Deprem ve sel gibi doğal afetler insanlık tarihi boyunca ürkütücü veya acı dolu zamanları ifade etmiştir. Var olan tüm yaratıklarla birlikte aczin paylaşıldığı ve çözüm arayışı beslendiği durumlar içerisindedir. Bu gibi tabiat olaylarının varlığı doğanın kendi içindeki olağan dengesini koruması için gereklidir fakat uyum sağlayamayan canlılar için ölümcül sonuçları da beraberinde getirmektedir. Önlem alınması hayati olan ve coğrafi olarak farklılıklar arz eden önemli meselelerdendir. Bu açıdan bakıldığında yerel halkın gözlem yaparak fikirler ve çözümler üretip, liyakatle ortaklaşarak tedbir alması adaptasyon açısından önem kazanmaktadır.
İslâm tarihine baktığımızda bu konuda birçok kaynaktan bilgiler okuyabiliyoruz. İslâmiyet’in hâkim olduğu coğrafyaların çoğunluğu iklimsel yönden değişken olup deprem bölgesi olarak aktif yerleşkelerdir.
İslâm Tarihinde Yaşanan Depremler/Doğal Afetler ve Ölçekleri Hakkında
İslâm tarihindeki depremler hakkında TDV İslâm Ansiklopedisi’nde bulunan “Zelzele” başlığı bizlere fazlasıyla bilgilendirici ve kaynakları açısından da donanımlı bir metin sunmakta. Aşağıda “Zelzele” maddesinden yararlanarak bazı sayısal verileri sizlerle paylaşmak isteriz:
“Hadislerde zelzele Necid, Irak, Mısır gibi şehir ve bölgelerde yaşamış olan kavimlerin yaşadığı depremler, kıyamet depremi, deprem sırasında ve sonrasında yapılacak dua ve ibadetler, Hz. Peygamber’in ve bazı sahâbîlerin uğradığı depremler, insanların durumlarını düzeltmeleri için depremlerin birer ilâhî ihtar olduğu, çoğalmasının kıyamet alâmetlerinden sayıldığı, deprem felâketinden Allah’a sığınılması gerektiği vb. bağlamlarda yer almaktadır.[1]
Depremlerin nedenlerine dair açıklamalar, Aristo’nun Meteorologica adlı eserinde öne sürdüğü görüşlerin kısmen geliştirilmiş halidir. Mutahhar b. Tâhir el-Makdisî, Aristo’nun görüşleri üzerinden depremin fiziksel sebebiyle ilgili olarak yeryüzünün doğası gereği kuru olduğunu, yağmur sonrasında güneş ışınlarıyla kuruyan yeryüzünde yaş ve kuru gazlar meydana geldiğini, böylelikle buharın yukarıya doğru yükselmesi esnasında sert bir zemine çarpmasıyla yeryüzünün sallandığını söylemektedir.
Hicretin ilk yıllarından itibaren gerçekleşen fetihler sonrasında İslâm hâkimiyeti altına giren ülkelerin bir bölümü aktif fay hatları üzerinde bulunuyordu. Bazı hadislerde Irak, Mısır ve Necid gibi yerlerde depremsel hareketliliğe vurgu yapıldığını okuyabiliyoruz. Farslar, yönetimleri altındaki Irak’ta kültürel mirasın muhafazası amacıyla önemli kurumları depreme dayanıklı malzemelerden inşa etmişlerdir. Benzer önlemlerin Farslar’ı izleyen Hindistan ve Çin’de de alındığı belirtilmektedir. İslâm coğrafyasında büyük hasara ve can kaybına daha çok Akdeniz-Himalaya kuşağındaki depremler yol açmıştır. Tahminen 7,0 şiddetindeki depremden Mağrib, Mısır, Antakya, Dımaşk, Musul, Humus ve bütün Cezîre bölgesi etkilemiştir. Bu depremde Antakya’da 20.000, Musul’da 50.000 kişi öldü. Aynı kuşaktaki 242 (856) yılı depreminde Yemen’de yer kabuğunda büyük çökmeler oldu, plato üzerindeki bir mezra başka bir mezraya doğru kaydı. Akdeniz’in kabardığı, denizin ortasından kötü kokulu gazların fışkırdığı bu depremde Antakya’da Ekra‘dağı