bugünlerde nasıl nal topladığını da izliyoruz.

Suriye iç savaşını bir kan çanağına çeviren, son 61 yılın sembolize ettiği Sednaya gibi cezaevlerinin her bir katmanından almaya tenezzül bile etmedikleri cesetler çıkarken bile Esad rejimini savunup, bir türlü yüzleşemedikleri hakikatlere “CNN propogandası” diyebiliyorlar. hâlâ sırf laik bir profile sahip olduğu ve Şam’ın ortasında Noel eğlencesi düzenletebildiği gerekçesiyle Beşşar Esad’ı aydınlık yarınların garantisi olarak atadılar ve orada nasıl bir canilik birikimi olduğu gerçeğiyle yüzleşemiyorlar.

Oysa öz eleştirinin ilk koşulu yüzleşmektir.

“Her zaman haklıyım, haklı olmalıyım!” bir savunma mekanizmasından başka bir şey olmadığı gibi öz eleştiri yaparak alınması muhtemel mesafelerin, diyalektik düşüncenin, hareketin ve sürekliliğin zehridir.

Bu zehir İslâmcı-Laikçi, Türkçü-Kürtçü çatışmasına en az yüz yılını vermiş bir ülkede bu çatışmanın İslâmcı ayağını oluşturanların yaptıkları ya da yapacakları öz eleştirinin kalitesini de düşürüyor. Hatta hiç kendimizi kayırmayalım, erteliyor ve bu yakadaki düşünsel serüveni baltalıyor.

Travmalarımız, yaralarımız var ama rejimle kurulan ortaklık sayesinde elde edilen güç, artık o travmaların arkasına sığınmayı gayri meşru hale getiriyor.

Rejimin Pedagojisi ve Zorunlu Karakter Aşınması 

Kısa bir özet: Yirmi yıl öncesine kadar resmî ideolojiyi oluşturan tekçi, milliyetçi, laik ve otoriter Kemalizm kendisini merkez, çoğunluğu çevre olarak etiketledi. Merkez ve çevre arasında aşılması mümkün ama insanlara kökenini, itikadını, mahallesini inkârı dayatan katı bir hiyerarşi örüntüledi.

El-Hâk, merkez ve çevre arasında geçişkenlik vardı, bu cumhuriyetin gereğiydi. Şöyle ki Kürtlüğünü göze sokmaz, “Türk olmaktan mutluyum.” dersen merkezde yerin olabilirdi. Başını örtmez ya da eşinin annenin başörtüsünü gizlersen, namaz kıldığını belli etmezsen merkezde yerin olabilirdi. Mezhebini gizler ve tarihe Dersim Katliamı olarak geçmiş şaibeli kararları verenleri kutsar isen Aleviliğin sorun olmaktan çıkardı. Bir Güney Afrika Apartheid rejimi değil burada olan, kimseyi renginden dolayı yok saymıyor. Ama çoğunluğun ortak rengini yani ‘İslâm ortak paydasını’, yaptığı yeni bir tarifle ‘tefrika ve nifak yaratacak bir farklılık’ olarak kodluyor. Çok geniş bir etnik dokuyu da bölücü tehdit olarak varsayıyor. Lakin tüm kapıları da kapatmıyor. Bir anlaşma ve bir pazarlık iradesi ile sana ait olanı arkada bırakmanı şart koşuyor. “Makbul vatandaş” tarifi ile öteden beri o tarife uyanları ‘en makbul’ yaparak daha da yukarı çekerken, sen küçük bir bedel karşılığında bu bağda bir bülbül olma hakkını kazanabiliyorsun.

Kötü haber şu: Terk etmen gereken, ödemen gereken o ‘küçük bedel’ yani ‘sana ait olan’ ‘inkâr etmen gereken’ her şeyi kapsayan yer aynı zamanda kimlikle beraber kişilik gelişiminin de mümkün olabildiği yer.

Sağlıklı bir benliğin, öz değer kazanımının mümkün olduğu yer. İyiyi kötüden, adil olanı zulümden ayırmana yarayacak yer.

O alandaki hasarın sonraki tercihleri nasıl belirleyeceğini anlamak için psikiyatr olmaya gerek yok.

Küçük bir bedel diyorsak o da lafın gelişi. Gayr-i müslimlere uygulanan varlık vergisi gibi servet transferini amaçlayan bu vergilere maruz kalanların her şeyini yitirmesine ve taş ocaklarında ölüp gitmelerine kadar varan işler var bu rejimin tarihinde.

Diyebiliriz ki rejim bunu hep yapıyor. O küçük ya da ‘istenen’ bedeli ödemediğinde, “Biat et rahat et!” felsefesine uymadığında ise daha fazlasını yapıyor. Rejimin insanlardan kişiliklerini karakterlerini ve giderek anlam yükledikleri değer verdikleri her şeyi isteme ve onun karşılığında “Tamam şimdi makbulsün.” rozeti verme hasleti hiç değişmedi.

