İsrailoğulları tarafından en büyük peygamber kabul edilen Hz. Mûsâ, vefatından önce kavmini toplayarak onlara hitap etmiş, her ne kadar kendi yönetimi altında giremeseler de kendisinden sonra kutsal topraklara gireceklerini müjdelemiştir. Hz. Mûsâ aynı konuşmasında kavminin burada yaşamaya başladığında diğer milletler gibi kendilerini yönetmek için bir kral atanmasını isteyeceğini de söylemiş, kralın çok fazla altın gümüş biriktirmemesi, çok sayıda eş almaması, çok fazla at edinmeye çalışmaması gerektiği uyarılarını da yapmıştır (Tesniye 17: 14-17). Hz. Mûsâ’nın vefatıyla talebesi Yeşu/Yûşa, İsrailoğulları’nın liderliğini devralmış, kavminin “Vaat Edilmiş Topraklar”a girmesine ve Tevrat’ta her kabilenin sahip olacağı ifade edilen bölgelere yerleşmesine öncülük etmiştir. Ancak bu toprakların bir kısmı ele geçirilememiş, tamamen fethedilmesi birkaç yüz yıl sonra gerçekleşmiştir. Yeşu sonrası dönemde Hz. Mûsâ’nın bahsettiği krallık hemen tesis edilmemiş, siyasi olarak her kabile kendi topraklarında kendi yönetiminden sorumlu olmuştur. Bu sırada başta Kenanlılar olmak üzere Hitit, Amor, Periz, Hiv ve Yebus halkları da bu bölgede varlıklarını sürdürmüşlerdir. İsrailoğulları’nın çevrelerindeki putperest kavimlerle yaşadıkları problemler zaman zaman savaşa dönüşmüştür. Bu savaşlar sırasında genellikle kavme “Hakimler” adı verilen karizmatik liderler öncülük etmiştir. Gideon, Debora, Yiftah, Şimşon bunlara örnek olarak verilebilir. Ancak bunların öncülüğünde sadece tehlike karşısında bir araya gelen İsrailoğulları kalıcı bir siyasi başarı sağlayamamıştır.
Her ne kadar İsrailoğulları’nın arasında dinî liderler ve peygamberler eksik olmasa da Hz. Mûsâ sonrasında onun kendilerine tebliğ ettiği yoldan süratle uzaklaştıkları görülmüştür. Tevrat’ta İsrailoğulları’nın putperest kavimlerle kız alıp verdiği, hatta kavmin bir kısmının tevhitten saparak bu kavimlerin putları olan “Baal” ve “Aşera”lara taptığı ifade edilir (Hakimler 3:5-7). İsrailoğulları’nın arasında sadece putperestlik değil, tecavüzler, cinayetler ve hatta insan kurbanı gibi çok ağır günahlar görülmeye başlanır. Birlik, bütünlüklerini kaybederek birbirleriyle savaşırlar (Hakimler 20. Bab). Peygamberlerinin kendilerine tebliğ ettiği yoldan saptıklarında Tanrı’nın yardımının kesildiğine, düşmanlarına karşı sürekli mağlup olduklarına ve Hz. Mûsâ’dan beridir İsrailoğulları için çok kutsal olan, içinde Hz. Mûsâ’nın yazdığı Tevrat nüshası, On Emir’in yazılı olduğu levhalar, Tanrı’nın çölde onlara indirdiği kutsal yiyecek “man” dolu bir çömlek vb. şeylerin yer aldığı Ahit Sandığı’nın bile düşmanın eline geçtiğine şahit olurlar (I. Samuel 4. Bab). Kavmin dinî ve siyasî olarak son derece olumsuz şartlar içerisinde olduğu, düşmanlarının karşısında cesaretlerini ve inançlarını kaybetme noktasına geldikleri bir durumda İsrailoğulları’ndan imanlı bir topluluk o sırada tebliğle görevli Samuel peygambere gelerek, Kur’ân-ı Kerim’deki ifadesiyle “Allah yolunda cihat etmek için kendilerine liderlik yapacak bir melik tayin etmesi için Allah’a yalvarmasını” isterler (Bakara 2/246; I. Samuel 8:5). Samuel peygamber başlangıçta halkın talebinden memnun olmasa da Tanrı’nın uyarısı sonrasında halkın isteğini kabul eder. Ancak atanacak kralın savaşmak için onlardan canları ve mallarıyla fedakarlıklar yapmalarını isteyeceği uyarılarını da yapar (I. Samuel 8:11-22). Sonunda Tanrı’nın vahyi doğrultusunda Bünyamin oğullarından Saul’ün İsrailoğulları’nın ilk kralı olduğunu ilan eder (I. Samuel 10. Bab).
