Gerek Hz. Peygamber (sas) hayatta iken gerekse de onun ahirete intikalinin hemen arkasından genel bir isimlendirmeye ile “yalancı peygamber (peygamberlik iddiasındaki yalancılar)” diye nitelendirilen bazı insanların peygamberlik iddiasıyla ortaya çıktığını tarih kaynaklarının aktarımlarından bilmekteyiz. Yalancı peygamberlerle ilgili bu sorun bir süre sonra büyük ölçüde çözülse bile toplum içerisinden Hz. Muhammed’in (sas) peygamberliğini inkâr eden gruplar ve şahıslar varlıklarını devam ettirmişlerdir. Bu itirazlar sadece dar kapsamlı ve bireysel itiraz boyutunda kalmayıp, farklı din ve mezhepler içerisinde kabul görerek büyük boyutlu itiraz ve retler haline geldikleri de kelam ve mezhepler tarihi kitaplarında görülmektedir. Bu durum ve inkârcılardan gelen itirazlar Müslüman düşünürleri hem bir olgu olarak nübüvvetin imkânını hem tarihi bir gerçeklik olarak nübüvvetin sabit olduğunu hem de Hz. Peygamber’in (sas) nebi olduğunu ispatlamak ve aklî gerekçelerde bunu ortaya koyma noktasında harekete geçirmiştir. Bundan dolayı da İslâm düşüncesinin erken devirlerinden itibaren kelamcılar, bundan kısa bir süre sonra da filozoflar tarafından nübüvvete dair teoriler geliştirilmiştir.
Kelamcıların teorilerinin genel anlamda Allah’ın peygamber göndermesinin vacip mi mümkün mü olduğu, Hz. Muhammed’in (sas) peygamberliği ve bunun delilleri, mucizenin varlığı ve ispatı, peygamberin sıfatları gibi konulara yoğunlaştığı söylenebilir.
Filozofların teorilerinin ise daha ziyade Allah’ın insanla iletişime geçmesinin insan ruhunda (zihninde) nasıl meydana geldiğini açıklama; ilâhî, aşkın ve sınırsız olan manaların kelimelere bürünerek sınırlı ve işitilebilir sözler haline gelme sürecinin açıklanması gibi vahyin meydana geliş şeklinin izah edilmesine odaklandığı görülmektedir. Çünkü nübüvveti reddedenlerin bir kısmı aşkın bir varlık olan Allah’ın sınırlı ve zayıf bir varlık olan insanla iletişime geçmesini mümkün görmüyorlardı. Bazı inkârcılar da toplumsal olarak böyle bir kuruma ihtiyaç olmadığını, aklın olduğu yerde nübüvvetin gerekli olmadığını söylüyorlardı.
Sûfîler arasında ise nübüvvetle velayet, nebi ile veli, mucize ve keramet arasındaki fark ve benzerliklerin açıklanması konu bağlamında öne çıkan sorunlar olarak dikkat çekmektedir.
- Allah’ın Peygamber Göndermesinin Hükmüne Dair Tartışmalar
Mu’tezîlî kelamcıların genel görüşü, kendilerinin hem Allah’ın adaleti hem de “aslah alellah” yani, kendisi mutlak anlamda âdil olan bir yaratıcının yaptığı işlerinde de adalete uygun olacağı ve kulları için de âdil ve faydalı olan ne ise onun yaratmasının zorunlu olduğu görüşünden hareket ederek Allah’ın peygamber göndermesinin zorunlu olduğunu kabul ederler. Gerek Kâdî Abdülcebbâr gerekse de Zemahşerî gibi Mu’tezilî kelamcıların görüşleri bu doğrultudadır.
Eş‘arî âlimlerin, genel olarak bakıldığında, Allah’ın peygamber göndermesinin Allah açısında zorunlu değil de mümkün olduğunu benimsedikleri söylenebilir. Ancak kullar açısında durum dikkate alındığında ise insanların hem din hem de dünya işleriyle ilgili olarak bir yol göstericiye duydukları ihtiyaçtan hareketle nübüvvete duyulan ihtiyacın zorunlu olduğunu söylemektedirler. Nitekim gerek mezhebin hem ikinci büyük hocası hem de sistemleştirici olarak kabul edilen Bâkillânî’nin hem de Teftazânî gibi Eş‘arî kelamcıların görüşleri bu doğrultudadır.