İktidar profilleri değişti, rejimin karakteri bazen kırmızıya bazen maviye bazen yeşile döndü, sertlik dozu azaldı ya da arttı ama rejimin ana karakteri değişmedi.

İşte mütedeyyin kesimin de içinden çıkardığı iktidar profilinin de tam olarak üzerine alınması gereken kısım burasıdır. Travmaya rağmen, nihayet iktidarı ele geçiren çevrenin itikadından da güç alarak değiştirmesi gereken asıl şey rejimin vatandaşını zorladığı bu ahlâksız pazarlığın ta kendisiydi.

İtikadından güç alan -ya da öyleymiş gibi lanse eden- çevre, yine itikadının gereği olarak kendisini ameliyat masasına yatırmaktan korkmamalıydı.

Nerede yanlış yaptım? diye sorabilmek için önce yaptığı yanlışlar olduğu gerçeğiyle yüzleşmesi lazımdı.

İtikadı tarafından önce nefs muhasebesiyle sonra tevbe ile sorumlu kılınmış mümin yönetici zümresi, itikadının gerektirdiği gibi yönetti diyebiliyor muyuz?

Sadece iktidar profilinin değil, kendisini etiyle kemiğiyle bu profili ayakta tutmak için yığınak haline getirmiş İslâmcılarımız, muhafazakarlarımız, Anadolu irfanının tecessüm ettiği bedenler olarak poz kesen milletimiz kısaca, insan malzememiz de sorumludur.

İhale yasasını yüzden fazla kez değiştirmek, kamunun hakkına hukukuna girmektir, kimse sorgulamıyor.

“Dünya lideri ülke olduk!” diye övünmeye gelince mangalda kül bırakılmıyor ama ülkemizin Danimarka’sından Almanya’sına kadar neredeyse bütün Avrupa ülkelerinden ‘çöp’ ithal ettiği artık sağırlar tarafından bile duyuldu, ama kimse sorgulamıyor.

Neden ihraç ettiğimiz tarım ürünlerinde bile bu kadar yüksek pestisit olduğunu kaç kişi soruyor? İhraç mallar böyleyse iç pazara düpedüz zehirli gıdanın verildiğini, ülkenin insanının, çocuklarının ve bebeklerinin neden bu zehirli besin maddelerine maruz bırakıldığı, bunun dinde, ahlâkta, vicdanda ve şeriatta yerinin ve karşılığının ne olduğu sorgulanmıyor.

Devlete karşı suç işlemekten sorumlu tutularak cezaevine yollanmış ama 15 Temmuz darbesinde tam olarak nasıl bir rol aldığı kanıtlanamamış yüzlerce hasta mahkûmun ceza infaz yasasının verdiği haklardan faydalanamıyor oluşu ülkenin sözde Müslüman vicdanları tarafından dert edilmiyor. Suç ve ceza ile olan ilişkisini “Bir topluluğa olan nefretiniz ya da öfkeniz adil davranmanızın/hüküm vermenizin önüne geçmesin!” diye uyaran âyetin filtresinden süzemeyen bir Müslümanın vicdanı sahiden ‘Müslüman vicdanı’ mıdır?

Her Şeye Rağmen Her İşin Başı Dürüstlük

Rejim tarafından travmatize edilmiş, eğitimle enterne edilmiş, popülizmle afyonlanmış az ya da çok bilinçli vatandaşın güçlü bir kişiliğe ve karaktere sahip olmasını, hareket ve eylemden kaçınmamasını, ama sonra dönüp muhasebe yapmasını, öz eleştirisini de aslanlar gibi vermesini bekleyebilir miyiz?

Evet bekleriz.

Çünkü bizden önceki ümmetler daha azı ile sınanmadı.

Toplumsallaşma sürecinde merkeze devleti koymuş bir toplum doğru öz eleştiri yapabilir mi?

Toplum değilse bile elitleri, önderleri yapabilirdi, ufuk açabilirler, öncü olabilirlerdi. Ama yapmadılar. Nedeni de aslından cümlenin girişinde var.  Devleti tüm muhasebe süreçlerinin öznesi olarak görmek, değerler sisteminin merkezine inancı değil devleti koymak.

Ulusalcılar, Avrasyacılar, Laisistler, Kemalistler, Aleviler, Türkçüler, Kürtçüler, Siyonistler, Batıcı seküler entegristler, liberterler öz eleştiri yapmadan İslâmcılar yapabilir mi?

Yapabilirdi ve hâlâ yapabilir.