İsrailoğulları arasında krallığın tesisi sonrasında Tanrı’nın vahyi doğrultusunda ilk kral olarak 40 yaşında tahta geçen Saul’ün herkesten daha uzun ve daha güçlü olduğu ifade edilse de daha baştan itibaren onu küçümseyenlerin ve krallığını hazmedemeyenlerin olduğu görülür (I. Samuel 10:23-24, 27). İsrailoğulları arasında krallığın Yahuda kabilesinin hakkı olduğuna dair inancın (Yaratılış 49:10) bunda etkisi olduğu düşünülebilir. Kur’ân-ı Kerim’de, adı Tâlut olarak ifade edilen Saul’ün atanma süreci ve peygamberlerinin çekincelerini kavme ifade etmesi ve krallığının alametinin Ahit Sandığı’nı İsrailoğulları’na geri getirecek olması anlatılmaktadır (Bakara 2/246-248). Bunların yanı sıra Tâlut’un son derece uzun boylu ve güçlü kuvvetli anlamına gelen bir lakap olduğu ve kralın gerçek adının Saul olduğu da İslâmî kaynaklarda ifade edilmiştir. Bu anlatıların Tevrat’taki bilgilerle büyük oranda benzer olduğu görülmektedir.
Tevrat’ta Saul’ün krallığının ilk yıllarında İsrailoğulları’nın Ammonlular başta olmak üzere Moav, Edom, Filistîler ve Amalekliler gibi düşmanlarını bozguna uğrattığı, girdiği savaşlarda hep zaferler kazandığı anlatılır (I. Samuel 14:47). Ancak ikinci yılın sonunda Filistîlerle yapılacak savaş öncesinde Samuel peygamberin yapması gereken bazı dini işleri onu beklemeden kendisi yerine getirmeye kalkışınca (1. Samuel 13:9-11) Tanrı’nın rızasına aykırı davrandığı dolayısıyla gözden düştüğü, O’nun Saul’e olan lütuf ve yardımının her geçen gün azaldığı, Amaleklilerle yapılacak bir savaş öncesinde ise peygamber Samuel’in kendisine Amaleklilerin her şeyini yok etmesi gerektiğini açıkça söylemesine rağmen Kral Agag’ı öldürmemesi ve bir kısım hayvanları da askerlerin ayırmasına müsaade etmesi sonucunda Tanrı’nın Saul’ü kral yaptığına pişman olduğu ifade edilmektedir (1. Samuel 15: 3-11).
Saul’ün gün geçtikçe azalan itibarı bir tarafa, peygamber Samuel Tanrı’nın emriyle Yahuda kabilesinden, Betlehem’de yaşayan İşay oğlu Dâvûd’u gizlice yeni kral olarak mesh etmiştir. Hz. Dâvûd, Tevrat’ta kızıl saçlı, yakışıklı, gözleri pırıl pırıl, sanatkâr ruhlu, yiğit ve sözünde duran birisi olarak tavsif edilir (1. Samuel 16:12; 17:42). O sıralar ruhani sıkıntılar yaşayan Kral Saul’e hekimler lir dinlemesini tavsiye ederler. Bunun üzerine çok iyi lir çalması sebebiyle Hz. Dâvûd saraya alınmıştır. Ancak Hz. Dâvûd’un yıldızı Filistîlerle yapılan bir savaşta Gatlı Golyat isimli son derece güçlü ve mahir bir savaşçıya karşı mübareze için İsrailoğulları arasından kimsenin cesaret gösteremediği bir sırada yiğitçe ortaya atılarak elindeki sapanıyla onu mağlup etmesiyle parlamaya başlamıştır. Onun başarılı olması ve halk tarafından sevilmesi Saul’ün kendisini kıskanmasına sebep olmuştur. Hz. Dâvûd ise, sarayda bulunması ve kahramanlığıyla bir taraftan Saul’ün oğlu Yonathan ile çok iyi dostluk kurarken diğer taraftan Saul’ün kızı Mikal ile evlenmiş, her geçen gün Tanrı’nın yardımıyla büyük askeri zaferler kazanmıştır.
