Dinler tarihinde şehirler; sadece geniş caddelerden, çarşı ve pazarlardan, basit dar sokaklardan ve sakinlerin yaşadığı binalardan ibaret değildir. Şehirler, aynı zamanda kutsal bir coğrafyayı da işaretleyerek medeniyet konumları inşa eden ve bu bağlamda inanç, ilim, eğitim ve kültürel zenginlikleriyle ve çok boyutlu sosyo-politik ve maddi varlıklara dayalı ekonomik güçleriyle de öne çıkmaktadır.
Müslümanların adlandırmasıyla Kudüs-ü Şerif veya Yahudilerin verdikleri isimle Yeruşalim, (İngilizce Jerusalem), antik çağlardan günümüze kadar çok boyutlu anlamlarıyla bu özelliklere sahip nadir şehirlerden biridir. Kadim dünyada sıradan putperestlerin elinde sıradan bir şehir iken İsrail peygamberlerinden Yuşa (as) zamanında alınması için çaba gösterilen (Yuşa, 10/1-4) ama başarılı olunamayan Kudüs, önceleri Yebusiler adındaki bir kavmin elinde bulunduğu için Yebus adı da verilmekteydi.
İsrailoğulları tarihinde ilk kral olan Talut’un ölümünden hemen sonra zırhını giyen savaşçı bir peygamber olarak Hz. Dâvûd (as), kral olmuş ve ilk icraat olarak Kuzey ve Güney kabileleri toparlamayı başararak Kudüs’ü putperestlerin elinden kurtarmış ve şehri krallığının politik ve dini başkenti yapmıştı. Yahudi geleneğine göre şehre Yeruşalim adını veren Hz. Dâvûd’dur. Bu şehrin kuzey ve güney İsrail kabilelerinin tam ortasında bulunması, Yahudi halkı için önemli bir coğrafi konumlama idi. Şehir aynı zamanda savunma açısından da elverişli bir konumda idi. Zira şehrin doğu ve batı yakaları derin iki vadi tarafından istilaları zorlaştıracak şekilde uzanmaktaydı (Lawrence, 2003: 31-32).
Hz. Dâvûd (as), şehirde önceleri Yebusilerin kalesi olarak kullanılan ve şehrin en yüksek tepesini oluşturan Zion adlı yerde yeri kraliyet sarayı olarak inşa ettirmiş, Ahit Sandığı’nı şehre getirerek onu dini açıdan da ulusun başkenti yapmıştı. Hz. Dâvûd (as), Ahit Sandığı’nı İsrail’in ibadet ettiği, toplanma çadırının içine koymasına rağmen toprak ve kral sahibi olan kavme bir tapınak inşa etme düşüncesindeydi. Yahudi kaynaklarına göre devrin peygamberi Nathan’ın vahyiyle Tanrı’nın bu tapınağı inşa etmesini istemediğini öğrenen Hz. Dâvûd (as), bu fikirden vazgeçer (I. Tarihler, 17.bab). Tapınak inşa etmek oğlu Hz. Süleyman’a (as) nasip olacaktır (Nelson’s, 1986: 549-551).
Gittikçe önemi artan Kudüs en görkemli dönemini Hz. Süleyman’ın (as) krallığında yaşamıştı. Zira Hz. Süleyman (as), babasının rüyasını gerçekleştirmiş ve Süleyman Mabedi diye bilinen tapınağı ve saray kompleksini inşa etmişti. M.Ö. 922 yılında Hz. Süleyman (as) ölünce İbrani krallığı ikiye bölünmüş ve Kudüs’ün şanlı statüsü gittikçe düşmeye başlamıştı. Yahuda (Judah) ve Bünyamin (Benjamin) adlı güney kabileleri Kudüs’ü başkentleri kabul etmişler, şehir politik açıdan ayrılmış olmasına karşın, kuzey kabileleri tarafından ibadet için gelinen kutsal şehir olmayı sürdürmüştü. Yahuda kralları nöbetleşe olarak pagan tesirleri benimsemiş ve sözde monoteist yapmışlar bu tavırlar ise Kudüs’ün her açıdan düşüşünü ve tahribini hızlandırmıştı (Nelson’s, 1986:551; Lawrence, 2003: 32).
