Kulluk, her şeyden önce insanın kendinden başlayarak, yakından uzağa doğru çevresindeki varlıkların farkına varması, her birindeki eşsiz yaratılışı, güzelliği, ölçüyü ve birbirleri arasındaki ahengi görerek kendisini ve kâinatı yaratan bir ilahın varlığını gönülden inanmasıdır.
Kulluk, kendini tanıyarak haddini bilmektir. Gökyüzü, yeryüzü ve onların içindeki sayısız varlıkları yaratan, onları insanın emrine amade kılan Rabbi’nin önünde yere kapanıp Ebû Zer gibi bütün benliği ile kulluğunu haykırmaktır. Çevresinde olup biteni gözleyince kul olduğunu idrak eden Ebû Zer, Abdullah b. Sâmit’in:
– Cahiliye döneminde hiç Rabbi’ne ibadet ettin mi, sorusu üzerine yaşadıklarını şöyle anlatır:
– Evet yeğenim! Ben Allah Resûlü (sas) ile görüşmeden tam üç yıl önce namaz kılmaya başladım, dedi. Şaşıran Abdullah:
– Ya öğle mi! Peki kim için namaz kıldın?
– Elbette ki Allah için kıldım.
– Namaz kılmayı biliyor muydun?
– Hayır, nereden bileceğim. Onu öğretecek bir peygamber mi vardı?
– O zaman nasıl kıldın? Namaz kılmak için hangi yöne döndün?
– Allah beni hangi tarafa çevirirse o tarafa doğru döndüm. Kalben Rabbime yönelerek kıldım. Nasıl kıldığıma gelince güneş battıktan bir süre sonra hazırlanır, namaz kılmaya başlardım. Bunu sürekli yere yatıp kalkarak, dualar eşliğinde secde ederek yapardım. Gecenin sonuna doğru bir çuval gibi yere yığılıncaya kadar bu şekilde yatıp kalkar, namaz kılardım. Yorgunluktan bitap düşünce, olduğum yere yığılır kalır, öylece uyurdum. Güneş doğup, sırtımı yakıncaya kadar da uyanmazdım.” (Müslim, “Fedâilü’s-Sahâbe”, 193).
Kullarına karşı sonsuz rahmet sahibi olan Allah, onları rehbersiz bırakmayıp peygamberler ve kitaplar göndermiş, esmâ ve sıfatlarıyla kendini en güzel şekilde tanıtmış, ona nasıl kulluk edileceğini en ince detayına kadar öğretmiştir.
Kulluk, peygamber rehberliğinde yola çıkıp kendisine gönderilen ilahî mesajları yudum yudum içercesine hazmederek içselleştirmek “Allah’ın boyası! Kim Allah’tan daha güzel boyaya sahip olabilir? Ve biz O’na kulluk edenleriz.” (Bakara, 2/138) âyetinin rehberliğinde Kur’ân ahlâkıyla ahlâklanarak Rabbi’nin esmâ ve sıfatlarıyla bezenmektir.
Kulluk, kâinat kitabını tekrar tekrar okumak, her bir nesneye her bakışta Rabbi’nin esmâ ve sıfatlarını görme yetisini kazanıncaya kadar okumayı sürdürmek, onun kuvvet, kudreti, sanatı, rahmet ve merhameti karşısında secdeye kapanmaktır.
Kulluk, “İkra/Oku!” emriyle başlayan âyetlerde bildirildiği üzere hayatı, varlıkları, olayları, insanı ve insanî ilişkileri Allah adıyla, O’nun adına, O’nun koyduğu ölçüler doğrultusunda okuyarak bu bilinçle, ölçülü bir şekilde istikamet üzere yaşamaktır.
Kulluk, kâinatın yaratıcısı, eşsiz isim ve sıfatlara sahip olan Allah’ın huzuruna kabul edilmek, onunla sevgi, saygı bağı kurmak, rahmeti, koruması altına girerek ihlas ve samimiyetle O’na teslim olmaktır.