İmam Mâtürîdi ve Nesefî gibi Mâtürîdî âlimler Allah’ın peygamber göndermesini Allah’ın hikmeti açısından zorunlu (vâcib) olarak kabul ederler. Ona göre, Allah’ın yarattığı insanlara lütufta bulunarak onlara doğru yolu göstermesi ve onların seviyelerini yükseltmesi Allah’ın hikmeti bakımından zorunludur. Yani, hikmet sıfatının sonucu olarak Allah peygamber göndermek zorundadır.
Filozofların görüşlerinde Allah’ın peygamber göndermesi konusunda mümkün, imkânsız ya da vacip kavramları üzerinden bir değerlendirmesi öne çıkmaz. Filozoflar bir olgu ve tarihsel bir gerçeklik olarak yaratıcının kendi emir ve yasaklarını insanlara bildirme aracı olarak nübüvveti ve bir peygamber göndermesini kabul ederler. Onlara göre nübüvvet sadece siyaset felsefesinde ele alınan ve siyasal alanla ilgili olan bir durum da değildir. Elbette ki nübüvvetin toplumsal düzen ve yönetimle ilgili boyutları vardır. Bu itibarla peygamberler bir yöneticidir ancak bu durum, nübüvvetin her yönünü kapsayan bir açıklama değildir. Nübüvvetin bunun haricinde hem insan psikolojisiyle ilgili hem de tümel bilgiler olarak adlandırılan alanla ilgili yönleri vardır. Peygamberliğe duyulan ihtiyaç, sadece siyasal alanda bireysel ve insanî zaaflarından arındırılmış ilâhî kontrol altındaki bir yöneticiye duyulan gereksinimin sonucu değildir. Peygamber aynı zamanda en büyük mutluluğun ve en doğal eğilimin –bir anlamda yani, ihtiyar sahibi varlıklar dikkate alındığında da en temel mükellefiyetin- yetkinleşmeye doğru olduğunun kabul edildiği bir düzen içerisinde en üstün türün en üstün temsilcisi olarak kabul edilmektedir. Nübüvvet aynı zamanda sadece tikeller alanıyla ilgili bilgilerle değil tümellere dair bilgilerle de ilişkili olarak karşımıza çıkmaktadır.
- Filozoflara Göre Vahiy ve Nübüvvet
Filozoflara göre peygamberlik yani vahiy bir tür bilgidir. Onlar Allah’ın en yüce sıfatı olarak bilgiyi kabul ettiklerinden O’nun kullarına verdiği en büyük iyilik olarak da bilgiyi kabul ederler. Vahiy bir bilgi olmakla birlikte bu, insanî bilgiden farklıdır. İlk Müslüman filozof olarak kabul edilen Kindî’ye göre peygamberin bilgisi yani vahiy insanî bir çaba göstermeden, bir diğer ifadeyle her hangi bir yerden ders almadan ya da okuyup öğrenmeden, mantık ve matematikteki gibi belli akıl yürütme yöntemlerini uygulamadan Allah’ın peygamber olarak seçtiği kişiye verdiği bir bilgidir. Açıktır ki bu bilgi insanların hem dünya hayatlarıyla hem de ölümden sonraki hayatlarıyla ilgilidir.
