Hepimizin bir hayat hikâyesi var. Bizim, ailemizin veya atalarımızın hikâyelerinin bir yerinde mutlaka bir göç tecrübesi yaşanmıştır. Bazılarımızın ataları Kafkaslardan Anadolu’ya sürülmüş, bazılarımız Balkanlardaki yaşanan zulümlerden kaçıp buralara sığınmışızdır. Kimileri Almanya’da gurbetçi işçi olmuştur. Kimileri geri dönmüş, kimileri hala gurbet elde yaşıyordur. Bazılarımızın babaları ekmek parası için köyden kalkıp İstanbul’a göç etmiş, bazılarımız ise üniversitede okumak için ailemizden ayrılıp başka şehirlere gitmişizdir.
Her insan daha güvenli veya daha iyi geçimini sağlayabileceği yerlere gitmek ister. Kimileri kendilerini rahatsız eden durumlardan kurtulmak için göç ederken, halinden memnun olup, göç etmeyenler ise, yaşadıkları şehirlere gelen yeni göçmenleri karşılamak, onlarla hayatı paylaşmak durumunda kalır. Kısacası göçler ve göçmenlik konusu, her zaman, herkesin hayatının içindedir.
Göç: İnsanlık Meselesi
Dünyada 1 milyardan fazla insan kendi vatanından ayrı yaşamaktadır. Bu insanların yaklaşık üçte biri, yani 300 milyon kişi başka bir ülkede göçmen durumundadır. Atalarının göçmen olması hesaba katılırsa bu rakam çok daha yükselecektir. Zira bilindiği üzere, ABD, Kanada, Yeni Zelanda, Avusturya gibi bazı ülkelerin, yerlilerin ortadan kaldırılması ve soykırıma uğratılmasıyla, Avrupa’dan göç edenler tarafından kurulduğu biliyoruz.
İkinci dünya savaşında 60 milyondan fazla insan hayatını kaybetmiş ve Avrupa şehirleri tamamen yerle bir olmuştu. Avrupalılar, ülkelerini ayağa kaldıracak işgücünü temin edebilmek için önce sömürdükleri ülkelerden işçiler getirdiler. Ama yeterli olmayınca, Yunanistan, İtalya, İspanya, Portekiz, Yugoslavya gibi Avrupa’nın daha yoksul güney ülkelerinden işçi aldılar. Yine yetmeyince de Kuzey Afrika ve Türkiye’den işçiler ithal ettiler. İşçi göçlerine ilave olarak, bir de ülkelerindeki savaş, çatışma ve siyasal olaylardan kaçanlar vardı. 12 Eylül darbesinin öncesinde ve sonrasındaki güvensiz ortam ve 1990’larda yaşanan terör olayları Türkiye’den on binlerce kişinin mülteci olarak Avrupa ülkelerine sığınmasına neden oldu. Halen yaklaşık 5 milyonu Türkiye’den göç edenler olmak üzere, Avrupa’da yaklaşık 70 milyon göçmen yaşıyor.
Mültecilik
Birleşmiş Milletler (BM) verilerine göre dünyada zorla yerinden edilmiş kişilerin sayısı 2022 yılı itibariyle 100 milyonu aşmış durumda. Bu insanların yaklaşık 30 milyonunu oluşturuyor. Mülteciler, kendi ülkelerinden zulüm, savaş, siyasi baskı vb. nedenlerle kaçan ve ülke yönetimlerinin sahip çık(a)madığı, ülkelerini dönmeleri durumunda hayatları tehlikeye düşecek olan kişileri ifade etmekte kullanılan bir kavram. Göç her dönemin ve her ülkenin meselesi iken hem dünyada hem de Türkiye’de sadece mültecilik üzerinden gündeme geliyor. Oysa mülteciler bir milyarlık göçmen kitlesinin sadece yüzde 3’ünü oluşturuyor. Mülteciler büyük bir göç fotoğrafında küçük bir nokta iken hem Türkiye’de hem de dünyada bütün göç tartışmalarının odağında mülteciler[1] var. Zorla yerinden edilme ve mültecilik sorunun en masum tarafını göçmenler oluştururken, neredeyse bütün ülkelerde, oklar mültecilere çevrilmektedir. Dikkat edilmesi gereken şey, mültecilerin göç sorununun sebebi değil, sonucu ve mağduru olduklarıdır. Peki neden mülteciler, ülkelerinden zorla çıkarılanlar, sığınmacılar gittikleri ülkelerde hoş karşılanmıyor? Her göçmenin karşılanma biçimi farklı olurken, göç alan toplumlar sosyokültürel olarak kendilerine benzediklerini düşündükleri göçmenleri daha kolay, benzemediklerini düşündükleri göçmen topluluklarını ise “öteki” ve “yabancı” olarak gördükleri için daha zor kabul ediyorlar.
