Allah Teâlâ, insanı işitme ve görme özellikleri ile donatmış, bu özelliklerinin de onun sorumlu tutulmasının bir gerekçesi olduğunu haber vermiştir: “İnsanın üzerinden öyle uzun bir zaman gelip geçti ki daha henüz o adı sanı anılmaya değer bir şey bile değildi. Doğrusu biz insanı baba ve anneden gelip birleşen karışık bir nutfeden yarattık. Onu imtihan etmek istiyoruz; bu sebeple kendisini işiten ve gören bir varlık kıldık. Biz ona doğru yolu da eğri yolu da gösterdik. Artık isterse şükreder, doğru yolda gider; isterse nankörlük edip eğri yollara sapar.” 1
Nutfe safhasından başlayarak kademe kademe insanı yaratan Allah Teâlâ, gerçekleri idrak edebilmesi için onu işitme ve görme melekesiyle donatmıştır. Bundan maksat, onun önünü sonunu düşünecek, duyup gördüklerinden ders ve ibret alacak akıllı bir varlık olmasıdır. Çünkü Allah Teâlâ’nın muradı, onu imtihan etmektir.
Cenâb-ı Hakk’ın peygamberleri vasıtasıyla gönderdiği kelâmî ayetler insanın kulağına hitap etmekte; kâinatta varlık delili olarak serdettiği kevnî ayetler de onun gözüne hitap etmektedir. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm, Allah Teala’nın varlık aleminde yaratıp vücuda getirdiği her bir yaratığı kendi varlığını, birliğini, ilmini, kudretini, hikmetini gösteren bir âyet olarak takdim etmektedir. “O’nun âyetlerinden biri de şudur…” diye başlayan veya “bunlarda iman edenler/bilenler/akledenler için ne büyük ayetler, ibretler vardır” şeklinde biten âyet-i kerîmeler bize bu konuda önemli bir fikir vermektedir. Misal olarak hemen şu âyetlere yer verebiliriz:
“Kuşkusuz, göklerin ve yerin yaratılışında, gece ve gündüzün değişmesinde, insanlara fayda veren yüklerle denizde seyreden gemilerde, Allah’ın gökten indirerek onunla ölü haldeki toprağa can verdiği ve orada her çeşit canlının yetişmesini sağladığı yağmurda, rüzgârları ve gökle yer arasında emre hazır bekleyen bulutları evirip çevirip yönlendirmesinde aklını işleten bir topluluk için elbette nice deliller vardır.”2
“O’nun kanıtlarından biri, sizi topraktan yaratmış olmasıdır. Sonra bir de baktınız ki çoğalarak yeryüzüne dağılmış beşer topluluğusunuz. Onlara ısınıp kaynaşasınız diye size kendi türünüzden eşler yaratıp aranıza sevgi ve şefkat duyguları yerleştirmesi de O’nun kanıtlarındandır. Doğrusu bunda iyi düşünen kimseler için dersler vardır. O’nun kanıtlarından biri de gökleri ve yeri yaratması, dillerinizin ve renklerinizin farklı olmasıdır. Kuşkusuz bunda bilenler için ibretler vardır. Gece ve gündüz uyuyabilmeniz ve Allah’ın lütfundan nasibinizi aramaya çalışmanız da O’nun kanıtlarındandır. Bunda, dinleyen kimseler için elbette dersler vardır. Yine O’nun kanıtlarındandır ki korku ve ümit vermek üzere size şimşeği gösteriyor, gökten su indirip ölümünün ardından yeryüzünü onunla canlandırıyor. Gerçekten bunda, aklını kullanan kimseler için ibretler vardır. Göğün ve yerin Allah’ın buyruğu ile düzen içinde durması da O’nun kanıtlarındandır. Sonunda O, sizi (bulunduğunuz) yerden bir çağırdı mı hemen çıkıverirsiniz.”3
“Gece ve gündüz, güneş ve ay O’nun işaretlerindendir. Eğer gerçekten Allah’a tapıyorsanız güneşe de aya da secde etmeyin, onları yaratan Allah’a secde edin. O’nun işaretlerinden biri de şudur: Sen arzı (ölmüş gibi) kupkuru görürsün; ama üzerine yağmur indirdiğimizde toprak canlanıp kabarır. Ona can veren, elbette ölülere de can verir. O her şeye kādirdir.”4
