İnsanın göç hikâyesi insanla yaşıt. Daha doğrusu ilk insan ve ilk peygamber Hz. Âdem’in (as) cennetten dünyaya göçü hikâyenin başlangıcıdır. Göç insan için hep bir imtihan olagelmiştir. Mevcut hal içinde yaşamanın muhal olduğu hallerde başvurduğu bir can simidi diyebiliriz buna. Var olma mücadelesini daha emin limanlara taşımak isteyen insanoğlu dağları aşmış, denizleri geçmiş, kıtaları geride bırakmış ve tarih boyunca sayısız göç hikâyesine imza atmıştır.
Hz. Âdem’in dünyaya göçü, Hz İbrahim’in Orta Doğu’daki göçleri, Musa peygamberin Yusuf peygamberin velhasıl peygamberlerin göçleri ve Peygamberimiz Hz Muhammed’in (sas) hicreti göç hikâyeleri arasında insanlığa mal olan sonuçları itibariyle çok önemlidir.
Ticaret ve din temelli yolculukların göç olabilmesi için kitleler halinde sevk ve hareket gerekmektedir. Bu anlamda Orta Asya’dan yüzyıllar boyunca süren kavimler göçü, göçen insanların sebep olduğu sonuçlar itibariyle insanlığın kaderini baştan sona değiştirmiştir. Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed’in (sas) vefatından sonra başlayan İslâm’ın geniş kitlelere duyurulması sürecinde inanç merkezli göçler yüzyıllarca devam etmiş kıtaların sosyolojik, demografik, jeopolitik, yapılarını dinî, ticarî, sinaî yapılarını derinden etkilemiştir. Tarih boyunca imparatorluklar bünyesindeki göç hareketlilikleri silinemez izler bırakmıştır.
Sadece İslâm’ın güzelliklerini tüm insanlara duyurma amaçlı yapılan kıtalararası yolculukların, inanç idealizmi düzleminde yürütülmesi samimi niyetlerin ve bu samimiyete boyanmış maddi tasarrufların neticesinde yeryüzünün en ücra köşelerinde hidayet hikâyelerinin ortaya çıkmasına sebep olmuştur.
Endülüslü Müslüman tüccarlarının Kristof Kolomb’dan yüzyıllar önce Amerika’ya gidişleri ve oradaki yerli İnka, Aztek, Maya ve Kızılderili kabilelerle diyaloglarını sadece ticari mantaliteyle izah edebilir miyiz? Bu insanlarla koskoca kıtaya sadece ticaret için gitmiş olabilirler mi? Dini tebliğ amaçlı çalışmaların neticesinde kıtadaki kabilelerin ne denli etkilendiği mevzuu dikkatli ve titiz tarihi araştırmalara muhtaç bir konudur. Müslümanların kıtada yaptıkları dinî faaliyetler açısından Amerika kıtası hâlâ keşfedilmeye muhtaçtır. Karayip Denizi’nin tam ortasında Turk and Caicos adalarının Kanuni Sultan Süleyman zamanında fethedildiği, İngilizler tarafından ele geçirildikten sonra uzun yıllar İngiliz sömürgesi olarak kalmasına rağmen Türk isminin hâlâ adanın isminde yer alması manidardır. Bu denizler ve okyanuslar üzerinden yürütülen göçlere en güzel örneklerden biridir.
Emevîlerden itibaren Abbasî, Eyyubî, Memluk, Osmanlı ve birçok Müslüman devlet zamanında Afrika’nın kuzeyindeki Atlas ülkelerinden kıtanın aşağılarına doğru uzanan İslâmî koridor, kıtada Senüsilik, Ticanilik gibi yapılarla beslenerek Afrika kıtasının Müslümanlar tarafından inanç fethine sebep olmuştur. Fildişi Sahilleri seyahatimizde ziyaret ettiğimiz Ticani şeyhinin Anadolu erenlerini andıran duruşu, naifliği samimiyeti ve içimizi ferahlatan gülümsemesi muhabbeti bu göçlerin en güzel sonuçlarından biridir.
Yüzyıllar boyunca Hintli tüccarların doğu Afrika’dan kıtaya girerek Afrika insanı ile etkileşime girmesi ve bu etkileşimin neticesinde Fars-Hint yerel diller karışımı olan Swahili dilinin ortaya çıkması aslında bir kültür göçünün de en güzel örneklerinden birisidir.
Hint kıtasına giden Müslüman tüccarların göç hikâyeleri yüzyıllar boyunca kıtanın her yerinde etkisini göstermiştir. Hint ve İslâm kültürü karışımı Babür İmparatorluğu sentezi ile şekillenen medeniyetlerin ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Güney Hindistan seyahatimizdeki Kerala eyaletindeki Müslümanlarla diyaloglarımızda Müslüman tüccarların etkilerini yakinen müşahede etmiş olmak ayrı bir memnuniyet ifadesiydi.