Hz. Dâvûd’a toplumda oluşan büyük teveccüh halkın söylemlerine de yansımış, halk tarafından “Dâvûd’un kahramanlığının Saul’ü geçtiği” ifade edilmiştir (1. Samuel 18:7). Bunları bizzat işitmek Saul’ü ondan kurtulma düşüncesine itmiştir. Saul, Hz. Dâvûd’a karşı birkaç kez suikast teşebbüsünde bulunmuş ancak sonuç alamamıştır. Bunun üzerine Hz. Dâvûd’un düşmanların eliyle ölmesini sağlamaya çalışmıştır. Bunun için kızı Mikal ile evlilik şartı olarak Hz. Dâvûd’a Filistîlerden yüz kişinin sünnet derisini getirmesini şart koşmuş, bu isteğin onun ölümüyle sonuçlanacağını ummuştur. Tanrı’nın yardımıyla Hz. Dâvûd Saul’ün şartının iki katını sağ salim yerine getirse de sarayda kalmanın kendisi için son derece tehlikeli hale geldiğini görerek kaçmış, yaklaşık bir buçuk sene Filistîlerin arasında yaşamış ve etrafına askerler toplamıştır (1. Samuel 27. Bab). Bütün bu süreç içerisinde Saul’ün teşebbüslerinin aksine Hz. Dâvûd Saul’e aynı şekilde davranmamış, eline geçen fırsatlarda Saul’ü öldürmemiştir (1. Samuel 24 ve 26. Baplar). İsrailoğulları’nın bir iktidar mücadelesi içerisine girdiğini gören düşmanları bunu fırsata çevirmek istemiş, Filistîler İsrail ordusuna saldırmıştır. Savaşta ağır yaralanan Saul, düşman elinden ölmektense intihar etmeyi tercih etmiştir. Aynı savaşta Saul’ün üç oğlu da ölmüş, İsrailoğulları’nın bazı kentleri Filistîlerin eline geçmiştir (1. Samuel 28 ve 31. Baplar). Böylece Saul’ün M.Ö. 1030-1010 yılları arasında yaklaşık olarak yirmi yıllık İsrail tahtındaki hükümranlığı acı bir şekilde son bulmuştur.
İsrailoğulları’nın ikinci kralı olan ve M.Ö. 1010 ile 970 yılları arasında kırk yıl tahtta kalan Hz. Dâvûd’un, selefi Saul’den çok daha başarılı olduğu bir gerçektir. Bu başarının arka planında onun özel bazı niteliklere sahip olmasının önemli bir rolü vardır. Hz. Dâvûd’un hususiyetlerinin başında onun askeri olarak son derece yetenekli olması, iyi stratejiler geliştirmesi ve bu sayede İsrailoğulları’nın onlarca yıldır mücadele içinde olduğu Filistîler, Ammon, Moab ve Edom gibi düşmanlara karşı önemli başarılar elde etmesi söylenebilir. Ayrıca Hz. Dâvûd’un çok iyi bir siyasetçi olduğu da ifade edilmelidir. İsrail kabileleri arasında orta noktada bulunan Kudüs kenti yaklaşık iki yüz yıldır Yebusîlerden alınamadığından, kabileler fiilen kuzey ve güneydekiler olarak ikiye ayrılmış durumdaydı. Onun Kudüs’ü ele geçirerek burada bir dizi imar faaliyetine girişerek şehri başkent haline getirmesi, İsrailoğulları’nın bölünmüş ve dağınık görüntüden kurtulmasına, süratle büyük ve güçlü bir devlet konumuna ulaşmasına sebep olmuştur. Üçüncü olarak Hz. Dâvûd’un özellikle sanatsal yönünün de güçlü olmasının da onun çok yönlü bir lider oluşunda etkileri olmuştur.
Yahuda kabilesinden olan Hz. Dâvûd, krallığının başlarında yaklaşık yedi yıl boyunca Hebron (günümüzde el-Halil) kentine yerleşerek devleti buradan yönetmiştir. Krallığının başlangıcında ilk olarak Saul’ün oğlu İş-Boşet’in kral olmasını isteyenlerle mücadele etmek zorunda kalmıştır. Akabinde o dönemlerde İsrailoğulları’nın sürekli çatışma halinde olduğu Filistîleri birkaç kez yenilgiye uğratarak onların İsrailoğulları için bir tehdit olmaktan çıkmasını sağlamıştır. M.Ö. 1000 yılları civarında Yebusîlerin elinden Kudüs’ü alarak başkent haline getirmiş, böylece yüzlerce yıldır gerçekleştirilemeyen bir fethi gerçekleştirmiş, Ahit Sandığı’nı buraya naklettirerek şehrin dini olarak da merkezi hale gelmesini sağlamıştır. Kudüs’te önemli imar faaliyetleri gerçekleştiren Hz. Dâvûd’un kendisi için inşa ettirdiği sarayın akabinde Tanrı için de bir mabet inşa ettirmek istese de peygamber Nathan bu işi onun değil de oğlunun yapabileceğinin vahyedildiğini, çünkü kendisinin çok fazla savaş yaptığını ve bu savaşlarda çok kan döktüğünden dolayı Tanrı’nın bu işi onun yapamayacağını bildirmesi üzerine mabet inşasından vazgeçmiş, ancak mabet için gerekli bütün malzemeyi de hazır hale getirmiştir. Hz. Dâvûd güneyde Mısır, kuzeyde Asur devletinin dönemsel zayıflıklarını kullanarak bu bölgelerde fetih hareketine girişerek ülkesinin topraklarını Fırat ile Nil nehri arasında, kuzeyde Dan kentinden güneyde Berşeva kentine kadar genişletmiştir.