Filozoflar bilgiyi insan nefsi içerisinde hangi aşamalardan geçerek oluştuğuna dair bazı açıklama biçimleri yani, teoriler geliştirmişlerdir. Onlara göre, bilgi insan ruhunda gerçekleşen bir olaydır. İster bir çiftçinin ekim ve hasatla ilgili bilgileri olsun ister bir sanatkârın kendi işiyle ilgili bilgisi isterse de bir bilginin kendi uzmanlık alanıyla ilgili bilgisi olsun her türlü bilgi en nihayetinde insan nefsinde meydana gelir. Bundan dolayı bir tür bilgi olan vahyin de insan nefsinde yani ruhunda gerçekleşen bir bilgi olduğu kabul edilir. Bu durumu vahyin peygamberin kalbine bir diğer ifadeyle onun ruhuna indirilmesi olarak açıklayabiliriz. Vahiy, insan nefsinde ortaya çıkan bir bilgi olmakla birlikte bu bilgi her insana verilen ya da her insanın ulaşacağı bir bilgi değildir. Kindî’ye göre vahiy alacak olan Peygamberin nefsi yani ruhi yapısı öncelikle bu ilâhî bilgiyi alacak seviyeye getirilene kadar yine ilâhî bir yoldan temizlenerek aydınlatılır daha sonra ilham ve vahiy gerçekleşir. Öyleyse vahiy, insanın çalışıp çabalamasıyla, bu çalışma isterse pozitif ilimler alanında olsun isterse de bazı sûfî teknikleriyle –riyazet vs.- olsun insanın çabası ve kendi isteğiyle ulaşacağı bir bilgi değildir. Burada peygamberin nefsi onun iradesinin dışında temizlenerek aydınlatılmaktadır. Kindî’ye göre, vahyi bilgi sadece peygamberlere özgüdür.
Fârâbî ve İbn Sînâ’nın peygamberlik konusundaki teorileri daha da detaylıdır. Fârâbî’nin nübüvvet teorisini, insanın kendi dışındaki aşkın bir bilgi kaynağıyla iletişime geçmesini mümkün görmeyen yani, nübüvveti inkâr edenlere karşı geliştirdiği kabul edilir. O, teorisinde insanın kendi dışındaki aşkın bir bilgi kaynağıyla iletişime geçmesinin nasıl mümkün olduğunu izah eder. Bunu nübüvvetin teknik olarak insan zihninde ve ruhunda nasıl gerçekleştiği ve insan nefsinin hangi aşamalarının bu sürece katıldığının izahı olarak kabul edebiliriz. Bu noktada hem Fârâbî’nin hem de İbn Sînâ’nın nübüvvet teorileri bir insanın onların Faal Akıl olarak da isimlendirdikleri Cebrail’le nasıl iletişime geçtiğini açıklamaktadır.
Fârâbî ve İbn Sînâ gibi filozofların nübüvvet teorilerinde dikkati çeken yönlerden biri de onların nübüvveti kelime anlamını dikkate alarak geniş bir anlamda kullanmalarıdır. Burada nübüvvetin öncelikle kelime anlamı olan “haber vermek” manasından yola çıkılır. İnsanlara onların bilmedikleri konularda geleceğe dair verilen her türlü haber nübüvvet kapsamındadır. Budan dolayı Fârâbî’nin teorisine baktığımızda burada nübüvveti (1) İlâhî olmayan nübüvvet (2) İlâhî nübüvvet olarak ikiye ayırabiliriz. İlahi olmayan nübüvvet şair, kâhin vs. insanların yaşadıkları bazı ruhî tecrübeler ve bunun neticesinde verdikleri geleceğe dair bilgilerdir. Bu insanlar bir takım sıra dışı diyebileceğimiz tecrübeler yaşamakla birlikte bunlar din kurucusu peygamber değildirler. Bu şekildeki bir nübüvvet yani, bazı ilhamlara mazhar olma, doğru ya da yanlış bazı haberler verme vs. durumlar kadın erkek her insanda ortaya çıkabilir. Bu yolda belli eğitim alanlar ve kendilerini geliştirenler buna ulaşabilirler. Bu tarz insanların ruhlarının bazı konularla fazla meşgul olmaları ve ruhlarını bazı yönlerde geliştirmeleriyle kendilerinin dışındaki yüce nefislerle bağlantıya geçebilecekleri teorik bir düzeyde kabul edilir. Burada bu insanların kendi akıllarının dışından gelen bazı bilgiler onların önce nâtık nefis olarak isimlendirilen nefsin belli bir bölümüne gelmekte daha sonra da buradan onların hayal güçlerine yansımakta daha sonra da onlar yaşadıkları durumları kelimelerle diğer insanlara anlatmaktadırlar. Ancak onların nefisleri ileri derecede arınmış olmadığından ve onların hem akıl hem de hayal güçleri ileri bir yetkinlik seviyesinde bulunmadığından bu tür insanlar hata yapabilmekte ve doğru olmayan şeyleri de söyleyebilmektedirler. Bunların söyledikleri doğru olsa bile İlâhî bir kontrole tâbi olmadıklarından ve İlahî bir vazifeyle görevlendirilmediklerinden dolayı bunlar herhangi bir din kurucusu olarak kabul edilemezler.