Bu kısa girişten sonra diyebiliriz ki: İnsanlık tarihi boyunca askeri, dini ve eko-politik açıdan boyunca Kudüs’ü ele geçirmek, yıkıma uğratmak, etkisi altına almak veya koruyup kollamak üzere üç farklı egemenlik türü ve politik tavrı mevcut olmuştur: putperest kavimlerin “yıkıcı tahrip edici” anlayışları, Yahudi ve Hıristiyanların baskıcı tekelci algıları ve son olarak Müslümanların koruyup kollayıcı ve köklerine döndürücü ihya edici yaklaşımları.
- Kudüs’e Yıkıcı Putperest Tavırlar
Kudüs’e karşı ilk yıkıcı tavır putperestlerden geldi. Bu zalim güçler, Dâvûd ve Süleyman peygamberlerin fethedip inşa ettikleri Kudüs’ü kendilerine rakip görüp ona düşmanlık edenlerin yaklaşımını yansıtmaktadır. Söz gelişi M.Ö. 722 yılında kuzeydeki kabilelerin bulunduğu İsrail krallığı Asurlular tarafından yıkılınca Güney Krallığı Kudüs’ün başkentliğinde hayatiyetini bir müddet daha sürdürmüş ancak Babililer, Buhtunnasr idaresinde M.Ö. 587’de Yahuda devletini yıkarak halkı Babil’e tutsak ve köle olarak götürmüş, Kudüs’ü tahrip edip Süleyman Mabedini (Beyt ha-Mikdaş) tüm kurumsal kimliğiyle ve fiziksel görünümüyle ortadan kaldırmıştı.
Yaklaşık yarım asır sonra (M.Ö. 537) gerçekleşen Babil esaretinden kurtulan ve Filistin topraklarına geri dönmelerine izin verilen Yahudiler, ruhbanların öncülüğünde Süleyman Mabedi’ni yeniden inşa etmişler ancak M.S. 67’de tam anlamıyla henüz yapılanması tamamlanan bu mabed sadece üç yıl sonra M.S. 70 yılındaki Yahudi isyanı sonucu Romalı putperest İmparator Titus ve ordusu tarafından yakılıp yıkılmaktan kurtulamadı. Kudüs’ün İsrail kimliği tamamen silindi. Yahudiler zorunlu olarak diaspora kültürüyle tanışmak zorunda kaldılar. Tanrı ile sürekli yürüdüğünü iddia eden ve kendisini “İnsanların Işığı” (Lumen Gentium) gören bir kavim tahrip ve tahrif edici pagan güçler tarafından Tanrı’nın evinden ve Dâvûd’un görkemli şehrinden uzaklaştırıldı.
- Kudüs’e Tekelci Baskıcı Yaklaşımlar
Bu tavır tarihte “Cennetin Krallığını” veya “Göksel Kudüs krallığını” kurmak isteyen Hristiyan haçlıların, Yahudi ruhban geleneğinin asırlar süren tavrı, günümüzde ise Siyonistlerin, Evanjeliklerin Filistinli Müslümanlara terör estiren sözde devlet İsrail’in kötümser yaklaşımı kabul edilebilir. Zira Yahudiler, Küdüs’ü seçilmiş halk öğretisiyle desteklenen ve sosyo-kültürel açıdan oluşturdukları sinagog merkezli tecrit ve elit uzleti anlatan getto zihniyle diğer insanları dışlayan ve başka kültürlerden “arındırılmış” bir salt Yahudi yerleşim yerine dönüştürmek ister. Bu yüzden Siyonistler de kendilerini Yahudiliğin devamı gören Hristiyanlar da Kudüs’ün barındırdığı tüm irfan medeniyet ve birikimi tasfiye etmek isterler.