Kulluğun çeşitli renkleri ve halleri vardır. Şükür, zikir, sabır, tevekkül, teslimiyet gibi esmâ ve sıfatların tecellisinden neşv-ü nema bulan bu renkler, onlarla boyanan insanı kulluğun zirvesine taşır.
Her konuda ümmetine örnek olan Peygamberimiz (sas) gece defalarca tatlı uykusundan kalkarak ayakları şişinceye kadar namaz kılar, ayakta duramaz hâle geldiğinde namaza oturarak devam ederdi. Ayaklarının şiştiğini gören Hz. Âişe çok üzülürdü. Bir gün dayanamadı:
– Yâ Resûlallah! Allah senin geçmiş ve gelecek tüm günahlarını affettiği hâlde niçin bu kadar çok ibadet ediyorsun, diye sordu. Allah Resûlü (sas):
-Ey Âişe! Şükreden bir kul olmayayım mı?,(Kadı İyâz, Şifâ, 166) buyurarak kulluğun en güzel renklerinden biri olan şükür ile Allah’ın şekûr sıfatıyla boyanmanın önemine dikkat çekti.
Kulluğun Önündeki Engeller
Basiret ve ferasetle etrafına bakıp hakikati öğrenmeye çalışan, bu doğrultuda akleden her kul, kendini Rabbi’ne giden yolun kapısında bulur. Aklını, kalbini ve kulaklarını hak ve hakikate kapatıp cehalet çukurunda debelenmekte ısrar edenler elbette Allah ile aralarına geçilmesi imkânsız denecek kadar yüksek ve kalın duvarlar örerek akıllarını kaybetmişçesine hareket ederler. Çevresine dikkatle bakan kişi bin bir suratlı cehaleti maskesinin altından hemencecik görüverir. Tıpkı Medine’ye gelen Havlân heyetinin bir zamanlar cehaletten akıllarını kaybetmişçesine hareket ettikleri gibi. Hz. Peygamber (sas) heyettekilere ziyaret sırasında cahiliyeye ait bir anılarını anlatmalarını rica etti. Heyettekiler yüzleri önde anlatmaya başladılar:
“Bir ara şiddetli bir kıtlığa maruz kaldık. Açlıktan çürümüş kemikleri yemek zorunda kalacak hâle geldik. Bu durumdan kurtulmak için harekete geçtik. Kabilede yaşayan insanların bütün mal varlıklarını bir araya topladık. Yüz sığır toplandı. Onları açlıktan ölmek üzere olan insanlar arasında bölüştürmek yerine götürüp kabilenin putuna kurban ettik. Açlıktan perişan olduğumuz hâlde bütün eti yırtıcı hayvanlara bıraktık. Hâlbuki bizim o etlere yırtıcı hayvanlardan daha fazla ihtiyacımız vardı.
İmtihan bu ya tam o esnada yağmur yağmaya başladı. Otlar yeşerip insanların boyunu geçti. Otlar, içinde dolaşanın görünemeyeceği hâle geldi. Bunu gören insanlar:
–Ammu Enes bize nimet verdi, diyerek puta daha fazla bağlandılar. Nimeti veren Allah’ı unutup kendine bile faydası olmayan bir taşı tanrı edindiğimiz için imtihanı kaybettik…” (Müslim, “Birr”, 56)
Kulu Allah yolundan alıkoyarak bilerek veya bilmeyerek köleleştiren birçok amil vardır. Nefsanî arzular, şeytani vesveseler, şeytanlaşmış insanlar, gaflet, İslâm ve insanlık düşmanları bunlardan yalnızca birkaçıdır.
Kul sürekli önüne çıkıp onu yoldan çıkarmaya kalkışan günah, cehalet, gaflet ve delalet gibi düşmanlar karşısında elbette yalnız değildir. İlim, irfan, ilham, dua ve tevbe gibi eşsiz destekçileri vardır. Kul bunlardan güç alır, Allah’a sığınıp, O’na dayanıp güvenerek önüne çıkan engelleri parçalayarak kendini Rabbi’ne ulaştıracak yola girer.