Hz. Dâvûd’un ülkesinin ekonomik refahı için de önemli adımlar attığı görülür. Deniz ticaretinde son derece etkin konumda olan Fenike ve Tire gibi devletlerle anlaşmalar yaparak diğer ticaret yollarının yanı sıra deniz ticaretiyle de ülke ekonomisinin canlanmasını sağlamıştır. Ülkesinin yönetim olarak güçlü kalmasını sağlamak için bir dizi tedbirler almış, çevre krallıklardan ülke yönetimi için gerekli gördüğü uzmanlar getirtmiş, ayrıca içinde paralı yabancı askerlerin de yer aldığı devamlı bir ordu ihdas etmiştir. Yönetim sisteminde monarşiyi güçlendiren bu kararlar ve uygulamalar, kısa süre öncesine kadar aşiretler şeklinde yaşayan İsrailoğulları’nın kabile yöneticilerini rahatsız etmiştir. Bu sebeple oğlu Avşalom önderliğinde, pek çok kabilenin destek verdiği bir isyan patlak vermiştir. Hz. Dâvûd bu isyan sırasında bir Kudüs’ten kaçmak zorunda kalmış, isyanın bastırılması ile geri dönmüştür (2. Samuel 15. Bab).
Hz. Dâvûd’un saltanatı boyunca taht kavgaları hiç eksik olmamıştır. Yukarıda değindiğimiz üzere İş-Boşet ve oğlu Avşalom’un isyanları ile mücadele etmiş, akabinde Bünyaminoğulları’ndan Şeva’nın başkaldırısı ile uğraşmıştır. Ömrünün sonuna doğru ise Avşalom’un ölümü sonrasında veliaht konumuna gelen Adoniya’nın etrafında toplananlar ile diğer oğlu Hz. Süleyman taraftarlarının taht kavgası ile karşılaşmıştır (1. Krallar 1: 7-11). Hz. Dâvûd, Avşalom’un ölümünden çok etkilendiğinden diğer oğlu Adoniya’nın krallık çabalarına karşı müsamahakâr davranmış, bu sebeple Adoniya kendisini kral ilan ederek kurbanlar kestirmiştir. Bu gelişmeler üzerine Hz. Süleyman’ın annesi, Hz. Dâvûd’un gözde eşi Batşeba ve Peygamber Nathan’ın büyük çabaları ile Hz. Dâvûd hayatta iken oğlu Hz. Süleyman’ı vârisi olarak tayin etmiş, Başkohen Sadok onu kutsal yağla meshederek krallığını ilan etmiştir (1. Krallar 1:30-40). Hz. Dâvûd bu olaydan kısa süre sonra vefat etmiş, yerine ilan edildiği şekilde Hz. Süleyman geçmiştir. Böylece Hz. Dâvûd ile birlikte onun soyunun hanedanlığı başlamış ve İsrailoğulları tarihi boyunca yönetim onun soyunun doğal hakkı olarak görülmüştür.
İsrailoğulları tarafından büyük bir kral olarak kabul edilen Hz. Dâvûd, Kur’ân-ı Kerim’de krallığının yanı sıra bir peygamber olarak zikredilmekte, kendisine hükümdarlık ve hikmet (Bakara 2/251) ile “Zebur” isimli kitabın verildiği (Nisa 4/163, İsrâ 17/55; Sebe 34/10) belirtilmektedir. Yahudilikte ise “Zebur” yerine “Mezmurlar” ifadesi kullanılmaktadır. Şiir formatındaki bu Mezmurlar 150 adettir. Bazı Yahudiler bunların tamamını Hz. Dâvûd’un yazdığını iddia etse de ilim adamları genellikle bunların 73 tanesinin Hz. Dâvûd tarafından yazıldığı görüşündedir. Kur’ân-ı Kerim’de ayrıca Allah’ın Hz. Dâvûd’a bahşettiği bazı nimetlere atıf yapılmakta, cihat ederken korunması için Allah’ın kendisine zırh yapma sanatını öğrettiği, dağların ve kuşların onunla Allah’ı zikrettiği (Enbiya 21/79-80; Sâd 38/17-19), ona adaletle hükmetme ve beliğ konuşma (Sâd 38/20), hususi bir ilim (Neml 27/15), Hz. Süleyman gibi son derece hayırlı bir evlat (Sâd 38/30) verildiği buyurulmaktadır. Bunlara ilaveten Hz. Dâvûd’un kral olmasının yolunu açan Câlût/Golyat ile mücadelesi başta olmak üzere krallık yaptığı sırada yaşadığı bazı hadiseler de Kur’ân-ı Kerim’de anlatılmaktadır (Bakara 2/251; Enbiyâ 21/78-80; Sâd 38/17-26).