Politik açıdan Siyonizm, Yahudilerin kutsal topraklarda ibadet etmelerini, oraya yeniden geri dönerek tekrar eski şanlı günlerine geri dönmeyi amaçlayan, kökleri II. Tapınak dönemine kadar giden, 19. yüzyılın sonlarından itibaren gelişme gösteren teo-politik bir Yahudi ideolojisidir. Siyonizm, diğer milletlerden üstün, güya onlar adına seçilmiş bir halk olan Yahudilerin, Tanrı Yahve’nin kendileriyle yaptığı özel ahit karşılığında onlara vadedilen toprağa, kral ve tapınağın Filistin’de yeniden yapılandırılmasına yönelik güçlü vurguları olan bir ideolojidir. Kudüs, tekelci ve dışlayıcı bir anlayışa sahip Siyonizm’e göre sadece Yahudiliğe ve Yahudilere aittir. Siyonizm daha özel anlamda Yahudileri, kendilerini vaat-ifa diyalektiğine sahip olan ve hiçbir millete daha önce verilmeyen ilâhî ve fiziksel güçlerle donatılmış bir halk olarak görür (Daccarett, 2005: 315- 345).
Siyonizm, vadedilen toprakların kutsallığını katmanlar halinde anlar. Buna göre Nil’den Fırat’a kadar uzanan bölge Yahudi halkına Tanrı tarafından hibe edilmiştir. Bu topraklar Tevrat kadar mukaddestir. İkinci katmanda ise tarihte Hz. Yuşa ile başlayan, Dâvûd ve Süleyman kral peygamberler tarafından fethedilen Yahudilerin fiili toprakları bulunur. Üçüncü katmanda Siyonistlerin ezeli-ebedi başkent kabul ettikleri Kudüs şehri yer alır. Dördüncü katmanda ise Zion Tepesinde yer alan Beyt ha-Mikdaş (Beytü’l-Makdis/Süleyman Mabedi) varken son ve çekirdek katmanda ise bu mabedin içinde kutsal ahit sandığının bulunduğu kutsalın en kutsalı denilen mekân yer alır. Yahudilere göre yeryüzündeki en mukaddes yer burasıdır ve şimdilerde Müslümanların elindedir.
Siyonizm’e göre Kudüs’ün önemi de katmanlar halinde anlaşılabilir; öyle ki başlangıçta putperest bir şehirken kral Dâvûd sayesinde kutsanmış ve İsrail politikalarının merkezi olmuş, Ahit Sandığı ve içindeki Tevrat’ın bulunduğu Mabed’in bu şehirde olması Tanrı’nın gizemli varlığı olan Sekine’nin (şakinah) ağlama duvarında kain oluşu gibi sebepler Kudüs’ün önemi için yeterlidir. Babil’den itibaren Yahudilerin Kudüs özlemini Mezmurlar şöyle dile getirir: “Ey Kudüs! Seni unutursam sağ elim kurusun. Seni anmazsan dilim damağım birbirine yapışsın.” (Mezmurlar 137) (Hasanoğlu, 2015: 125- 146).
Ahir zamandaki olayları kapsayan Yahudi sözde fiten (Apokaliptik) literatürü, Kudüs’un son günlerdeki dünya başkenti olarak maddi alem içindeki önemini ve Siyonizm için güçlü rolünü şöyle vurgular: “Amots oğlu Yeşaya’nın Yahuda ve Yeruşalim’le ilgili görümü: RAB’bin Tapınağı’nın kurulduğu dağ, Son günlerde dağların en yücesi, Tepelerin en yükseği olacak. Oraya akın edecek ulusların hepsi. Birçok halk gelecek, “Haydi, RAB’bin Dağı’na, Yakup’un Tanrısı’nın Tapınağı’na çıkalım.” diyecekler, “O bize kendi yolunu öğretsin, biz de O’nun yolundan gidelim.” Çünkü yasa Siyon’dan, RAB’bin sözü Yeruşalim’den çıkacak. RAB uluslar arasında yargıçlık edecek, Birçok halkın arasındaki anlaşmazlıkları çözecek. İnsanlar kılıçlarını çekiçle dövüp saban demiri, mızraklarını bağcı bıçağı yapacaklar. Ulus ulusa kılıç kaldırmayacak, Savaş eğitimi yapmayacaklar artık. Ey Yakup soyu, gelin RAB’bin ışığında yürüyelim.” (İşaya, 2/1-5).