“Göklerde ve yerde inananlar için önemli işaretler vardır. Sizin yaratılışınızda ve yeryüzüne yaydığı diğer kımıldayan canlılarda bilenler için deliller mevcuttur. Gece ile gündüzün yer değiştirmesinde, Allah’ın gökten indirdiği rızıkta (yağmurda) -ki onunla öldükten sonra yere yeniden hayat vermektedir- rüzgârları çeşitli yönlerden estirmesinde düşünenler için alınacak dersler vardır. İşte şunlar, sana gerçekten okuduğumuz âyetlerdir. Allah’tan ve O’nun âyetlerinden sonra (buna değil de) hangi habere inanacaklar?”5
Âyet-i kerîmelerde işaret edildiği üzere âfakta yani dış dünyada Allah’ın âyetlerini müşahede etmek hem bir kulluk vazifemiz hem de imanda kemâle ermenin ve kalbi itminana erdirmenin en önemli yoludur. Nitekim Peygamber Efendilerimizin hayatında bunun çok açık misalleri tahakkuk etmiştir:
Hz. Nûh (as) kavmini tevhide davet ederken hep kainattaki varlık delilleri üzerinden tebliğini yapmıştır. Onlara şöyle demiştir: “Ne oluyor size de Allah’ın büyüklüğünü hesaba katmıyorsunuz? Oysa O sizi türlü evrelerden geçirerek yaratmıştır. Görmüyor musunuz, Allah yedi göğü birbiriyle nasıl uyumlu yaratmıştır? Onların içinde ayı bir ışık, güneşi ışık kaynağı yapmıştır. Allah sizi yerden bitirip yetiştirmiştir. Sonra sizi yine oraya döndürecek ve yeniden çıkaracaktır. Allah yeryüzünü sizin için sergi gibi döşemiştir ki onda geniş yollar edinip dolaşabilesiniz.”6
Hz. İbrâhim (as) Nemrud’a Allah Teala’nın varlığını ve birliğini izah ederken O’nun afaktaki en büyük tecellileri olan “öldürme ve diriltme” yani “Muhyî ve Mümît” sıfatlarına dikkat çekmiştir. Peşinden de “güneşi doğudan doğdurup batıdan batırmasını” dile getirmiştir: “Allah’ın kendisine verdiği mülk ve saltanatla şımarıp İbrâhim ile Rabbi hakkında tartışmaya girişeni görmedin mi? İbrâhim: “Benim Rabbim dirilten ve öldürendir” dediği zaman o: “Ben de diriltir ve öldürürüm” demişti. İbrâhim: “Allah güneşi doğudan getiriyor, haydi sen de onu batıdan getir bakalım” deyince o kâfir ne diyeceğini bilmez halde donup kaldı. Allah, böylesi zâlimler gürûhuna doğru yolu göstermez.”7
Çok dikkat çekici bir durumdur ki Hz. İbrâhim, kendisi Nemrud’a Allah’ın bu ayetlerini göstermeye ve onu imana çağırmaya çalışırken, sonra da yine kendisi kendi adına, Allah’ın ölüleri diriltme sırrına vakıf olabilmek için Cenâb-ı Hak’tan özel bir talepte bulunmuştur. Ölüleri nasıl dirilttiğini afakta açık bir şekilde kendine göstermesini istemiştir. Hadise Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle yer almaktadır: “İbrâhim de bir zaman: “Rabbim! Ölüleri nasıl dirilttiğini bana göster!” demişti. Rabbi ise: “Yoksa inanmıyor musun?” buyurdu. İbrâhim: “Elbette inanıyorum, fakat kalbim iyice kanaat getirip yatışsın diye bunu istiyorum” dedi. Bunun üzerine Allah şöyle buyurdu: “Öyleyse dört kuş yakala, onları kendine meylettir, alıştır, iyice tanı; sonra onları kesip hamur yaparak her bir dağın tepesine ondan bir parça bırak. Sonra onları çağır, bak nasıl koşarak sana gelecekler. Şunu iyi bil ki Allah, kudreti dâima üstün gelen, her hükmü ve işi hikmetli ve sağlam olandır.”8
Rivayete göre Allah Teâlâ İbrâhim’e (as) yakaladığı bu dört kuşu kesmesini, tüylerini yolmasını ve etlerini sıyırıp parçalara bölmesini emretti. Sonra başlarını yanında saklamak suretiyle, her dağın başına onlardan birer parça koymasını istedi. İbrâhim, her bir kuşu dört parçaya ayırdı, hamur yapıp birbiriyle karıştırdı ve dağların tepesine bundan birer parça koydu. Sonra onları “Allah’ın izniyle bana gelin” diyerek çağırdı. Her bir parçanın bir diğerine doğru uçup, bir cüsse teşkil ettiğini ve gelip kendine ait başla birleşerek eski hâlini aldığını gördü.9 Şüphesiz Allah Azîz’dir; kudreti dâima üstün olandır, emrini yerine getirtir ve yapmak istediği şeye kimse engel olamaz. Hakîm’dir; her bir işinde ve hükmünde çok ince hikmetleri vardır.