Duainsanın kulluk bilinciyle Allah ile kurduğu ulvî bir irtibattır. Kul bu yolla gönlünü Rabbine açar, onunla konuşup dertleşir. Verdiği nimetlere şükreder, yaptığı hatadan pişman olduğunu bildirerek bir daha yapmamaya söz verir. İşlerini en güzel şekilde yerine getirerek, başarı ile tamamlaması için yardım ve kolaylık diler.
Her çağırdığında “Buyur kulum!” diye cevap veren, kendisine şah damarından daha yakın, onu kendinden daha çok tanıyan, her şeye gücü yeten ve her türlü güzel vasfın sahibi olan Allah, içten gelerek yapılan duayı kabul buyurarak kulunu sahil-i selamete çıkarır.
Dua anahtarı ile Rabbi’nin kapısına varan kul en içten duygularla yalvara yakara ağlayarak kapıyı açar, hazan yaprağı gibi titreyerek ilâhî huzura girer. Artık Gerçek Dost’la baş başadır. O’na duygularını açar, sevinçlerini ve sıkıntılarını paylaşır, isteklerini bildirir, hediyelerini alarak huzur içinde geri dönerken, büyük bir aşk ve özlem içinde yeni buluşma için hazırlanmaya başlar.
Hz. Ali bir keresinde “Allah’ım! Ben nefsime çokça zulmettim. Katından bir bağışla beni bağışla! Senden başka kimse günahları bağışlayamaz. Bana merhamet et. Sen Gafursun, Rahimsin.” diye dua etti. Duadan sonra gülümsedi. Yanındakiler merak etti:
– Ey Mü’minlerin Emiri! Niçin gülüyorsunuz?, diye sordular.
– Allah Resûlü’nün (sas) benim gibi yaptıktan sonra güldüğünü gördüğüm için güldüm. O zaman ona:
-Niçin gülümsediniz yâ Resûlallah?, diye sorduğumda,
-Çünkü bir kul “Ya Rabbi! Günahlarımı bağışla, Sen’den başka hiç kimse günahları bağışlayamaz.” diye dua edince Rabbimiz: “Kulum kendisin bağışlayacağımı ve ceza vermeyeceğimi biliyor.” buyurarak bu sözden hoşlandı. İşte bunun için gülümsedim, buyurdu (Tirmizî, “Dua”, 46).
Dua,kulun Rabbi’ne çağrısı, ihlâs ve samimiyetle yakarışı, hâlini arzı, semalar ötesine yönelişi, naz, niyaz ve iç dökmesidir.
Dua, sevgiliye sunulan iştiyak lisanıdır. O, Allah ile kulu arasına kurulan nuranî bir köprüdür. Dua ile huzuruna kabul edilen kul, doğrudan Rabbi ile konuşur. Ona kalbini açar, en mahrem duygularını dile getirerek onunla paylaşır. Kul bu hâlini koruduğu sürece iyilik ve güzellik içinde kalır.
Tevbeyle İnşa Olmak
Tevbe, kulun günahla nefsanî arzuların, şeytanî vesveselerin veya şeytanlaşmış insanların etkisi altında kaldığını fark etmesiyle başlayan, üzerinde düşünerek akletmek ve bilgilenmek ile devam eden, inşa sürecine atılan sağlam bir adımdır. Bu idrak ile içe doğru bir yolculuk yapan kul, yanlışını nefsine, aklına ve gönlüne kabul ettirmeye çalışır. Bunu başardığı an kalbinde pişmanlık ateşinin kıvılcımları çakmaya başlar. Günahlarla kalbinde oluşan siyah noktaları bir bir yakıp yok eder. Akan gözyaşlarıyla kalbinde kalan izleri temizleyerek gönlünü arındırıp nurlandırır.
Olanlara vahiy nuruyla bakan kul, günahtan uzaklaşmakla kalmaz, tevbesini devam ettirebilmek adına iyiliklere yönelir, hâl ve hareketlerini düzelterek tevbesini pekiştirir, günahla arasına kalın duvarlar örer.
