“Kulluk en büyük özgürlüktür.” cümlesi hüküm bildiren bir cümledir. İlk bakışta cümledeki tezat ilgimizi çeker. Düşünsel açıdan baktığımızda kulluk ve özgürlük birbirine zıt şeyler değil midir? Günlük hayatta özgür olduğunu düşündüğümüz insanları çoğunlukla kulluk edenler arasında mı görürüz, diğerleri arasında mı? Namazında niyazında, helal haram sınırlarına dikkat eden, ahlâkı önemseyen, bu nedenle de kimsenin malına mülküne, makamına mevkiine göz dikmeyen, kendi haliyle barışık bir Müslüman mı bize özgür biri olarak görünür, yoksa isteklerinin peşinde sınır tanımadan koşan, aklına eseni yapan, kendisini sınırlayacağını düşündüğü hiçbir inanç ve değeri önemsemeyen biri mi? Olması gerekenler perspektifinden değil de olanlar açısından baktığımızda bu sorulara nasıl cevap verebiliriz? Olan nedir, olması gereken nedir, olması gereken neden olamamaktadır?
Öncelikle cümlemizde hüküm bildiren kısım olan özgürlük kavramından işe başlayalım. Sözlükte “insanın, her türlü dış etkiden bağımsız olarak kendi istencine ve düşüncesine göre karar verme durumu” olarak tanımlanıyor. Daha ilk adımda bize özgürlük olarak tanıtılan yaşam tarzı ile bu tanımda tarif edilen özgürlük arasındaki çelişki dikkatimizi çekiyor. Buna göre kendini alabildiğine dış etkilere açmış, akıl, yetenek, eğitim, zaman ve enerji gibi bütün güçlerini kendisine dolaylı yollardan dayatılan/sunulan yaşam tarzına ulaşmak için harcayan birine özgür diyebilir miyiz? İşte zihinlerin manipülasyonu tam da burada başlıyor. Özünde sınırsız ve sürekli tüketimi insanın en büyük hedefi haline getiren odaklar bir yandan bu hedefe ulaşabilmek için tüm özgürlüklerimizi elimizden alırken diğer yandan zihinlerimizle oynayarak bu yaşam biçimini özgürlük olarak sunma yüzsüzlüğünü de yapmaktalar. Burada nasıl bir düzen döndüğünü anlamak için reklamlara ve özellikle sosyal medyada bize “özgür yaşamlar” olarak sunulan hayat tarzlarına bakmamız yeterli olur. Eğer ince bir dikkatle bakabilirsek insanın gerçekte neyi yapmak istediğini dış etkenlerden tamamen bağımsız olarak seçebilmesi ve bu doğrultuda hareket edebilmesi olarak tanımlanan öz/ü/gürlüğü bize özgür yaşamlar olarak sunulan dünyada göremeyeceğimizi kolayca anlarız.
Konunun bir de insanın iç dünyasıyla ilgili boyutları var. Diyelim ki dış etkenlerden bağımsız bir kişilik geliştirebilme gibi zor bir aşamayı geçtiniz, iç dünyanızdan gelen istek ve tercihlerin insanî/rahmanî özünüzden mi yoksa dürtülerinizden gelen beşerî/hayvanî tarafınızdan mı kaynaklandığını nasıl ayırt edeceksiniz? Diyelim ayırt ettiniz, nefsanî olan ve isteklerine sınırsızca, hemen-şimdi ulaşmak isteyen dürtülerinize hangi güçle karşı koyabileceksiniz? İnsanın kendini hiçbir değer yargısı, inanç ve kültür ile sınırlamadan bu ikinci yönünün arzularının peşinden gitmesine özgürlük denebilir mi? İşte bu noktada önümüzde duran hayatû soru değerlerimizin kaynağının ne olması gerektiğidir.
İnsan kendi arzu ve isteklerini eyleme geçirirken onları hangi süzgeçten geçirecektir? Burası yolların ayrım noktasıdır. Algı ve kavrayışımızın üzerinde kutsal ve kuşatıcı bir hakikatin varlığını ve insanın onunla iletişime geçme imkânını kabul edenlerle bunu reddedip insanı hakikatin yegâne ölçüsü olarak görenler bir daha kesişmeyecek şekilde yollarını tam bu noktada ayırırlar. Kendisini hakikatin ölçüsü değil de bir parçası olarak gören ve bütünü anlamak için her şeyi elinde tutan gücün açıklamasına (vahye) değer veren biri Yaratıcı’nın kendisine verdiği değeri kimsenin vermediğini, O’nun insana tanıdığı özgürlüğü insanların birbirine tanımadığını gayet iyi bilir. Bana bu kadar gücü yeterken beni seçimlerimde serbest bırakmış olması, hatta O’nun varlığını reddetme ihtimalinde bile müdahil olmaması Allah’ın kullarına tanıdığı hürriyetin genişliğini gösterir. Bazıları bu seçimlerin sonunda cehennemle cezalandırılacağımızın bildirilmesini özgürlüğe engel görse de bu bildirim seçme hakkımızı elimizden almaz, sadece seçimlerimizin sonuçları hakkında bizi önceden uyarmış olur. Ki bu da her sistemin yapması gereken bir görevdir.