M.Ö. 970-930 yılları arasında 40 yıl süreyle tahtta kalmış olan Hz. Süleyman’ın krallığı İsrailoğulları tarihi için doruk noktası, altın çağ mesabesindedir. Kardeşi Adoniya ile girdiği taht mücadelesinden galip çıktıktan sonra yönetimdeki konumunu güçlendirmek için bir dizi faaliyette bulunmuştur. İlk olarak krallık iddiasından vazgeçen kardeşi Adoniya’nın öldürülmesini emretmiş (1. Krallar 2:25), akabinde Yoav ve Aviyatar gibi babasının döneminde önemli görevlerde bulunan isimleri ya öldürtmüş ya da sürgüne göndermiştir (1. Krallar 2:26-32). Bu hamleleriyle kendisine yönelebilecek muhalefeti tamamen ortadan kaldırmış, kendi saltanatını güçlendirmiş ve bu sayede İsrailoğulları’nın iç çatışma yaşamadan geçireceği bir dönemi sağlamıştır.
Hz. Süleyman tahtta bulunduğu süre içinde fetihler yoluyla ülkeyi genişletme siyaseti gütmemiş, babası Hz. Dâvûd’un savaşarak aldığı topraklarla iktifa etmiştir. Daha çok ülkesi için siyasi, idari, ekonomik ve diplomatik hamleler yapmıştır. Hazor, Megiddo ve Gezer kentlerini askeri üsler haline getirerek hem ülkesini olası istilalara karşı tahkim etmek hem de ticaret yollarının güvenliğini sağlayarak ticareti geliştirmek ve bu yolla ülkesinin ekonomisini canlandırmak istemiştir. Bunun yanı sıra kabilelere dayalı yapının ülkenin siyasi olarak bütünlüğü için uygun olmadığı düşüncesinden hareketle kabilelerin sınırları dikkate alınmaksızın ülkeyi 12 yönetim bölgesine ayırmış ve buna dayanarak yönetmiştir.
Hz. Süleyman’ın saltanatının alâmet-i fârikası ülkede girişilen yoğun imar faaliyetleri ile çevre ülkelerle yapılan antlaşmalara bağlı olarak gelişen ticaretin ülkenin zenginleşmesini sağlaması olmuştur. Bu doğrultuda Fenike bölgesindeki Tire ve Sayda Kralı Hiram ile yaptığı antlaşma sayesinde onun donanma gücünden yararlanarak ülkesinin imarı için gerekli hammadde ithalini gerçekleştirebilmiştir. İthalat için gerekli maddi imkân sağlayabilmek için aynı antlaşmaya bağlı olarak Celile bölgesinden bazı sınır kentlerini 120 talant altın karşılığında Tire Kralı Hiram’a satmıştır. İnşaatlarda gerekli insan gücünü de halka koyduğu zorunlu çalışma yükümlülükleri ile halletmiştir. Hz. Süleyman ayrıca döneminin Mısır firavunu ile de antlaşma imzalamış, firavun tarafından daha önce yıkılıp harabeye dönüştürülen Gezer kentini bu sayede ülke topraklarına katmıştır (1. Krallar 9: 11-19).
Hz. Süleyman’ın hükümranlığı dönenimde en dikkat çeken hususlardan bir diğeri de onun evliliklerinde görülmektedir. Onun sulh ve diplomasi politikasının en önemli ayağını evlilikler oluşturmuştur. Örneğin Mısır firavunu ile anlaşması sırasında firavunun kızıyla evlenmiştir. Yine aynı amaçla Ammon, Moav, Edom, Hitit ve Zidon’dan evlilikler yapmış, ömrü boyunca kral kızlarından 700 karısı 300 cariyesi olmuştur. Tevrat’ta başka uluslardan, farklı inançlardan kişilerle karışık evlilikler tasvip edilmese de Hz. Süleyman’ın bu konuda farklı adımlar attığı, eşleri arasında Sayda kentinde tapılan Aştoret’e, Ammonluların putu Molek’e, tapanların bulunduğu, putperest eşleri için ayrı saraylar inşa ettirdiği, hatta Hz. Süleyman’ın da ömrünün sonlarına doğru bu putlara meylettiği, Molek ve Kemoş putları için tapınma yerleri yaptırdığı mevcut Tevrat metinlerinde ileri sürülmektedir (1. Krallar 11:1-8).