Âyetin işârî tefsiriyle alakalı şu izah yapılabilir: Hz. İbrâhim, bu sualiyle Allah’tan kalbinin ihyasını istemiştir. Allah Teâlâ da ona, gönlünün başka şeylerle olan bağlantılarını kesmesi gerektiğini haber vermiştir. Buna göre dört kuş ile nefiste bulunan dört kötü sıfata işaret edilmiştir. Tavus zineti, karga uzun emeli, horoz şehveti ve kartal da hırsı temsil etmektedir. Dolayısıyla mücâhedeyle ve riyazatla nefsinin bu mezmûm sıfatlarını boğazlayamayanlar, müşâhedeyle kalbini diriltme imkânı bulamazlar.10
Demek ki afakta Allah’ın ayetlerini, varlık delillerini müşahede edebilmek insanın imanını kemale erdirip kalbini itminana eriştiriyor ve onun ikan ehli olmasını sağlıyor. Nitekim yine İbrâhim (as) ile ilgili şu âyet-i kerime adeta konuyu hülasa eder mahiyettedir: “Biz İbrâhim’e delille akıl yürütmesi, kesin bir ilme ve imana sahip olması için göklerin ve yerin muhteşem saltanatını öylece gösteriyorduk.”11
Âyet-i kerimede geçen melekût kelimesi “mülk, tam olarak malik olmak, sahip olmak, Allah’ın göklerde ve yerde olan rubûbiyet ve ulûhiyet tecellileri, hükümranlık ve yönetimi” gibi mânalara gelmektedir. Allah Teâlâ İbrâhim’in (as) gözüne, kesin bir bilgi ve imana ulaşabilmesi için yıldızları, ay ve güneşiyle gökleri ve yeri gösterdikten başka tümüyle bütün kâinatın sonsuz kudret sahibi Cenâb-ı Hakk’ın hükümdarlık ve saltanatına tabi olduğunu, bunlarda cereyan eden rubûbiyet sırlarını ve ulûhiyet tecellilerini onun basîretine göstermiş, kalbine bildirmiştir. Böylece Hz. İbrâhim, gökleri, yerleri ve bunlarda bulunan bütün varlıklarla birlikte kâinatı yaratan, eşsiz bir nizam içinde hepsini idare eden, yöneten rabbânî kudretin, hepsinin sahibi ve hâkimi bulunan ve benzeri olmayan bir tek kudretten ibaret olduğunu kesin olarak görmüş, bilmiş ve buna yakîni olarak iman etmiştir. Kendisinin o sonsuz kudrete yıldızlardan daha uzak olmadığını, yıldızların gökte birer mevkileri varsa yeryüzünde yaşayan kendisinin hepsinin üstünde bir şerefi olduğunu idrak etmiştir. Dolayısıyla böyle bir şerefi taşıyan akıl ve irade sahibi insanın, o hakiki mâliki bırakarak herhangi bir mahluka kul ve köle olup alçalması pek büyük bir sapıklık, pek tehlikeli bir küfür ve büyük bir nankörlüktür.