parçalanarak denize kaydı, bölgedeki bir nehir tamamen kayboldu. Bu kuşakta kayıtlara geçen en büyük deprem 702 (1302) yılında meydana geldi. Şiddetinden dolayı Mısır’da dağlar yarıldı, surlarda büyük çatlaklar oluştu, yerden sular fışkırdı, pek çok ev ve cami yıkıldı. İskenderiye’de de ağır hasara yol açan depremde Akdeniz’deki büyük fırtınadan dolayı şehrin önündeki gemiler karaya vurdu. Akkâ’da yaşanan gelgitte deniz 2 fersah geri çekildi, açılan alana giren pek çok insan boğuldu. Bu kuşakta 267 (880-81), 344 (955) ve 600 (1204) yıllarında da benzer depremler meydana geldi. Arap yarımadasında da büyük depremler oldu. Kaynaklarda Hz. Peygamber’in Uhud dağında veya Hira’da bulunduğu sırada bir sarsıntı yaşadığı belirtilir. Bîrûnî, Medine’de 5 (627) yılının deprem yılı diye adlandırıldığını kaydeder. 20 (641) yılında Medine’den Dımaşk’a uzanan coğrafyada çeşitli depremler olmuştu. Kaynaklarda 259 (873) ve 406 (1015) yıllarında Hicaz’da gerçekleşen depremlerden bahsedilmektedir. Bu bölgede kayıtlara geçen en şiddetli deprem 654’te (1256) meydana geldi. Üç gün içinde artçılarıyla birlikte on dört sarsıntının hissedildiği depremin son günü Medine’nin Harre bölgesinde volkanik bir patlama oldu; üç minare yüksekliğinde lav tepecikleri oluştu, Medine halkı, püsküren lavları Hz. Peygamber’e nisbet edilen bir rivayetteki, “Hicaz bölgesinden çıkacak ve Busrâ’daki develerin boyunlarını aydınlatacak ateş”le irtibatlandırdı ve kıyametin yaklaştığı düşüncesine kapıldı. 910’da (1504-1505) Zebîd ve Zeylâ‘da (Yemen) çok şiddetli bir sarsıntı yaşandı. Yine Yemen’in Zemer bölgesinde 13 Aralık 1982’de vuku bulan 6,1 şiddetindeki depremde 2500 civarında insan öldü. Büyük depremlerin meydana geldiği bir diğer bölge Ölüdeniz fay hattıdır. Bu hatta İslâmî dönemde 130 (747-48) yılındaki deprem artçılarıyla beraber kırk gün süreyle Ürdün ve Suriye’yi etkiledi. Pek çok insan hayatını kaybetti; Kudüs’te ve birçok şehirde manastırlar yerle bir oldu; Kudüs’te Kubbetü’s-sahre’nin doğu ve batı duvarları yıkıldı, büyük can kaybı yaşandı. Ölüdeniz fayında bir diğer şiddetli sarsıntı 10 Muharrem 425 (5 Aralık 1033) tarihinde vuku buldu. Kırılma kuşağındaki pek çok şehir ve kasabayı etkileyen depremde Remle, Kudüs, el-Halîl, Nablus ve Akkâ’da büyük can ve mal kaybı oldu; Akdeniz’de oluşan şiddetli fırtına sebebiyle pek çok insan. 597 (1201) depreminde Nablus ve civarında bütün evler yıkıldı, 30.000 kişi öldü; Akkâ, Sûr ve Safed’de de büyük zayiat meydana geldi. 455 (1063) ve 806 (1403) yıllarında yine depremlerin yaşandığı Ölüdeniz fayında 25 Kasım 1759’da merkez üssü Beka vadisi olan bir deprem daha meydana geldi, 10 ile 40.000 kişi arasında insan öldü. Aletsel dönemdeki 11 Temmuz 1927 tarihli deprem 6,2 gibi orta ölçekli olmasına rağmen Suriye ve Filistin’de büyük yıkıma ve pek çok insanın ölümüne yol açtı. Anadolu depremleri, bu bölgenin güneydoğudan Arabistan levhası ve güneyden Rodos civarında Afrika levhası tarafından itilmesinden kaynaklanmakla birlikte Ölüdeniz fayının kuzeydoğuya uzanan hatlarıyla Kuzey Anadolu fayı da Anadolu depremselliğini etkilemektedir. 