Hz. Süleyman’ın diplomatik ilişkilerine dair bir diğer bilgi Saba/Sebe Melikesi’nin bizzat Kudüs’e gelerek onu ziyaret etmesidir. Tevrat’ta iki yöneticinin karşılıklı hediyeleştiği, Saba Melikesi’nin Hz. Süleyman’a çok büyük miktarda altın, baharat ve değerli taşlar verdiği, Hz. Süleyman’ın ise melikenin her isteğini yerine getirdiği ve ona çeşitli armağanlar verdiği ifade edilmektedir (1. Krallar 10: 11-13). Aynı hadise Kur’ân-ı Kerim’de de anlatılmaktadır. Burada Belkıs isimli Sebe Melikesi’nin saltanatından ve onun kavminin güneşe taptığından haberdar olan Hz. Süleyman’ın bir mektupla onu ve kavmini Müslüman olmaya davet ettiği, karşılıklı mektuplaşma ve elçilerin geliş gidişleri sonrasında melikenin Hz. Süleyman’ı ziyarete geldiği, Kudüs’te ziyaret sırasında Hz. Süleyman’a Allah’ın bahşettiği hükümranlıktan çok etkilendiği ve onun tebliğiyle Müslüman olduğu, bu sırada Belkıs’ın tahtının göz açıp kapayıncaya kadar Kudüs’e getirildiği geniş bir şekilde yer almaktadır (Neml 27/17-44). Bu kıssaya ilaveten Hz. Süleyman’la ilgili Kur’ân-ı Kerim’de farklı bilgiler de verilmektedir. Ona hususi bir ilim ve hiç kimseye verilmeyen bir hükümranlık mülk ve saltanat verilerek Hz. Süleyman’ın üstün kılındığı, ona kuş dilinin öğretildiği (Enbiya 21/78-80; Sâd 38/36-40; Neml 27/15-16), rüzgârın onun emrine verildiği, insanlar, cinler ve kuşlar başta olmak üzere mahlûkatın onun emrine âmâde kılındığı (Neml 27/17; Sebe’ 34/12-13), cinlerin onun için denizlerin derinlerinden hazineler çıkardıkları (Enbiyâ 21/81-82), onun imtihan edildiği, tam bir teslimiyet ve samimiyetle Allah’a yöneldiğini ifade edilen âyetleri (Sâd 38/30-35) örnek olarak zikredebiliriz.
Hz. Süleyman’ın saltanatı içerisinde dini alanda yaptığı en önemli işin Süleyman Mabedi’nin inşası olduğu genel olarak kabul edilir. İsrailoğulları’nın Hz. Mûsâ önderliğinde Mısır’dan çıkışları sonrasında çölde göçebe halde dolandıkları zaman inşa edilen “Mişkan” isimli çadır dini hayatın merkezini oluşturmaktaydı (Çıkış 25: 8-9). İsrailoğulları Yeşu önderliğinde Filistin topraklarını ele geçirerek yerleşik hayata geçmeye başlasalar da Kudüs’ün alınmasına kadar sabit bir mabet inşasını gündemlerine almamışlar, Mişkan’ı Gilgal, Şilo gibi kentlere kurmak suretiyle seyyar olarak taşımaya devam etmişlerdir. Her ne kadar Hz. Dâvûd Kudüs’ü Yebûsîlerin elinden aldığında kendisi için saray inşa etmiş ve Tanrı için de bir mabet inşasına niyetlenmişse de Tanrı’nın emriyle bu işin oğlu Hz. Süleyman tarafından yapılacağı buyurulmuş; bunun üzerine Hz. Dâvûd mabet için gerekli malzemeleri ve mabet yerini temin etmekle iktifa etmiştir. Hz. Süleyman babasının niyetini süratle yerine getirmeye koyulmuş, Sur kentinden ustabaşı olarak Hiram’ı getirterek krallığının dördüncü yılının ikinci ayının ikinci gününde mabedin inşasını başlatmıştır (II. Tarihler 3: 2). İnşaat sırasında ciddi miktarda altın, gümüş, tunç ve diğer değerli maden ve eşyalar kullanılmış ve sonunda mabedin inşası tamamlanarak başta Ahit Sandığı ve Hz. Dâvûd’un mabet için adadığı altın, gümüş ve diğer eşyaları da getirtip mabedin hazine odasına yerleştirmiştir (I. Krallar 8:1-11; II. Tarihler 3-6. Baplar).