İlâhî nübüvvete gelince; bu nübüvvet tamamen tanrısal bir kontrol altında gerçekleşir. Faal Akıl yani Cebrail’e bilgiler önce Allah’tan gelir, Cebrail de bu bilgileri muhatabı olan peygamberin nefsine indirir. Burada Cebrail mahiyeti itibariyle tamamen ilâhî olan saf manalar halindeki bilgileri Peygamberin nefsine indirmektedir. Peygamberin nefsinde bu mânâlar onun konuştuğu dil hangisi ise İlâhî bir kontrol altında kelimelere bürünmekte daha sonra da peygamber bunları insanlara aktarmaktadır. İlâhî olan manaların peygamberin konuştuğu dile dönüşmesinde peygamberin bir müdahalesi söz konusu değildir. Bu noktada peygamberin nefsi ve de aklı üst bir akıl olan Cebrail’in kontrolündedir. Fârâbî bu noktada Cebrail’in aracılık ettiği vahyin peygamberin nefsine geldiğinde peygamberin yaşadığı ve tecrübe ettiği görüntülerin saklandığı bir tür hafıza gibi olan mütehayyile gücünde bu manaların bu görüntülerle eşleştirildiğini söyler. Manalarla görüntülerin eşleştirilmesi olayı da yine peygamberin kendi tercihiyle bilinçli olarak yaptığı bir eşleştirme değildir. Bu da tamamen peygamberin aklının dışındaki bir akıl olan Cebrail’in kontrolünde gerçekleşen bir olaydır. Bu durumun netice olarak peygamberin bahsettiği cennet ve cehenneme dair bilgilerin bir tür örneklendirme olduğu söylenebilir. Ancak bu örnekler peygambere değil üst bir akla aittir. Bundan dolayı da bunların en yüce örnekler olduğu, cennet ve cehennemin gerçek hâlinin ise insan aklı ve nefsinin idrakinin ötesinde olduğu kabul edilir.
İbn Sînâ’da ise her türlü bilgi aslında bir tür sezgidir. İster ilkokuldan itibaren okullarda öğrendiklerimiz isterse de günlük hayatımıza dair işlerimiz konusunda sahip olduklarımız olsun bütün bilgiler aslında bize verilen ilâhî bir mevhibedir. Hatta İbn Sînâ, insanın kendisinin hocalardan ders alarak, okuyup çalışarak ulaştığını söylediği bilgilerin tamamının gerçekte insanın kendi çabası sonucu eriştiği bilgiler olmadığını söyler. Ona göre, sadece ders almak, okuyup anlamaya çalışmak, düşünüp taşınmakla bilgiye erişmemiz söz konusu değildir. İbn Sînâ bu eylemlerin ancak bilgiye ulaşma noktasında yaptığımız bir tür dua gibi yani, fiili dua gibi olduğunu söyler. Bilgiler bize bu çabamızın yani duamızın neticesi olarak kendi aklımızın dışındaki ilâhî bir kaynak tarafından verilmektedir. Yine burada şu da ifade edilmelidir ki: İbn Sînâ’ya göre burada tamamen teknik bir şekilde her çalışıp çabalayanın bilgiye ulaşması da söz konusu değildir. İnsan çabası neticesinde bilgiye ulaşamaya da bilir yani, yukarıdan ona bilgi verilmeye de bilir. “Her çabalayan bilgiye ulaşır” şeklinde bir sebep sonuç ilişkisi burada söz konusu değildir ama bu bilgiye ulaşmak için insanî çaba şarttır. Her zaman için bilgi özü ve insanın onu elde etmesi itibariyle ancak ilâhî bir şekilde gerçekleşmektedir.
Yukarda söylenenlerden hareket ettiğimizde insanın bir tür bilgi olan vahye de kendi çaba ve gayreti neticesinde ulaşabilmesi İbn Sînâ’ya göre mümkün değildir. Nitekim değil vahye insani bilgiler dediğimiz bilgilere bile insan ancak ilâhî bir onayla ulaşabilmektedir.