İşte Allah Teâlâ, İbrâhim’e (as), izah edilmeye çalışıldığı gibi eşyanın melekûtunu ve onlardaki Allah’ın birliğine işaret eden alâmetleri göstermiştir. O da Allah’ın lütfuyla bu büyük hakikati tam olarak idrak etmiş ve son derece şuurlu bir yaklaşımla putperest kavmini mantikî yollarla ikna için mücadeleye başlamıştır:
“Derken gece bastırınca İbrâhim bir yıldız gördü: “Bu benim Rabbim, öyle mi?” dedi. Yıldız batınca da: “Ben batıp kaybolanları sevmem” dedi. Sonra doğmakta olan ayı görünce: “Bu benim Rabbim, öyle mi?” dedi. O batıp kaybolunca: “Eğer Rabbim bana doğru yolu göstermeseydi, elbette sapıklığa düşenlerden olurdum” dedi. Birgün de güneşi doğarken gördü ve hemen: “Bu benim Rabbim, öyle mi? Bu hepsinden de büyük!” dedi. O da batıp kaybolunca asıl gerçeği haber verdi: “Ey kavmim, şüphesiz ben, sizin Allah’a koştuğunuz ortaklardan beriyim. Şunu bilin ki ben, dupduru bir iman ve teslimiyetle yüzümü gökleri ve yeri yoktan yaratan Allah’a çevirdim. Ben müşriklerden değilim.”12
Görüldüğü üzere kıssada Hz. İbrâhim’in, Allah’ın birliğine hangi delillerle ve nasıl ulaştığı anlatılır. Kıssanın esasının, Allah’ı birleyenle Allah’a ortak koşanın tartışması olduğu açıkça görülür. Dolayısıyla bu ikna edici ve susturucu delillerle aynı zamanda Allah Resûlü (sas), Hz. İbrâhim’e çok değer veren ve onun neslinden gelmekle öğünen putperest kavmini tevhide davet etmiştir. Hak dinin temsilcileri ve tebliğcileri de kıyamete kadar insanları bu nevi delillerle tevhide davet edeceklerdir. Çünkü zaman değişse de insan gerçeği, şirk ve tevhid hakikati hiçbir zaman değişmemektedir.
Bu âyetlerden şöyle bir işârî mâna anlamak mümkündür: İnsanı talep perdeleri kuşatır ve ona “varlık sabahı”nın ötesi tecelli etmez. Ancak “akıl yıldızı” doğduğunda delil ışığıyla sırrında Hakk’ı müşâhede eder ve “Bu benim Rabbim” der. Sonra sırrındaki ışık biraz daha artarak “ilim ayı” doğar. Anlama ve izah şartı ile onu mütalaa eder ve “Bu benim Rabbim” der. Sonra sabah iyice açılır, gün aydınlık olur, sırrın şeref burcundan “irfan güneşleri” doğar da talep için bir mekân, ihtimal için bir hüküm ve töhmet için bir karar kalmaz. Hepsi mânasını yitirir de kul: “Ey kavmim! Ben sizin koştuğunuz ortaklardan uzağım” der. Çünkü gözle ayân beyân gördükten sonra hiçbir şüpheye, gerçek ortaya çıktıktan sonra onu örtecek bir perdeye yer yoktur.13 Yine bu âyet-i kerîmelerde Allah’ın delillerini müşâhede eden zâtını ispata yükselmek gerektiğine işaret edilir. Bu bakımdan hak yoluna girip Allah’a vâsıl olabilmek için şu basamakları tırmanmak gerekir. Birincisi Allah’ın fiilleri olan âyetlerin hakîkatine ermek ve bunlara uygun hareket etmektir. İkincisi O’nun sıfatlarını müşâhededir. Üçüncüsü ise O’nun zatı ve varlığının hakîkatine ermeye çalışmaktır. Hâsılı kul, Allah’ın fiilleri vasıtasıyla O’nun sıfatlarını, sıfatları vasıtasıyla da O’nun hakikatini tanıma imkânı bulur.14