Bu anlamda farkındalıkla başlayan tevbe, bilgi, idrak, hata ile yüzleşme, pişmanlık, sözlü ve fiilî tevbe ile devam eder, yepyeni bir hayatın inşası ile sonuçlanır. Kalbini, aklını, dilini ve halini inşa eden kul, aktif iyilikle fiili tevbeden, inşaî tevbeye yönelir.
Kalbî tevbeyle inşa olan kulun gönlü salih niyet, istikamet, teslimiyetle taçlanır, cennetle ödüllendirilir. Bu hususa işaret eden Allah, “Şüphesiz, Rabbim Allah’tır deyip, sonra dosdoğru yolda yürüyenlerin üzerine melekler iner. Onlara ‘Korkmayın, üzülmeyin, size vâdolunan cennetle sevinin!’ derler.” (Fussilet, 41/30) buyurur.
Salih niyetle yola çıkan, istikamet üzere yol alan, teslimiyet üzere yaşayan bu kişiler, duygu, düşünce, fikir ve yaşantısıyla Rabbi’nin esmâ ve sıfatlarıyla boyanır. Himmeti, gayreti, akıl ve gönül dünyası bu hedefe ulaştırmak için seferber olur. Hayatları bu doğrultuda değişir, kalpleri nurlanır, gözleri ötelerin ötesine dikilir. Tıpkı Peygamber Efendimiz’in (sas) âşıklarından Sevbân(ra)gibi…
Allah Resûlü’nü (sas) çok seven sahâbî, ondan bir an olsun ayrılmak istemezdi. Aşka dönüşen Resûlullah sevgisi, onu ötelerin ötesine taşıdı. Gayesi ulvî, hedefi büyüktü. “Ya umduğuma ulaşamazsam!” düşüncesi aklından çıkmıyordu. Hedefe kitlendiği günlerden birinde huzur-u saâdete vardığında beri benzi atmış, iki büklüm olmuş, bitkin bir hâldeydi. Üzüntüsü her hâlinden belli oluyordu. Peygamberimiz onu perişan bir hâlde görünce, yanına yaklaştı:
– Ey Sevbân! Niçin rengin kaçmış, hasta mısın?, diye sordu. Sevban:
-Hayır, yâ Resûlallah! Ne hastayım ne de rahatsızım. Ancak seni bir süre görmediğim zaman üzülüyor, bu hâle geliyorum. Seni görmeyi çok arzuluyor, görünceye kadar kendimi yalnız ve garip hissediyorum. Sonra ahireti hatırlıyorum. Orada ya seni göremezsem endişesine kapılıyorum. Kalbim paramparça oluyor. İyi biliyorum ki sen orada nebilerle birlikte olacaksın. Ben cennete girsem bile, senden daha düşük bir makamda olacağım. Bu durumda muhtemelen seni göremeyeceğim. Cennete giremezsem, zaten hiç göremeyeceğim. Bu duygu beni kahrediyor, perişan oluyorum, dedi. Bunun üzerine:
“Kim Allah’a ve Resûl’üne itaat ederse, işte onlar, Allah’ın kendilerine lütuflarda bulunduğu peygamberler, sıddîklar, şehidler ve salih kişilerle beraberdir. Onlar ne güzel arkadaştır!” (Nisâ, 4/69) âyeti inzal oldu. Âyeti duyan Sevbân’ın yüzünde güller açtı (İbn Manzûr, Muhtasar, 5/348).
İstikamet üzere olmak gibi bir derdi ve ıstırabı olmayanlar, Allah ve Resûlü’nün rızasını kazanmayı öncelemezler. Duygu, düşünce ve hareketlerinde İslâm’ı referans almayanlardan, yanlış yaptıklarında tevbeyle inşa gibi eşsiz bir lütfa yönelmeleri beklenemezler. Zira onların ölçüleri farklı olduğu gibi hayatlarına yön veren sâiklerde çok farklı ve başkadır.
Müslüman hangi hâl üzere olursa olsun kalbi her zaman Allah’a bağlı olmalı, yapacağı işlerde Allah’ın rıza veya gazabını hesaba katmalı, yaptıklarının sonucunda ahirette karşılaşması muhtemel akıbeti aklından çıkarmamalıdır. Hayatının ekseni ve odak noktasında her daim Allah rızası olmalıdır. Duygu, düşünce, hâl ve hareketlerinde öncelikle Rabbi’ne karşı sorumlu olduğunu asla unutmamalıdır.