Gayet masum olarak anlaşılabilen metin Siyonizm için eskatolojik ve aşırı politik anlamlar içerir; mesela, bütün insanların İsrail’in köle olması, On Emrin verildiği Sina Dağı’nı temsil eden İsrail peygamberler geleneği yerine II. Tapınak döneminde gittikçe güçlenen ruhbanları ima eden Zion Dağı’nın en yüce dağ oluşu, Kudüs’ün sadece İsrail’in değil tüm dünya için anahtar roller üstlenmesi, insanlığın karanlık içinde İsrail’in ise tüm insanlığın ışığı olması temel anahtar ifadeler olarak göze çarpmaktadır. Ancak buradaki temel nokta, Siyonistlerin teolojiye bulandırılmış siyasi anlayışında İsâ Mesih dışında başka bir Mesih’in gelip Kudüs’ü ve tapınağı kurması ve kral olarak devleti idare etmesidir (Taylor, 1972: 35-51).
Ütopik “Göksel Kudüs” inşa etme peşindeki Hristiyan dünyasında bilhassa kiliseler içinde arasında Evanjelikler en dikkat çeken ikinci tekelci görüşe sahiptirler. Bu akıma mensup olanlar, Protestan ana akımı içinde bulunan ve misyoner karakterde İsa Mesih’in Rab oluşuna, O’na kulluğa özel önem veren, O’nun getirdiği ve müjde adı verilen mesajına özel vurgular yapan, İncil’i merkez odağında gören bir mezheptir. Evanjelizm, kilise içinde hiyerarşi ve skolastik bir bakış açısına papalığın dini otoritesini reddeden Protestan bir gelenek olarak İsa Mesih’in Rab ve yargılayıcı olarak ikinci gelişine özel önem vurgular yapar. Evangeliklere göre tarihin zirve noktası, bu ikinci görkemli geliştir; zira İsâ Mesih, Göksel Yeni Kudüs’ü inşa ederek Tanrı’nın görkemini izhar edecek nihai yargılamayı yapacak iyiler ve kötülerin safını belirleyip cennet ve cehennemin sınırlarını çizecektir (Gönültaş, 2003: 12-65).
Evanjelik Kudüsü, Yuhanna’nın ilâhî vizyonuyla belirlenen (Vahiy, 18), Yeni Kudüs adıyla bir Cennet olarak inşa edileceğinden yeryüzündeki herhangi bir şehre eşdeğerde olamaz. O bir şehirden de öte bütün metafizik ihtişamıyla ve azametiyle Tanrı’nın katından inen ama göksel bir devlettir, dünyadır, evrendir, bir paradigmadır, bir perspektif veya dünya görüşü, rafine edilmiş bir salt iyilik kültürü, aklın kavrayamayacağı kadar estetik mimarilerle dolu bir yerdir. Buna ilave olarak Hristiyan kutsal kitap külliyatına göre (mesela Vahiy 18,19, 20 ve 21. Bablar; İşaya 33:24; 35:1- 2) Göksel Kudüs’ün hükümranlığına karşı ona alternatif bütün dünya şehirleri, dünya görüşleri “Şeytan’ın tüm dünya sistemleri” olarak pagan Babil ile özdeşleşirler. Bu şehirlerin inşa ettikleri medeniyetler tamamen yok olacak veya edilecek buna karşın Kudüs, cennete dönüşerek Tanrı’ya vefalı insanlar kusursuzluğa mükemmel bir uyuma ve barış ortamına ulaşacaktır (Field, 1986: 7-17).