Çünkü diğer ideolojilerin hepsi iki ayağı da bu dünyada olan organizasyonlar öngörür. Mütedeyyin, muhafazakâr ya da siyasal İslâmcılık ise önünde sonunda kendisini İslâmî olana isnad etmek zorunda. Bu durumda da ortaya kıyas-ı gayri kâbil bir sorumluluk çıkmakta. Şöyle ki: Hayatta olmak için canlı olmak gerekmediğini bilmesi gerekenler sadece müminler.  Başka bir varlık boyutunda hesap vereceğine inanan sadece müminler.  Başka bir varlık durumunda hesap verirken doğruluktan şaşmadığını ve sadece Allah’a dayandığını ondan başka bir güce, gerekçeye güvenerek hakikati istediği gibi eğip bükmediğini ispatlaması gereken sadece müminler.   

Her durumda kendisini tartması, ölçü ve mizana tabi olması gerekenler sadece müminler.

“Ama yaa, laikler bize çok çektirdi!” denilerek yüzülen kaytarma denizi bitti. Karaya çıkıp adam gibi esfele sâfilîn yanımızla yüzleşme vakti.

Arka bahçeye istiflediğin iskeletlerle konuşma vakti.

0 0 Yorumlar
Puan
Bildir
guest

0 Yorum
Satır İçi Geri Bildirimler
Tüm yorumları görüntüle
DOSYA
Psiko-Sosyal Açıdan Güvenin Yitimi...
Ferhat Kardaş
Meçhulden Maluma Bir Sefer: “Öz”ün Muhasebesi...
Muhammed Ali Alioğlu
Teknolojinin Bilinen ve Bilinmeyen Karanlık Yüzü...
Sadi Özgül
Müslüman Toplumlarda Eleştiri ve Öz Eleştiri İhtiy...
Mahmut Hakkı Akın
İktidar Müslümanlığı Gölge Yanıyla Yüzleşmeden…...
Nihal Bengisu Karaca
RÖPÖRTAJLAR
“Reform edilmesi gereken bir şey varsa o da modern...
Recep Şentürk
Öz eleştiri, varlığımızı geleceğe taşıma konusunda...
Temel Hazıroğlu
“Gazze” demek şahitler diyarı demektir....
Muhammed Emin Yıldırım
“Şahitlik; her zaman ve zeminde hakkı söyleme, hak...
Şinasi Gündüz
“Doğu Türkistan Çin’in bir parçası değildir."...
Hidayet Oğuzhan
SİRET-İ İNSAN
Savaşın Çocukları
Bahriye Kaman
Toplumun Kurucu Hücresi Olan Ailede Örneklik Vasfı...
Bahriye Kaman
Lider, Önder, Rehber!
Bahriye Kaman
Göçebe Ruhu
Bahriye Kaman
Nitelikler ve Roller
Bahriye Kaman
SİNEMA
Sinema Sanat Olmasaydı, Çoktan Bitmişti......
Abdülhamit Güler
Doğu Türkistan, Filistin ve Diğerleri: Sinemada Ek...
Abdülhamit Güler
Hiçbir Şey Eskisi Gibi Olmayacak. Ama!...
Abdülhamit Güler
Bu Film, Böyle Devam Edemez!
Abdülhamit Güler
Göstermenin Mesuliyetinde Sinemanın Örnekliği...
Abdülhamit Güler
GEZİ-YORUM
Doğunun Tüm Yolları Erzurum'dan Geçer...
Mikail Çolak
Mağrur Bir Tarih Ribatı Gibi Dimdik Ayaktadır Kâşg...
Mikail Çolak
Prizren’de Osmanlı Evladı Olmak
Mikail Çolak
Vakur ve Mahzun Bir Efsanedir: Kudüs...
Mikail Çolak
Habib-i Neccâr’ın Gözyaşları
Mikail Çolak
SAHABİ BİYOGRAFİSİ
Ya Hanzala Münafık Olmuş Olsaydı?...
Rumeysa Döğer
Leyla “A” dır
Rumeysa Döğer
Son Dokunuş Sahibi: Kusem b. Abbas
Rumeysa Döğer
F Tipi Dünya
Rumeysa Döğer
Afrâ bint Ubeyd Yüzlü Kadınların Zamanından…...
Rumeysa Döğer
NEBEVİ VARİSLER
Ubey b. Kâ'b: Allah’ın Seçtiği Muallim...
Damla Mıdış
Ümmü Seleme
Hayrunnisa Duran
Allame Muhammed Salih Damollam
İkra Nur Demir
Mücâhid b. Cebr
Damla Mıdış
Takvâ Sahiplerinin Öncüsü Hasan Basrî...
Beyza Durna
Scroll Up
0
Düşüncelerinizi çok isterim, lütfen yorum yapın.x