Yeni Göçmenlerimiz
Türkiye neredeyse 250 yıldır göç alıyor. Osmanlı Devleti’nin toprak kaybettiği yerlerdeki Müslüman ve Türk toplulukları, Anadolu’ya sığınmak zorunda kalmıştır. Ancak son yıllarda yakın coğrafyamızda yaşanan işgaller, savaşlar, devrimler, iç çatışmalar milyonlarca insanı yerinden etmiş ve Türkiye farklı göçmen tipleri ile karşılaşmıştır. 2011’den sonra ise Suriye’den gelen milyonlarca insana ev sahipliği yapmaya başlamıştır. Daha önce “biz”den olarak gördüğümüz, etnik veya kültürel olarak “Türk” olan göçmenlerden farklı, yeni göçmenler gelmeye başlamıştır. Hem toplum eski göçmenleri kendinden görürken, yasalar da Türk toplumu ile uyumunun daha kolay olacağı beklentisi ile göçmenlik şartını “etnik veya kültürel olarak Türk olma”ya bağlamıştı. Kırım üzerindeki hakimiyetini kaybetmeye başladıktan sonra Anadolu’nun Türkleştirilmesi odaklı olarak göçmen kabul eden Osmanlı Devleti, Cumhuriyet’in kurulmasından sonra bu göçmen politikasını yeni devlete de devretmiştir. Türkiye’de 2014’te yürürlüğe giren Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanunu’na kadar, göçmenlik için “etnik ve kültürel olarak Türk olma” şartı bir biçimde devam etmiştir. Şu anda yasada açıkça yazmasa da mültecilik için “Avrupa ülkelerinden gelmiş olma” şartı, bir nevi bu yaklaşımı sürmekte olduğu biçiminde yorumlanabilir. Türkiye 1990’lardan sonra, etnik ve kültürel olarak Türk olmayan yeni düzensiz göçmen toplulukları ile karşılaşmaya başladı. Eski tip göçmenler Türk olup, bu ülkenin temel unsurları olarak kabul edilirken, yeni tip göçmenler, BM tarafından mülteci olarak tanımlanan, “biz”den değil, “öteki” olarak düşünülen kişilerdir. Eski göçmenler Türk kabul edildiği için “göçmen Türk toplumunun bir parçasıdır” diye düşünülürken, yeni gelenler Türk toplumunun parçası olarak değil, “mülteci” gibi görülmeye başlanmıştır. Kitlesel göçün başladığı ilk yıllarda Suriyeliler “muhacir”, Türk toplumu “ensar” olarak düşünülürken, misafirlik uzayınca, ensar ve muhacir kardeşliği yerini mülteciliğe bırakmıştır.