Hz. Süleyman, krallığının 20. yılında tamamlanan mabedin açılışı için büyük bir merasim tertip etmiş, çok sayıda kurbanlar kestirmiştir. Hz. Süleyman’ın bu esnada yaptığı açılış duasında son derece dikkat çekici ifadeler göze çarpmaktadır. Mabette diz çöküp ellerini semaya açan Hz. Süleyman Allah’ın birliğini, eşsiz ve benzersizliğini vurgulayıp kendilerine verdiği nimetlere şükrettikten sonra bu mabede yönelerek dua eden kullarının dualarına icabet etmesi; günahkâr kulların tövbelerini kabul etmesi; bolluk, bereket ve yağmur için burada yapılacak niyazları kabul buyurması; kıtlık, hastalık, afet, salgın ya da savaşlar sebebiyle buraya sığınıp el açıp dua eden kullarına yardım etmesi için Allah’a yakarmıştır. Hz. Süleyman duasında mabedin sadece İsrailoğulları için olmadığını, buranın Allah’a iman eden herkesin mabedi olduğunu da ifade ederek, “İsrailoğulları’ndan olmayan, ama senin yüce adını, gücünü, kudretini duyup uzak diyarlardan gelen yabancılar bu mabette dua ettiğinde sen onların dualarına icabet et. Öyle ki İsrailoğulları gibi dünyanın bütün insanları senin adını bilsin, senden korksun ve buranın senin mabedin olduğunu öğrensinler.” diye dua etmiştir (I. Krallar 8: 22-53; II. Tarihler 6: 12-42).
Hz. Süleyman’ın yaptırdığı mabet, tarihten günümüze kadar Süleyman Mabedi diye anılmaktadır. Ayakta olduğu dönemde İsrailoğulları için dini ve siyasi birliğin sembolü olan ve İsrailoğulları dışında Allah’a inanan herkesin yönelmesi için de inşa edilen bu mabette kadınlara da özel bir yer ayrılması, onların da burada ibadet edebilmesine imkân tanınması önemli bir ayrıntıdır. M.Ö. 586 yılında Babil Kralı Nebukadnezzar/Buhtunnasr tarafından yıkılıncaya kadar yaklaşık dört asır ayakta kalan ve İsrailoğullarının yerleşik ilk mabedi olan bu mekân İsrailoğulları için büyük ehemmiyeti haiz olmuş, bu dönem İsrailoğulları tarihini inceleyen kaynaklar tarafından I. Mabet Dönemi olarak isimlendirilmiştir.
Saltanatı süresince ülkesinin imarını, ekonomik ve siyasi gelişimini sağlayan Hz. Süleyman’ın dönemi, isminin anlamıyla da uyumlu şekilde[*] sulh ve barış içerisinde geçmiştir. Ancak Tevrat’ta onun ömrünün sonlarına doğru putperest, yabancı eşleri sebebiyle bir takım dini yanlışlar yaptığı, eşlerinin gönlünü hoş etmek için putlara tapınma yerleri yaptırdığı, hatta bizzat kendisinin de putlara kurbanlar sunduğu ve taptığı ifade edilmekte, bu sebeple ilâhî gazabı üzerine çektiği ve Tanrı’nın, onun devletinin parçalanmasına, krallığın elinden alınmasına karar verdiği, ancak babası Hz. Dâvûd’un hatırına bu kararın onun ölümüne kadar tehir edilmesine hükmedildiği ifade edilir (I. Krallar 11: 1-13). Kur’ân-ı Kerim’de ise Hz. Süleyman hakkında bu türden iddialar kesin bir dille reddedilmekte, onun hiçbir zaman küfre düşmediği vurgulanmaktadır (Bakara 2/102).