Evanjeliklere göre Tanrı ilk insandan bu yana katmanlar halinde yedi devir yaratmış en son devri altın çağa Mesih’in çağına ayırmıştır. Milenyum cağı adı verilen bu şaşalı dönemde İsâ Mesih başkumandan olarak gelecek “Tanrı tarafından seçilmiş ilk halkı olan Yahudileri ve Kutsal Hristiyan cemaatini yani ikinci seçilmiş halkı toplayıp düşmanla kötülerle savaşacak Deccal (Antichrist) adı verilen kötülerin ordusunun kumandanı yenilgiye uğrayacak ve göksel Kudüs’ün başkenti Mesih’in yargıç kral olduğu bin yıllık barış dönemi başlayacaktır. Zira Babil’in aksine Kudüs, her türlü kötülükten “damıtılmış” ve ilâhî olmayan şeylerden “arındırılmış” bir şekilde Tanrı’nın tüm yargılamalarından beri olacak (mesela Vahiy, 21/9), kurtulmuşların evi, Tanrı Kuzusu İsa Mesih’in gelini ve Tanrı’nın görkemi ve gizemli varlığı (şakinah) haline dönüşecektir. (Vahiy, 21/9 ve 2; 21/11)
Sonuç olarak denebilir ki: Evanjeliklerin şu an için İsrail’e tam destek vermelerinin ardında bu eskatolojik teolojilerle örgülü politik inançlar yumağı bulunmaktadır. Zira dışlayıcı ve tek otorite kabul eden bir anlayışla “Evanjeliklerin Göksel Kudüsü”, tek bir cümleyle maddi olmayan bir yapılanma olarak gelecekteki “Hristiyan cennetini” ve “göksel melekutu” yansıtan bir yerdir. Bunun için İsrail’in kaybolmuş kuzularının bir araya gelmesi yani üçüncü bir restorasyon veya iyileştirme öne çıkmalıdır ki İsâ Mesih’in gelişi hızlansın. Teo-politik yönü güçlü Evanjelikler, Kudüs ve altın çağ bağlamında Siyonizm’in temel argümanlarını İsâ Mesih’in ikinci gelişine monte etmeleri sebebiyle “Siyonist Hristiyanlar”, radikal ve dışlayıcı ve Mesih merkezli öğretileri sebebiyle fundamentalist Hıristiyanlar veya “Amerikan Talibanı” ve teo-politik yaklaşımları sebebiyle “aşırı sağ” olarak da isimlendirilebilmektedir.
- Kudüs’e İhyacı Müslüman Yaklaşımı
Müslümanların bu bölgeye koruyucu ve ihya edici yaklaşımında teolojiden beslenen ve tarihle şekillenen aktüel ve reel-politik faktörlerin etkisi büyüktür. Bu faktörler Hz. Peygamber (sas) döneminden itibaren Müslüman toplumların Kudüs ve Mescid-i Aksa’ya ilgisindeki etkin unsurları olmuştur. Söz gelişi teolojik açıdan mübarek ve mukaddes olarak vasıflandırılan Kudüs ve Mescid-i Aksa hakkındaki âyetlerin varlığı (söz gelişi, A’raf, 7/137, İsra, 17/1; Enbiya, 21/81; Sebe’, 34/18), tarihsel açıdan bilhassa İsrail tarihi boyunca bu toprakların İbrani Peygamberlerin yurdu olması ve Hz. Peygamber’in (sas) Mescid-i Aksa’yı ziyaret edilecek üçüncü mescit görmesi, İslâm tarihi açısından Mescid-i Aksa’nın Müslümanların ilk kıblesi olması, İsra ve Miraç olaylarının geçtiği yer olması öne çıkan faktörler arasında sayılabilir (Altun, 2017: 156- 162).