Göçmenler ve Uyum Sorunu
Göç, göçmenler için yeniden bir toplumsallaşma sürecidir. Göçmenin, göç ettiği zamana kadar elde ettiği tecrübeleri, bilgi ve becerisi, sosyal çevresi, itibarı her şeyi göç etmesiyle kaybolur. Yeni ülkede her şey değersizleşir. Hayatındaki her şeyi yeniden kurmak ve geliştirmek zorunda kalır. Göçmenin hayatını yeniden kurma, her şeyi yeniden öğrenme, bildiklerini yeniden test etme, dilini, kültürünü, inancını, geleneklerini, göreneklerini her şeyini geride bırakıp, bunların tamamını yeniden öğrenmeyi zorunlu kılan bir süreçtir göç süreci. Bu durum hem göçmen hem de göçmenleri kabul eden toplum için zor bir süreçtir. İki taraf da birbirini yeterince tanımadığı için öncelikle bir güven sorunu ortaya çıkabilir. İki toplumun birbirine karşı bakışları uyum ve bütünleşmeyi kolaylaştırabilir de zorlaştırabilir de. Sosyal içerme dediğimiz göçmenin kabul edilme, topluma dahil edilme sürecini kolaylaştırmak için göçmenden daha fazla belki ev sahibi toplumun hoşgörüsüne, anlayışına ve kucak açmasına ihtiyaç vardır. Çünkü uyum dediğimiz şey iki tarafın birbirini kucaklamasıyla olacak bir şeydir. Bir taraf elini uzatırken diğeri sırtını dönerse uyum hiçbir zaman olmayacaktır. İki toplum arasındaki algı kendilerini göçmene yakın görme ve ev sahibine yakın görme, bu süreci kolaylaştıracak şeylerin başında gelmektedir. Türk toplumu eski göçmenleri, muhacirleri kendisinin bir parçası olarak görürken, yeni göçmenleri öteki olarak düşünebilmektedir. Etnik olarak Türk olmayan ve Türk kültürüne yakın olmadığı düşünülen Suriyeli, Afganistanlı veya Afrika ülkelerinden gelenler, muhacir gibi değil, mülteci gibi görülüyor. Bunun nedenlerinden biri de Türkiye’de Araplara karşı olumsuz bir önyargı ve algının olmasıdır. Arapların Türk toplumuna hiçbir zaman kültürel olarak uyum sağlayamayacağı, eriyip gidemeyeceği algısı sosyal içermeyi ve uyumu geciktiren hususlar olarak dikkat çekmektedir.
Müslüman göçmenler “öteki” olabilir mi?
Uyumu kolaylaştıracak veya zorlaştıracak şeylerin başında din gelmektedir. Müslüman bir göçmen, başka bir Müslüman ülkede “öteki” olarak görülebilir mi? Avrupa’nın gündeminde göçmenlerin uyum sorununun merkezinde, ev sahibi toplum ile göçmen toplumun dini ve kültürel olarak çok farklı olması yatmaktadır. Helal gıdaya erişme, tesettür, cami-minare-ezan-, çocukların sünneti, kurban vb. gibi birçok ibadet ve kutsal şeyler Avrupa toplumu tarafından uyumun önündeki sorunlar olarak görülebilmektedir. Dolayısıyla Müslüman göçmenlerin inanç ve ibadetlerinden vazgeçmedikleri sürece tam olarak Avrupa’da uyumlu bir toplum olarak görülmeleri mümkün görünmemektedir. İsimlerinin Türk veya Müslüman ismi olması dahi istihdama erişimde bir engele dönüşebilmektedir. Suriyeliler ile Türkler arasındaki benzerlikler, farklılıklardan çok daha fazladır. Türkler dört yüzyıldan daha Suriyelerle birlikte, Osmanlı Devleti çatısı altında yaşamıştır. Sadece dini bağlar değil, yüzyıllardır akrabalık bağları da kurulmuştur. Önyargısız bakıldığında, Türkler ile Suriyeliler arasındaki sosyal mesafenin zannedildiği kadar çok olmadığı görülecektir. Yani Fransa’da veya Almanya’da Türk olmakla, Türkiye’de Suriyeli olmak aynı değildir. Müslüman bir göçmen toplumu ile Müslüman olmayan bir toplumun kaynaşması çok kolay değil. Suriyeliler, Avrupa’daki Müslüman göçmenlere göre daha kolay sosyal uyum sağlayabilir.