İbn Sînâ da diğer birçok filozof ve düşünür gibi peygamberliği kabul eder ve Hz. Muhammed’in (sas) peygamberliğini de onaylarlar. Hatta gerek Kindî gerekse de Fârâbî ve İbn Sînâ gibi birçok filozof ve düşünüre göre bir tür olarak bütün insanlığı dikkate aldığımızda bu insanlar içerisinde en yetkin ve en üstün kişi Hz. Muhammed’dir (sas). Bir insanın insan olarak yücelebileceği en üst seviye olarak Hz. Peygamber’in seviyesi kabul edilir. Bundan dolayı bu filozofların sisteminde Hz. Muhammed (sas) insanlık türünün zirve şahsiyetidir.
İnsan zihninde günlük hayattaki bilgilerin nasıl meydana geldiğine dair bir teori geliştirdiği gibi İbn Sînâ insan nefsinin vahye nasıl muhatap olduğuna dair de bir teori geliştirmiştir. Bu teorisiyle o, kendinden önce Fârâbî gibi filozofların yaptığı şekilde aklî bir açıklamayla insanın hem bedeni bakımından yani, fizyolojik olarak hem de nefsi (ruh) bakımından vahye muhatap olmasının mümkün olduğunu ortaya koymaya çalışmıştır. İbn Sînâ’nın teorisi de insan aklının kendi fizyolojik yapı ve potansiyeli içerisindeki yetkinleşme aşamaları üzerine kuruludur. Diğer canlılardan farklı olarak akla sahip olan insanda sahip olduğu akıl üç aşamaya ayrılır. En üst akıl aşaması olan “kazanılmış akıl” seviyesine ancak diğer insanlardan daha fazla olarak bilgi ve erdemli yaşama ulaşma noktasında gayret sarf edenler ulaşabilirler. Bu aşamaya ulaşanlar insan aklı dışındaki ilâhî bilgi kaynağıyla bağlantıya geçebilir. Bu seviyeye ancak filozofların ve peygamberlerin ulaşabileceği kabul edilir. Bununla birlikte Faal Akıl olarak isimlendirilen ilâhî bilgi kaynağıyla bağlantıya geçen herkes peygamber olamaz. Peygamberler diğer insanlarda bulunmayan bazı sıra dışı özelliklere sahiptirler. Bu insanlar sahip oldukları erdemli bir hayatın yanında diğer insanlardan farklı olarak mükemmel bir mizaca (yani bedeni yapıya), ileri derecede bir mütehayyile gücüne sahiptirler. Bu özellikleri nedeniyle bu insanlar sanki bu göreve özel olarak yaratılmış gibilerdir. Bu özelliklerinden dolayı Faal Akıl’la (Cebrail) bağlantıya geçtikten sonra özel bir tanrısal görevle toplumlarına dönerler ve din kurucusu olurlar. Faal Akıl’la bağlantıya geçen diğer insanların ise böyle bir görevleri bulunmamaktadır.
Yararlanılan Kaynaklar:
Mehmet Şerif Maral: “Eş‘arî ve Mâtürîdî Düşüncede Nübüvvet Anlayışı”, (Yüksek Lisans Tezi), 2020, Ağrı.
Muzaffer Barlak: “Bir Kelam Problemi Olarak Nübüvvet -Bâkıllânî ve Kâdî Abdülcebbâr Örneği-” (Doktora Tezi), Samsun, 2013.
Ömer Ali Yıldırım: “Fârâbî’de Vahiy ve Nübüvvet: İlahi Manaların İnsani Kelimelere Dönüşmesinde Mütehayyile Gücünün Rolü”, Mahiyet ve Hakikat Bağlamında Vahiy Olgusu Sempozyumu Bildiri Metinleri Kitabı, s. 413-432, Konya, 2022.
Selçuk Gezgin: “Zemahşerî’nin Nübüvvet Anlayışı”, (Yüksek Lisans Tezi), İzmir, 2020.
Yusuf Şevki Yavuz, “Nübüvvet”, DİA.