Ticaret ve inanç temelli göçler sonuçları itibariyle naif ve pozitif etkiler ortaya çıkaran yapıları ile yüzyıllardır iç açıcı modda dillendirilmiştir. Ancak zorunlu ve trajik göç hikâyeleri ise insanoğlunun ma’şeri vicdanından hâlâ helallik beklemektedir.
Her fırsatta medeni olduğunu iddia eden Avrupalıların yüzyıllar boyunca köleleştirdikleri Afrikalıları köle ticareti kolonileri kurarak Avrupa’ya ve Amerika kıtasına getirdikleri siyahi insanların hikâyeleri hesap vermeleri gereken bir vakıa olarak hukuk arşivlerinde bekletilmektedir. Gana ziyaretimizdeki Cape Coust kalesi gibi kıyı boyunca yirmiyi aşkın kalenin duvarlarında hala köle ticaretinden kalan çığlıkları duyabilirsiniz.
Rus merkezli büyük trajedilere sebep olan Çerkez, Kırım, Ahıska, Özbek, Kırgız, Kazak göçlerinin acı hikâyelerine Sibirya stepleri ve kuzey Rusya’nın bilinmeyen köşeleri hâlâ tanıklık yapmaktadır. Karadeniz üzerinden Anadolu’ya akıp gelen Çerkez göçleri sırasında denizi geçemeyip hayatının kaybeden ve denizin derinliklerinde kalan Çerkezler yüzünden yıllarca Karadeniz’den avlanan balıkların etini yemeyen Çerkezlerin torunları bu hazin göçün hala mirasçısıdırlar.
Osmanlı imparatorluğunun dünya arenasını terk etme sürecinde ve hemen öncesinde Balkanlar’dan Anadolu’ya ve Osmanlı’nın birçok farklı noktasına akın akın göçen Balkan Müslümanları hâlâ izleri canlı olarak yaşayan bir göç hikâyesine imza atmışlardır. Balkan gezilerimizin tamamında bu izlere şahitlik yapmış olmak hâlâ Osmanlı torunları diye el üstünde tutulmak bunun ispatı olsa gerek.
Son elli yılda Türkiye’nin göç haritasında Irak’tan Afganistan’dan Bulgaristan’dan Kafkaslardan, Orta Doğu’dan gelen insanlara en son halka Suriyeliler eklenmiştir. Trajik hikâyelere sebep olan bu göçler sarsıcı etkileri ve acılı insan hikâyelerine sebep olmaları itibariyle şu an hâlâ canlılığını korumaktadır. Kerkük Türkmenlerinin kapılarını ne zaman Türkiye’den bir insan çalsa kapı sonuna kadar hâlâ açılmaktadır. Kerkük seyahatimizdeki Türkmen kardeşlerimizden gördüğümüz ilgi bizim hâlâ güvenli liman olarak görüldüğümüzün en net ifadesidir.
Tekraren ifade etmiş olalım trajik göçler ekonomik, psikoloji, sosyolojik, etnik, demografik ve dinî boyutlarıyla çok ciddi sonuçlar ortaya çıkarmıştır. Bu sonuçların pozitif ve negatif sonuçları bu yazının gücünü ve amacını aşmaktadır. Ancak dinî temellerden beslenen, vurgusu güçlü sebeplerle göç edenleri bağrına basma duygusu dinimizin ve milletimizin öne çıkardığı temel değerlerden bir tanesidir. İnsanî yardımda dünya arenasında hep ilk üçte olmayı başarmış bir milletin evlatları olarak dinî ve millî temelli olan, sahiplenme, kapılarımızı ardına kadar açma, gönlümüzü göç yolu eyleme ahdimiz; yüzyıllardır bitmemiş bundan sonra da bitmeyecektir. Suriyelilerin göçü bunun sadece bir parçasıdır.
Göçüp gideceğimiz şu dünyada bize göçüp gelen insanlara vaha olmak, ensar olmak, kapılarımızı açmak, ekmeğimizi paylaşmak, yanı başımızda bir oda yapmak, evladını evladımız ailesini ailemiz bilmek bizi birçok topluluktan milletten, dinden, ülküden ayıran en temel vasıflarımızdan birisidir.
Bu anlamda bize göçüp geleni kalbimizin ve gönlümüzün göç köprüsünden geçirip güvenli limanlara ulaştırmak peygamber stratejisi olarak hayatımızın her anında yaşatılacak temel düsturlularından biri olacaktır. Bize göç edene dingin bir liman olabilmek ve böylece ahiret yurduna göç etmek niyazıyla…