Bir müminin afaktaki müşahitliğine güzel örnek de Hz. Mûsâ’dır. Hz. Mûsâ (as), Tur dağında Rabbi ile mülaki olup onun kelamını işitince, bu kelamın halavetinden büyük bir tesir altında kalıp “kelamı bu kadar tatlı olan Rabbin acaba cemâli ne kadar güzeldir” mülahazasıyla Cenâb-ı Hakk’ı görmek istemiştir. Çünkü “leyse’l-haberu ke’l-ıyân” yani “bir şeyden uzaktan haber almak, bilfiil onu görmek gibi elbet değildir, görmek çok daha önemlidir.” Bu hadise de âyet-i kerimede şöyle dile getirilmiştir: “Nihâyet Mûsâ belirlediğimiz zamanda buluşma yerine geldi. Rabbi kendisiyle konuşmaya başlayınca, gerek bunun verdiği şevk ve heyecan, gerekse O’nu görme aşk ve cezbesi içinde: “Rabbim! Kendini bana göster de sana bakayım!” dedi. Allah ona: “Sen beni asla göremezsin! Fakat şu dağa bak; eğer dağ yerinde durabilirse sen de beni görürsün” buyurdu. Rabbi dağa tecelli edince onu paramparça ediverdi. Mûsâ da bayılıp düştü. Kendine gelince: “Rabbim! Seni noksan sıfatlardan tenzih ederim, affına sığınarak sana yöneliyorum, sana iman edenlerin ilki de benim” dedi.”15
Yine Mûsâ (as) “Sizin Rabbiniz kimmiş, ey Mûsâ?” diye küstah ve inkârcı bir tavırla soran Firavun ve toplumuna Yüce Allah’ı anlatmak üzere varlık âlemine ibretle bakıp düşünmelerini, oradaki harika sanat eserlerini gözlemleyerek Rablerini tanımalarını şu ifadelerle dile getirir: “Bizim rabbimiz her şeye özüyle ve biçimiyle varlık veren, sonra da işin yolunu yordamını gösterendir.’ Yeryüzünü sizin için bir beşik yapan, onda size yollar açan ve gökten su indiren O’dur. Onunla her çeşitten çift çift bitkiler çıkardık. Kendiniz yiyin, hayvanlarınızı da otlatın. Kuşkusuz bunlarda akıl sahiplerinin çıkaracağı dersler vardır. Sizi ondan yarattık, yine ona döndüreceğiz ve sonra oradan bir defa daha çıkaracağız.”16
Afakta Allah’ın âyetlerini müşahede etme, onu görme ve bu yolla imana ermenin en büyük örneğini Sevgili Peygamberimiz (sas) sergilemiştir. Peygamberimiz’in (sas) nazarı hep ibretle idi. İbret almaksızın hiçbir şeye bakmazdı. Güneşi görür “fe tebârekellâhu ahsen’l-halikîn” derdi; Cenâb-ı Hakk’ı zikrederdi, O’nun ne kadar yüce ne kadar mübarek olduğunu dile getirirdi. Ayı görünce “senin de rabbin benim de rabbim Allah’tır, O ne yücedir” buyururdu. Yağmur yağdığında, onu yüzüne gözüne sürer, “bunun Rabbimle ahdi taze (hadîsu ahdin)” buyururdu. Allah Resûlü’nün (sas) dış alemde var olan ve olan biten hiçbir varlık ve hadiseye bîgane kaldığı asla görülmemiştir. Ama bütün bunların ötesinde Efendimiz’in (sas) hayatında çok mühim bir hadise var ki o hadise vesilesiyle Allah Resûlü’nün (sas) gördükleri ve müşahede ettikleri, diğerleri yanında fevkalâde büyük ve önemlidir. Bu hadise İsrâ ve Mirac hadisesidir ve konuyla ilgili âyet-i kerimeler bizzat bu hakikati açıkça beyan etmektedir. Şöyle buyurulmaktadır: “Kulu Muhammed’i bir gece Mescid-i Haram’dan alıp Mescid-i Aksâ’ya götüren Allah her türlü kusurdan ve ortaktan uzaktır. O Mescid-i Aksâ ki biz onun etrafını bereketli kıldık ve bu gece yolculuğunu o seçkin kula büyük işaret ve delillerimizden bir kısmını gösterelim diye yaptırdık. Şüphesiz ki O, evet O, her şeyi hakkiyle işiten, kemâliyle görendir.”17
Konuyla ilgili âyet-i kerîmelerde de işaret edildiği üzere Allah Resûlü (sas) Miraç’ta bir kısım deliller, ibretli ve harikulade olaylar, Allah’ın mülk ve saltanatının ihtişâmından, ancak müşahede yoluyla ulaşılabilecek büyük âyetler görmüştür.