Siyasiler halkı zehirliyor
Göçmen karşıtlığı sadece Türkiye’de değil, bütün göç alan toplumlarda mevcut olan bir durumdur. Bazı ülkelerdeki aşırı sağcı ve ırkçı partiler, göçmenler karşı açıkça düşmanlık yapmakta ve halkı göçmenlere karşı kışkırtmaktadır. Türkiye’de de bazı siyasiler “göçmen karşıtlığını” oya çevirebilmek için, açıkça ayrımcı ve ırkçı bir siyasi söyleme sarılabilmektedir. Hükümeti eleştirmek amacıyla ucuz ve popülist bir politika olarak göçmenleri kullanabilmektedir. Böyle bir politik söylemin sosyal hayatta çok olumsuz yansımaları olabilmektedir. Yalan ve manipülatif konuşmalar veya sosyal medya paylaşımları ile masum insanların damgalanması ve ötekileştirilmesi söz konusu olabilmektedir. Okula giden çocuklar akran zorbalığına maruz kalabilmektedir. Bu tür tutum ve davranışlar özellikle çocuklarda travmalara yol açabilmektedir. Türkiye’ye sığınan insanlara “vatanseverlik” maskesi altında ırkçılık yapanlar hem bu ülkeye hem de göçmenlere büyük bir kötülük yapmaktadırlar. Bundan sonra birlikte yaşayacağımız milyonlarca insanı dışlamak, gelecek nesilleri bu topluma düşman etmek toplumsal barışı zehirleyen tutumlardır. Masum insanların linç edilmesine neden olan kişiler hem dünyada hem de (inanıyorlarsa) ahirette göçmenlerle helalleşmeleri çok zor olacaktır. Irkçılık bu ülkeye yapılacak en büyük ihanettir. Bu ülkeyi ırkçılık illeti ile zayıflatmaya ve çatışmaya sürüklemek isteyenlere inat, düşmanlık tohumları ekmek istemelerine rağmen, Türkiye toplumu engin hoşgörüsü ve irfanı ile bu toprakları vatan belleyen herkesle kardeşçe yaşayacak, ırkçılık yapanlar da kendi ayıpları ile kalacaktır.
Meselenin En Masum Tarafı: Göçmenler
Göç meselesinin en masum tarafı, evini barkını terk ederek bilmedikleri yerlere göç etmek zorunda kalan göçmenlerdir. Ama ne yazık ki göç sürecindeki tüm eleştiriler ve oklar bu en masum kitleye, göçmenlere yöneltilmektedir. Göçmenleri göçe zorlayan nedenler ve aktörler, göç edilen ülkede karşılaştıkları yasal ve toplumsal muameleler, göçmenliğin en masum tarafını zor duruma düşürmektedir. Zorla yerinden edilmiş kişileri suçlamak yerine, onları göçe zorlayan kişi ve yönetimleri eleştirmek daha doğru olacaktır. Göçü engellemenin yolu, göçmenleri sınırlardan içeri sokmamak veya zorla geri göndermek değil, göçü doğuran sebepleri ortadan kaldırmaktır. Mültecilik bir tercih değil, zorunluluktur. İnsanlar hayatta kalabilmek ve insan onuruna yaraşır bir hayat yaşamak için vatanını terk etmek zorunda kalmaktadır. Hiç kimse başı dik ve onurlu bir biçimde kendi ülkesinde yaşamak varken, sürekli hakarete uğrayıp, dışlanacağı bir toplumda yaşamak istemez. Göçmen düşmanlarının ırkçı tavır ve söylemlerine rağmen göçmenleri bir ülkede yaşıyorsa, kendi ülkelerinde yaşam hakkı olmadığı içindir. Hayati riski olan insanların, her ülkeye sığınma hakkı vardır. Kısacası hayat hakkı, en kutsal haktır. Bize yakışan insanları ölüme ve zulüme terk etmek değil, ülkemize sığınan kişilerin huzurlu ve onurlu yaşayabilmelerine katkı sunmaktır. Bir insanı kurtarmak, tüm insanlığı kurtarmaktır.
[1]Türkiye’deki Suriyelilerin statüsü geçici korumadır. Türkiye’de sadece Avrupa ülkelerinden başvuranlar mülteci statüsü alabilmektedir. Avrupa ülkeleri dışından gelenlere Türkiye uluslararası koruma, insani ikametgâh gibi farklı statülerde koruma sağlamaktadır.