Tevrat’ta Hz. Süleyman’ın elinden krallığın alınmasının dini gerekçeleri onun Tanrı’nın yolundan çıkması olarak gösterilirken diğer kaynaklarda onun vefatından sonra krallığın ikiye bölünmesi farklı nedenlerle izah edilmektedir. Özellikle inşaat faaliyetleri için tüm halkı angarya ile zorla çalıştırmasının halkta rahatsızlık oluşturduğu, söz konusu yoğun inşaatlar için ağır vergiler getirdiği, bu vergilendirmede kendi kabilesinden (Yahuda) daha az, kuzey kabilelerinden daha çok vergi alması sebebiyle bu kabileler arasında ciddi rahatsızlıklar ortaya çıktığı ve inşaat faaliyetleri için ekonomik kaynak sağlamak maksadıyla kuzey sınır boylarında yirmi kadar şehri para karşılığı satmasının İsrailoğulları üzerinde yıkıcı etkisi olduğu pek çok kaynakta vurgulanmaktadır. Bütün bu şartlara ilaveten sarayda haremde yer alan yabancı eşlerinin dini kurallara aykırı sefih yaşamlarının Ahiya gibi bazı peygamberlerce eleştirilmesi ve bunların halk üzerinde oluşturduğu etkinin ülkenin bölünmesini önemli ölçüde etkilediği de kaynaklarda ifade edilmektedir. Sonuçta Tevrat’ta da belirtildiği üzere Hz. Süleyman’ın vefatıyla krallık, kuzeyde 10 kabileden müteşekkil İsrail Krallığı ve güneyde 2 kabileden oluşan Yahuda Krallığı olmak üzere ikiye ayrılmış, yaklaşık 80 yıldır devam eden Hz. Dâvûd ve Hz. Süleyman yönetimindeki birlik, huzur ve ihtişam sona ermiştir.
1948 yılında kurulan İsrail devletine kadar İsrailoğulları’nın tarihte kurdukları tam bağımsız yegâne devletin altın çağını oluşturan Hz. Dâvûd ve Hz. Süleyman’ın saltanatlarına yönelik özlem ve hasret, Yahudiler tarafından tarih boyunca ifade edilmiştir. Başta İsrailoğulları’nın sürgünde bulunduğu zamanlar olmak üzere zor şartlarda yaşamak zorunda kaldıkları her devirde bu iki kralın saltanatı süresince elde ettikleri ihtişamı hatırlayıp yâd ederek teselli bulmuşlardır. Hatta bu duygularını Yahudi dini içerisinde M.Ö. 2. yy.’dan itibaren ortaya çıkan ve Talmud literatüründe ayrıntılı hale getirilen “Mesih” inancı ile irtibatlandırmışlardır. Buna göre, ünlü Yahudi kelamcısı İbn Meymun (ö. 1204) tarafından oluşturulan 13 maddelik Yahudi amentüsünün 12. maddesinde Yahudileri kurtaracak, onları kutsal topraklara geri götürecek, diğer milletlerin hakimiyeti altında zelil bir şekilde yaşamalarına son vererek Hz. Dâvûd ve Hz. Süleyman dönemindeki ihtişamlı devirlerini onlara tekrar yaşatacak Hz. Dâvûd’un soyundan kurtarıcı bir “Mesih”in geleceğine, bu kurtarıcının liderliğinde Hz. Süleyman’ın inşa ettiği ilk mabedin yerine III. Mabet’i inşa edeceklerine inanmaktadırlar. Dolayısıyla Hz. Dâvûd ve Hz. Süleyman devirlerinde yaşanan ihtişamlı devir Yahudiler için sadece tarihin romantik bir hatırası değil, her birinin tekrar o ihtişama ortak olabileceklerine dair bir inancı ve geleceğe dair umudu da ifade etmektedir.
Kaynakça
Gürkan, Salime Leyla. İbrahim’den Ezra’ya İsrailoğulları Tarihi, Ankara: İSAM Yayınları, 2019.
Gürkan, Salime Leyla. Yahudilik, İstanbul: İSAM Yayınları, 2008.
Harman, Ömer Faruk. “Dâvûd”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, İstanbul: TDV Yayınları, 1994, IX, 21-24.
Johnson, Paul. Yahudi Tarihi, (çev.) Filiz Orman, İstanbul: Pozitif Yayınları, 2000.
Kur’an-ı Kerim. Diyanet İşleri Başkanlığı. Erişim 05 Aralık 2023. https://kuran.diyanet.gov.tr
Kurt, Ali Osman. “Tâlût”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, İstanbul: TDV Yayınları, 2010, XXXIX, 552-553.
Kutsal Kitap (Tevrat, Zebur; İncil). İstanbul: Kitab-ı Mukaddes Şirketi, 2016.
Küçük, Abdurrahman, “Câlût”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, İstanbul: TDV Yayınları, 1993, VII, 38.
Meral, Yasin. Yahudi Kaynakları Işığında Yahudilik, İstanbul: Milel Nihal Yayınları, 2022.
Sevilla-Sharon, Moshe. İsrail Ulusunun Tarihi, Yeruşalayim: Yahudi Cemaatleri Dairesi, 1981.
[*] Süleyman kelimesi, “barış ve esenlik” anlamına gelen İbranice “Şalom” kelimesinden türetilmiştir.