İbn Abbas’tan (ra) gelen rivayete göre Resûl-i Ekrem (sas), “Ben, yüce Rabb’imi gördüm!” buyurmuştur.18 Müfessirler bunu, “Peygamberimiz, kalp gözüyle Allah’ı gördü” şeklinde izah ederler.19 Bir başka rivayette Peygamber Efendimiz’in, “Rabbini gördün mü?” sorusuna “Bir nûr gördüm!” diye cevap verdiği nakledilir.20
Bir hadîs-i şerîfte şöyle buyrulur: “Miraç gecesi göğe yükseltildim. Öyle bir makâma çıktım ki, orada kalemlerin gıcırtılarını duyuyordum.”21 Yâni Allah Resûlü (sas) öyle bir yüksek seviyeye çıkarıldı ki, orada kâinatın mukadderâtını yazan kalemlerin seslerini işitiyor, akıl ve idrâk ötesi gerçekleri görüyordu.
Habîb-i Ekrem (sas) o gece cemâli, celâli, izzeti, kibriyâsı, şânı, şerefi ve yüceliği bakımından hiçbir şeyin Allah Teâlâ gibi olmadığını yakînen görmüştür. Yine nübüvveti, risâleti, hâlinin güzelliği ve rütbesinin yüceliği bakımından varlıklar içerisinde hiçbir kimsenin kendisi gibi olmadığını da görmüştür.22
Gerek Cenâb-ı Hakk’ın kudret ve azametini gerekse onun kelamı olan Kur’ân-ı Kerîm’in gerçekten âlemlerin Rabbine ait ilahi kelam olduğunu bilmenin yolu Allah’ın afakta sergilediği kevnî ayetleri hakkıyle görüp anlamaktır. Şu âyet-i kerime de bu gerçeğe dikkat çekmektedir: “Yakında biz onlara hem dış dünyada hem de insanların kendi iç âlemlerinde âyetlerimizi göstereceğiz; tâ ki Kur’ân’ın gerçeğin ta kendisi olduğu onlar için de gün gibi ortaya çıksın. Aslında, Rabbinin her şey üzerinde şahit olması ve her şeyin O’na işaret etmesi en büyük delil olarak yetmez mi?”23
Bu âyetlerde Kur’ân’ın Allah katından gelmiş bir kelam olduğu ve zamanla bunu ispatlayacak delillerin ortaya çıkışından bahsedilir: Birincisi, Allah insanlara delillerini gösterecektir. İkinci olarak bu gösterme işi, istikbalde, yani Kur’ân’ın inişinden sonra, ileriki bir zamanda olacaktır. Üçüncüsü bu deliller hem dış dünyada hem de insanların kendi öz varlıklarında olacaktır. Dördüncü olarak bu deliller ve belgeler, Kur’ân’ın vahy eseri olduğunu ispatlayacaktır. Son olarak bu işin teminatı ve kefili de her şeyi hakkiyle gören Yüce Allah olacaktır.
Allah kelamı olduğunda şüphe bulunmayan Kur’ân, insanlar için bir ibadet ve hayat nizamı talim eder. Onun Allah kelamı olduğunun ispatı, diğer bilimlere ihtiyaç göstermez. Ancak Allah Teâlâ, kuşatıcı bilgisiyle, Kur’ân’ın inişinden birkaç asır sonra bazı kimselerin çıkıp “iman çağı bitmiş ve bilim çağı başlamıştır” diyeceklerini bildiğinden, onları acziyet içinde bırakacak bazı hususları Kur’ân’a yerleştirmiş ve bilim çağı diye söz ettikleri şeylerin asırlarca önce Kur’ân tarafından haber verildiğini ispatlamıştır. İnsan aklının yeni yeni keşfettiği şeyleri Kur’ân önceden ortaya koymuş ve evrendeki pek çok gerçeği dile getirmiştir.
Kur’ân’ın insana verdiği bilgiler daima yenilenmektedir. İşte O’nun sürekli yenilenen bu verileri, Kur’ân’ın i’cazına süreklilik kazandırmaktadır. Bu yenilenme olmadığı takdirde Kur’ân donuklaşmış olacaktır. Oysa Kur’ân asla donuklaşmaz. Her nesle, o neslin gücü nispetinde bir şeyler verir; kıyamete kadar bu durum böyle devam edecektir. Nitekim yukarıda zikrettiğimiz ayette, “Kur’ân’ın gerçekliği ortaya çıkıncaya kadar ayetlerimizi, varlığımızın ve kudretimizin delillerini, belgelerini onlara hem dış dünyada hem de kendi iç âlemlerinde göstereceğiz” buyrulmuştur.