644 (1246) ve 674 (1275-76) yıllarında Ahlat ve Diyarbekir’de, çeşitli tarihlerde Erzincan’da meydana gelen büyük depremlerde bu şehirler harap oldu. Aletsel dönemde 26 Aralık 1939 ve 13 Mart 1992 Erzincan depremleri büyük can ve mal kaybına yol açtı. Tarihi boyunca Anadolu’nun değişik yerleriyle Marmara çevresi defalarca sarsıldı, başta İstanbul olmak üzere muhtelif şehirlerde can ve mal kaybı yaşandı. Kuzey Anadolu fayında 822’de (1419) meydana gelen deprem Amasya-Tokat-Bursa ve İstanbul hattında etkili oldu, artçı sarsıntılar yüzünden halk üç ay çadırlarda yaşadı. Aynı hattaki 17 Ağustos 1668 depreminin 7,8 veya 8,0 şiddetinde gerçekleştiği tahmin edilmektedir. Bu fay hattında 17 Ağustos 1999’da merkez üssü Gölcük olan 7,4 şiddetinde bir deprem meydana geldi. 220 kilometrelik bir segmentin (parça) kırıldığı bu depremde 17.480’i resmî kayıtlara geçen 35-40.000 civarında insan öldü. Antikçağ’dan itibaren Marmara bölgesi, Osmanlı öncesi ve Osmanlı döneminde İstanbul büyüklü-küçüklü pek çok depreme mâruz kaldı; 1509, 1719, 1766 ve 1894 depremleri büyük can ve mal kaybına yol açtı. 539’daki (1144) Bursa merkezli depremde binaların çoğu yıkıldı, pek çok insan öldü, şehrin içinden akan nehir (Nilüfer) ilk sarsıntıda tamamen kururken üç gün sonraki yeni bir sarsıntıyla tekrar akmaya başladı. Bursa’da 1327 ve 1855 yıllarında da büyük depremler meydana geldi.”[2]
İslâmî Gelenekte Doğal Afetle Nasıl Yorumlanmakta
Doğal âfetler ve bunu özelinde depremin de Allah’ın koyduğu kanunlar çerçevesinde gerçekleştiği düşünülmüştür. Depremle ilgili teknik ve bilimsel araştırmalar da Allah’ın âyetleri (işaretler, deliller) olarak bilinen bu olayların üzerine çözümleme ve tefekkür çalışmaları yapılarak anlaşılmaya çalışılmıştır. Bu yönden bakıldığında depremler, daha çok dinî ve ahlâkî boyutuyla algılanıp bu yönlerden ele alınmıştır. Tabiat olaylarından ahlâkî ve mânevî dersler almaya yönelik gayretlerin Kur’an tarafından teşvik edilmesi yanında eski ümmetlerin bir kısmının deprem vb. âfetlerle helâk edilmesi, Allah’ı hatırlama ve bunlardan ibret alma şeklindeki ifadeleri itibariyle bu yönlerden ele alınmıştır.
Hz. Peygamber depremin ilâhî bir uyarı olduğunu belirtmiştir. Güneş tutulması, şiddetli rüzgâr, fırtına ve deprem gibi doğal âfetlerden sonra Allah’a dua edilmesini tavsiye etmiştir. Bu tavsiyeler doğrultusunda sahâbeden Abdullah b. Abbas’ın Basra’da, Abdullah b. Mes‘ûd’un Fesâ’da, Ebü’d-Derdâ’nın Dımaşk’ta yaşadıkları depremlerin ardından halkı namaz kılmaya ve Allah’a sığınmaya çağırdıkları bilinmektedir. Emevîler döneminde meydana gelen bir depremin ardından Hz. Hüseyin’in oğlu Ali (Zeynelâbidîn) namaz kılmayı, deprem âfetinden Allah’a sığınmayı ve depremler kesilinceye kadar oruç tutup tövbe-istiğfarda bulunmayı önermiştir. İlerleyen zamanlarda depremlerin arkasından yapılan oruç ilânlarının kökeninde bu tür tavsiyelerin bulunduğunu anlamaktayız. Depremler kıyamete benzetilmiş, bu benzetmede Kur’an’da kıyamete dair verilen bilgilerle depremin yol açtığı yıkımlar ve ölümler, insanların yaşadığı panik ve çaresizlik, korku ve kaygı gibi durumlar, yerdeki kayma ve kırılmalar, gaz ve lav püskürmesi, yerden ve yıkımlardan gelen büyük uğultu ve gürültüler gibi doğal gelişmeler arasındaki benzerlikler etkili olmuştur. Hz. Peygamber’e isnad edilen bazı hadislerde depremlerin kıyamet alâmetleri arasında zikredilmesi de deprem-kıyamet benzetmesini güçlendirmiştir. 