Tevbenin İkinci Aşaması Aklî İnşadır
Bu yönüyle tevbe, kişinin yaptığı hatayı fark etmesiyle başlar, ondan uzaklaşmasıyla sonuçlanır. Hatayı görmezden gelen kişi daha işin başında inşa olmaktan kaçarak dünya ve ahiretlerini kaybederler. Bu tip insanlar hatayı ve hatadan doğacak maddî manevî zararları yok sayar, bedel ödemeyeceklerini zannetme gafletine düşerler. Hatayı yok saydıkça daha çok yanlış yaparlar. Ödedikleri bedellere rağmen akıl edip yaşananlardan ders çıkarmaz, hatalarını ve ödedikleri bedelleri görmemekte ısrar ederler. Onlarla yüzleşerek yanlışlardan kurtulmak yerine başlarını kuma gömmeyi tercih ederler.
İnşa yolunu seçenler ise hatalarını fark etmekle kalmaz, vakit kaybetmeden harekete geçerler. Yaşananları akıl süzgecinden geçirerek olayları kavramaya çalışırlar. Sebep ve sonuçları üzerinde durur, hatalarından kurtulma yollarını ararlar. Tevbe ederek günahtan arınır, kurtuluş yolunda sağlam adımlarla ilerlerler.
Sonuç olarak denilebilir ki kişi ailesi, yaşadığı çevre ve şartlardan büyük ölçüde etkilenir. Gördüğü ve yaşadığı olaylar, onlara yaklaşımı ve değerlendirme biçimi şahsiyetini şekillendirir. Okudukları, duydukları ve hissettikleri bilgi, görgü, tecrübe, inanç, anlayış, zaaf, önyargı türünden büyük bir birikim oluşturur. Niyeti, istikameti, ufku, hedefi, say-u gayreti, vizyon ve misyonu ona yön verir. Kişiliğini inşa eder. İnşa sürecinde güzel hasletlerle donandığı gibi, çeşitli zaafları ve önyargıları da oluşabilir.
Zaafları, şeytan ve kötü insanların olumsuz yönlendirmeleri kişiyi ciddi şekilde etkiler. Ufkunu daraltır, istikametten saptırır, iyi niyetini kaybettirerek onu bambaşka biri hâline getirir. Veya iyi hasletler ile dıştan gelen olumlu etkiler birleşerek muttakiler arasına girer.
Her iki hâlde de inşa süreci asla bitmez. Yavaş veya hızlı, inşa her zaman devam eder. Tıpkı Allah ve Resûlü’nün tevbe çağrısı ile şeytan ve ona tabi olan insanların cehenneme çağrısı kesintisiz devam ettiği gibi. İki çağrıyı da duyan insan, ya kalbi yerinden sökülürcesine pişmanlık duyar, ruhunun derinliklerinden gelen ahu enin ile “estağfirullâh” der ya da gaflet yorganını üzerine çeker. Hırsı, tutkuları, kini, nefreti, öfkesi, hasedi, gururu onu sarhoş eder. Helake sürüklendiğini dahi göremez. Görse de aldırmaz.
İlim, irfan, ibadet, ahlâk ve iyi insanlarla bağları kopanlar, bu tehlikelere daha fazla maruz kalırlar. Kötü duyguların etkisi altında kalır, zaafların tutsağı olurlar. Değerlerini bir bir kaybeder, duyguları körelir, fikri sapmalar başlar, gaflete yenik düşerek tevbe etmeyi akıllarının ucundan bile geçirmezler. Kendilerini yıllar öncesi gibi bilinçli, muttakî, salih sanmaya devam eder, büyük bir yanılgı içinde olduklarını anlamadan kayıp giderler. Dibe vurmadan aynaya bakıp “Eyvah!” diyenlerin dışındakilerin akıbetleri berbat olur.
Rabbim sizi de bizi de yalnızca kendisine kulluk edenlerden eylesin.