Bu ayette geçen “Senürîhim: onlara göstereceğiz” kelimesindeki Sîn harfi Arap dilinde gelecek zaman için kullanılır; gelecek ise son bulmaz. Bu gösterme işi, kıyamete kadar her nesilde devam edecektir. Bununla Allah Teâlâ, her neslin Kur’ân’da keşfedeceği birtakım hakikatlerin bulunduğunu bize haber vermektedir. Dolayısıyla Kur’ân’da daima yenilenen bu mûcize, bu ilâhî kitabın gerçek olduğunu gösterir şekilde dış âlemde delillerle sürekli ortaya çıkmakta, açık ve net olarak bu deliller, Kur’ân’ın Allah tarafından indirildiğine şehadet etmektedir.
Yine bu âyete göre hem insanın dışında kalan âlemde: dünyada, yer altında, yer üstünde, denizlerde, havada, uzayda hem de insanların iç âlemlerinde, vücutlarında ve iç dünyalarında Kur’ân’ın gerçek kitap olduğunu gösteren işaretler vardır. Allah onları Kur’ân’ın inişinden sonraki gelecek zamanlarda peyderpey göstermektedir, gösterecektir. Fakat hidâyetten nasibi olmayanlar, bu kadar açık delillere göz ve gönüllerini kapatarak Kur’ân’ın haber verdiği üzere mahşerde yeniden dirilip Allah’ın huzuruna çıkacaklarından derin bir şüphe içinde bulunurlar. Bir türlü bu şüphe ve gaflet kabuğunu çatlatarak Kur’ân’ın hidâyetiyle buluşamazlar. Ancak onların bu gafletleri sadece kendilerini bağlar, Allah’ın hiçbir fiil ve tasarrufunu değiştiremez ve engelleyemez. Bu sebepledir ki, ilmi ve kudretiyle her şeyi kuşatmış olan Allah, onların tüm yaptıklarından haberdar olduğu ve hepsi O’nun kudret eli altında bulundukları için bu şüpheci kâfirlere gereken cezayı verecek; bin bir türlü muhteşem delillerle Kur’ân’ın gerçekliğini ortaya koyarak onun mesajının çağları aydınlatmasının yolunu açacaktır.
Hâsılı, kâinattaki Cenâb-ı Hakk’ın sergilediği milyonlarca hatta milyarlarca varlık delillerini ibret nazarıyla seyredebilenler için bunlarda ne muazzam kudret akışları ve azamet tecellileri olduğu aşikardır. Böyle bir kalbî seviye katetmiş olanlara her yaprak, her çiçek, her karınca, her böcek, her kelebek ne muazzam bir ibret meşheridir. Sâdî Şîrâzî’nin ifadesiyle; “Dilinden anlayabilenler için her yaprak âdeta birbirinden güzel şiirlerden, gazellerden, kaside ve na’tlerden teşekkül etmiş muazzam bir divan iken dilinden anlamayanlar için bütün ormanlar, bütün ağaçlar bir yaprak bile değildir.”
Ziyâ Paşa’nın ifadesiyle okumasını bildiğin takdirde kâinatta her zerre, sana ne ulvî ilhamlar getiren bir Cebâil kesilir:
“Olsa istîdâd-ı ârif kabil-i idrâk-i vahy
Emr-i Hakk irsâline her zerredir bir Cebrail!”
Notlar
1 İnsan 76/1-3
2 Bakara 2/164.
3 Rûm 30/2-25.
4 Fussılet 41/37, 39.
5 Câsiye 45/3-6.
6 Nûh 71/13-20.
7 Bakara 2/258.
8 Bakara 2/260.
9 bk. Taberî, Câmi‘u’l-beyân, III, 81-82.
10 Kuşeyrî, Letâifü’l-işârât, I, 121.
11 En’âm 6/75.
12 En’âm 6/76-79.
13 Kuşeyrî, Letâifü’l-işârât, I, 301.
14 Kuşeyrî, Letâifü’l-işârât, I, 302.
15 A’râf 7/143.
16 Tâhâ 20/50, 53-55
17 İsrâ 17/1.
18 Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/285; Heysemî, Mecma‘u’z-zevâid, 1/78.
19 Taberî, Câmi‘u’l-beyân, 27/63.
20 Müslim, Îman 292.
21 Buhârî, Salât 1.
22 Kuşeyrî, Letâifü’l-İşârât, 2/180.
23 Fussılet 41/53.