654 (1256) yılı Medine depremi ve Medine’nin doğusunda meydana gelen volkanik patlama, kıyamet alâmetleri arasında gösterilen depremler ve Hicaz’da ortaya çıkacak ateşle irtibatlandırılmıştır. 22 Ağustos 1509 İstanbul depremi de “küçük kıyamet” diye nitelendirilmiştir. Depremler dönemin siyasal sorunlarıyla da ilişkilendirilmiştir. Meselâ 219 (834) yılı depremiyle Ahmed b. Hanbel’e “halku’l-Kur’ân” meselesinden dolayı yapılan işkence arasında bağ kurulmuştur. Mısır Valisi Ebü’l-Misk Kâfûr el-İhşîdî’nin haksız icraatı, Karmatîler’in Kâbe baskını, Nûbeliler’in Mısır saldırısı, Fustat yangını gibi gelişmelerle o dönemdeki depremler arasında da irtibat kurulmuştur. Osmanlı kaynaklarında da küçük kıyamet diye anılan 1509 depremi, II. Bayezid’in bürokratları tarafından halka yapılan zulümlerden kaynaklandığı şeklinde yorumlanmıştır. Meselâ depremlerden sonra idareciler halkı günahlardan uzak durma konusunda uyarırlar, yeni önlemler alırlardı. Abbâsî Halifesi Kāhir-Billâh, Mısır’da meydana gelen büyük depremlerin ardından şarap içmeyi ve ahlâka aykırı eğlence düzenlemeyi yasaklamıştır.
Son Olarak: Hikmet Nazarı
Yaşanan doğal âfetlerin ardından bu olayları ilâhî bir kudret ve iradeye bağlama eğilimi artmaktadır. Depremlerden sonra çeşitli din mensuplarının mâbedleri ve diğer kutsal mekânları doldurarak Allah’a dua edip yakarmaları tam olarak bu acziyet psikolojisi ve sığınma ihtiyacı nedeniyledir. Bu gibi ibadetlerde artışın insanın fıtri olarak içinde barındırdığı güven arayışını sağlam bir yerde köklendirebilmesine olanak sağladığını veyahut katkı sunduğunu söyleyebiliriz.
Tabiatta gerçekleşen her olay gibi doğal afetlerde kendi içerisinde bir sürü hikmeti barındırır. Ancak hikmetin algılanması zaman ve gayret gerektirir. Sünnetullah olarak bildiğimiz, Allah’ın tabiatı yaratıp devam ettirmek ve toplum hayatını düzenlemek üzere koyduğu kanunlar[3], tıpkı diğer alemlerdeki sistemlerin akışında olduğu gibi rastgele değildir. Kader yapısında ilerlerken gerçekleşen bazı olaylarda Allah’ın Celâl esmalarına şahit oluruz. Bu durumda Cemâl dengesinin olmadığını söylemek Allah’a ve yarattığı düzene suizan beslemekten ileri gelir. Nitekim bu konu ile ilgili olarak En’âm Suresi 12. ayete ve arzu edenler tefsirine bakarak delil bulabilirler. Cemâl esmasının tecellisini keşfetmemiz, tıpkı bazen Celâl esmasını bulmakta zorlanabileceğimiz gibi, zamanımızı alabilir. Bizler insanlık olarak kabiliyetlerimiz doğrultusunda kolay olana kaçmaya meyyal fakat bunun sonucunda hüsrana uğrayan yaratıklarız. Allah Resulü (sas) “Sabır (ziyadır) ışıktır.”[4] buyuruyor. Işığın, önümüzü aydınlatacak olanın sabırdan geçtiğini bizlere ifade ediyor. Yaşanılan olaylara hayır ve sabır nazarı ile yaklaşabilirsek ve Rahman’a karşı hüsnüzan edebilirsek şayet işte o zaman kurtuluşa erenlerden, selamet yurdunun yolcularından olabiliriz. Yolumuzun karanlıkları aydınlanır, sorularımız yanıt bulabilir.
[1] Nuh Arslantaş, “Zelzele” md, DİA.
[2]Nuh Arslantaş, “Zelzele” md, DİA.
[3] İlyas Çelebi, “Sünnetullah”, DİA
[4] Müslim, “Tahâret”, 1.