Yine Müslümanlara göre Hz. Dâvûd’un fethedip “Selam Şehrine” dönüştürdüğü bu şehir insanlığın tüm irfanî birikimlerini kucaklayan, medeniyet inşa edici özelliğini koruyan her türlü tahrife, tahribata karşı Allah’ın dinini yayanların tavrı, ihya edici tavırla idare edilmelidir. Aslında bu yaklaşım Mekke’yi fetheden Hz. Peygamberin (sas) tavrıdır, bizzat Arabistan’dan kalıp gelip şehre giren Hz. Ömer’in tavrı, zalim Haçlıların elinden şehri kurtaran Selahaddin-i Eyyubi’nin tavrı, Yavuz Sultan Selim’in tavrıdır. Bu bakımdan bu yaklaşım, bütün Müslümanların anlayışı olmalıdır.
Kur’an-ı Kerim İsrâ sûresi birinci âyetiyle açık bir dille Kudüs’e ve Mescid-i Aksa’ya işaret etmektedir:
“Bir gece, kendisine âyetlerimizden bir kısmını gösterelim diye (Muhammed) kulunu Mescid-i Harâm’dan, çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksâ’ya götüren Allah noksan sıfatlardan münezzehtir. O, gerçekten işitendir, görendir” (İsra, 17/1).
Bu âyet açık bir şekilde kutsalın kaynağının Kuddûs olan Allah olduğunu göstermekte; Allah’ın mukaddes ve mübarek kıldığı mekânı göstermektedir. Bir yerin kutsallığını belirleme de etkin faktörün fiziksel olmadığını Allah’ın bizzat “Tamamen Farklı” oluşunun kazandırdığı metafizik bir özellik olduğunu öğretmektedir. Tanrı ile beraber Tanrı şehrine doğru kutsal yolculuk içindeki olan ve karanlıktaki tüm insanların ışığı olduğunu iddia eden (Lumen Gentium) tüm “İsrail” e ve kendisini “İkinci İsrail” ve “İkinci Tanrı Halkı” gören Hristiyanlara karşı, Kudüs’e kutlu bir gece yolculuğu (İsrâ) yapan bir Hz. Peygamber Efendimiz (sas) vardır.
Tarih boyunca, Müslümanlar, Kudüs’ün kutsallığı ile Mescid-i Aksa’nın kutsallığını özdeşleştirmişler, ne geçmişteki görkemli nebevi şanınını yeniden politik amaçlarla kurgulayan Siyonistler gibi bir baskı aracına dönüştürmüşler ne de Evanjeliklerin tekelci ve arındırılmış göksel Kudüs’üne çevirmişlerdir. Müslümanların Kudüs’ü reel politik bir anlam taşır ve bunu yansıtır. Daha açık bir ifadeyle Müslümanlar, barışı insanlar arasında yayan şehre girerken barışı da götüren anlayış olarak Hz. Süleyman’ın (as) kral olarak niyazda bulunduğu Hz. Peygamber’in İsrâ’yı ve Mirac’ı gerçekleştirdiği barış şehridir. Selahaddin Eyyubi’nin gayesi bu şehri asli işlevine tekrar kavuşturmaktı. Zira İslâm kaynakları şehre giren Hz Ömer’in Hristiyanlarca en kutsal yerlerden kabul edilen ve Hz. İsâ’nın göğe yükseldiği yere Kamame veya Kıyame Kilisesi’nde ibadet etmesi için Patriğin yaptığı daveti (ilerde İslamlaştırılabileceği endişesiyle) kabul etmemesi Kudüs’ün statüsünü korumaya yönelik yaklaşım sayılabilir. Bu teklife karşı Hz. Ömer (ra), Mescid-i Aksa’nın yerine sormuş ve orada ibadet etmişti.
Yine Osmanlı kaynakları bize göstermektedir ki bu kilisenin anahtarı hiçbir Hristiyan mezhebi ve görüşüne mensup kişinin değil bir Müslüman ailenin elindedir. Bu Müslümanlara duyulan güvenin, İslâm’ın barış yapıcı gücünün ve Kudüs’e bakışının bir özeti sayılmalıdır. Zira günümüzde bile şehrin giriş kapılarının birinde “Lailahe illallah İbrahim Halilullah (Allah’tan başka ilah yoktur İbrahim Allah’ın dostudur)” diyen bir Osmanlı kitabesi şehrin her şeyi kuşatıcı, barışçıl, koruyup kollayıcı statüsünü gelip geçenlere haykırmaktadır. Bu kitabe aynı zamanda Aziz Milletimiz’in ufkunun genişliğini ve kucaklayıcı Osmanlı Barışı’nın en büyük delilidir. Zira sahip olduğu politik gücü, Siyonistler ve Evanjelikler gibi tektipleştirmek ve zulmetmek için değil mazlumları koruyup kollamak hakkı izhar edip batılı izale için kullanır. Türkiye’nin ufku, Allah’ın müminlere vaat ettikleri olmalıdır.
Nitekim Orta Çağ boyunca Müslümanlar, dünya hayatında barışı insanlar olarak Hz. Dâvûd’un ve Hz. Süleyman’ın kral olarak yaşam sürdüğü, sokaklarında peygamberlerin dolaştığı Hz. Peygamber’in İsra’yı ve Miracı gerçekleştirdiği bir barış yurdu olarak görmüşlerdir. Bizzat Yahudi tarihçilerin de kabul ve itiraf ettikleri gibi Yahudilerin Kudüs’teki nüfusu her geçen asırda daha da artmış özellikle Osmanlının yükselme döneminde Kudüs’teki konum ve statüleri oldukça iyi seviyelere çıkmış ve Türk idaresinin çoğulcu yaklaşıma sahip derin hoşgörüsü altında refah ve rahat bir yaşam sürmüşlerdir (Cohen, 1984: 55-250).
Son olarak diyebiliriz ki Mukaddes İslâm şehri Kudüs ve onun kalbinde bulunan Mescid-i Aksa, tarih boyunca Müslümanların elinde gerçek hüviyetine kavuşmuş ve gelecekte de statüsü yine Müslümanlar tarafından etkin olarak belirlenmelidir. Nitekim Hristiyanlar, kendileri açısından en mukaddes kabul ettikleri mekân olan ve Hz. İsâ’nın (as) göğe çıktığı yere inşa ettikleri Kıyame Kilisesi’nin anahtarlarını Müslümanlara teslim etmişlerdir. Başkasının mukaddesatına bile güven verici bu tavırlarıyla Müslümanlar yoksa tüm kutsal değerleriyle bu şehir tarih boyunca şahit olduğu harap durumlardan kurtulamayacak ve günümüzde olduğu gibi “yabancı ellerde” kan, gözyaşı ve ıstıraplara maruz kalacaktır.
Kaynakça
Altun, İsmail, “Sahabe Gözünde Kudüs ve Mescdi-i Aksâ”, ILTED, 47(2017), 153- 169.
Cohen, Amnon (1984), Jewish Life Under Islam: Jerusalem in Sixteenth Century, Cambridge: Harvard University Press.
Daccarett, Paula, “ 1890s Zionism reconsidered: Joseph Marco Baruch”, Jewish History, 19 /4 (2005), 315- 345.
Lawrence, H. Schiffman, “Jerusalem: Twice Destroyed, Twice Rebuilt”, The Classical World, 97 /1 (Autumn, 2003), 31-40.
Nelson’s, Illustrated Bible Dictionary (1986), “Jerusalem”, ed. Herbert Lockyer, Nashville: Thomas Nelson Publishers, 549- 554.
Stockton, Ronald R., “ Christian Zionism: Prophecy and Public Opinion”, Middle East Journal, 41/ 2 (Spiring 1987), 234- 253.
Taş, Kenan Ziya (2016), Osmanlının Son Cihan Projesi Kudüs Selahaddin Eyyubî Külliye-i İslâmiyesi, İstanbul: Post Yayınları.
Taylor, Alan, R., “ Zionism and Jewish History”, Journal of Palestine Studies, 1 /2 (Winter 1972), 35- 51.