Kulluk ve özgürlük ilişkisini ele alırken güvenlik/emniyet konusu da atlanmaması gereken bir kavram olarak dikkatimizi çeker. Eğer varlık benim görebildiğim, yönetebildiğim, yani gücüm yeten alanlardan ibaret değilse kontrolüm dışında kalan bu dünyanın tehlikeleri karşısında güvenliğimi sağlamak için özgürlüğümden kısmen vazgeçmem gerekse ne yapacağım? Daha öz bir ifadeyle özgürlüğümle güvenliğim çatıştığında hangisini tercih ederim? İnsanın yemek, cinsellik, eğlence ve eylem ihtiyacı gibi biyolojik davranışlarına bu açıdan baktığımızda belki bir parça bilimin rehberliğine güvenebilirsek de bu davranışların kişiliğimizi ve ruhumuzu etkileyen ahlâkî boyutları konusunda o da sessiz kalmakta. Bu durumda yarattıklarının varlıklarını güven içinde sürdürebilmeleri için uymaları gereken sistemi onlara ya refleksler olarak kodlamak ya da seçimlerine bırakılan alanda onları akıbetleri konusunda uyarmak Yaratıcı’nın şefkat ve adaletinin olmazsa olmaz bir parçasıdır.
Gelelim kulluktan ne anladığımıza. Kulluk, varlığı bütün boyutlarıyla kabul eden bir zihnin kendi yerini bilmesi demektir. Yaratan ve yaratılan arasındaki kaçınılmaz (kaçınılırsa müthiş uyumsuzluklardan doğan köklü huzursuzlukların baş göstereceği) ilişkide Yaratan’ın insana duyduğu güveni insanın boşa çıkarmaması demektir. Sonsuz sayıda parçadan oluşan, sürekli büyüyen ve gelişen hareket halindeki bir yap-bozda kendi yerini hiç şaşırmadan bulması demektir.
Dışımızda bir güç tarafından, kaçınılmaz şekilde belirlenen yerini bulmanın neresi özgürlüktür, diyecek olursanız, bunu bulmak, kabullenmek ve gereğini yapmak bize bırakıldığı için kulluğu kabul etmek tam bir özgürlüktür. Çağının hâkim yaşam tarzının baskısından olduğu kadar nefsinin ve dürtülerinin bin gizli yolla yürüttükleri yönlendirmelerden de özgür kalmadan bu seçimi yapamaz insan. Yani özgürlük tanımlayıcılarının hiç dikkatlerimizi çekmedikleri içsel baskılardan da özgürdür kulluğu bilinçle seçen kişi. Merhum Ali Şeriati’nin dikkatlerimizi çektiği üzere insanın en büyük zindanı olan “kendisi”nin baskısından da kurtulmuştur.
İnsan bir kez gerçeğin ölçüsünü Hakk’ın ortaya koyduğuna yürekten inanır ve O’ndan başkasından korkmamayı başarırsa içinden ve dışından kendisine dayatılan tüm baskılardan özgürleşir. Saçma adetlerin, elindeki üç kuruşa gözünü dikmiş olan kapitalistlerin bizi sürekli borçlu yapan oyunlarının, -İsmet Özel’in muhteşem tespitiyle- “el âlem ne der” adındaki putun, illa da revaç bulmuş mesleklerden birini kazanma ve sürdürme zorunluluğunun, çeşit çeşit modanın, tüm vaktimizi işgal eden beklentilerin, insanları memnun etme tuzağının, bunun için kimseye “hayır” diyememe kompleksinin, hatır gönül koyma baskılarının, sınırsız yeme-içme ve cinsellik dürtülerinin, ne olursa olsun kazanma duygusunun, ilkesizce yükselme arzusunun, haram-helal demeden çok paraya ulaşma çılgınlığının tamamından insanı özgürleştirir “Bir Allah”a kul olmak. İnsanı kendi dengine boyun eğme zilletinden kurtarır. Âlemlerin Rabbi’nin hakkını teslim etme izzetine ulaştırır.
Rabbi’nin makamını ve O’ndan gelen bilginin hakikatini kabul etmek aynı zamanda bizi manevî istismarlardan da korur. Zira -Umberto Eco’nun muhteşem tespitiyle- “İnsan Tanrı’yı reddettiğinde hiçbir şeye inanmaz hale gelmez, her şeye inanır hale gelir.” İnsanın bir kutsala inanma ihtiyacı doğru bir şekilde karşılanmadığında, tarihte ve bu gün onu sömürüye açık hale getirmiş ve günümüzde her çeşit newage hareketleri bu ihtiyacı istismar ederek ticari bir başarıya dönüştürmüşlerdir. Bir Allah’a kulluk, bizi din tacirlerinin hedef tahtası haline gelmekten koruyan müthiş bir özgürlük, insana en çok yakışan onurlu bir yoldur.
Kabul edelim ki Bir Allah’a kulluğu seçen tüm mü’minler bu onuru pratik hayatlarına aynı oranda yansıtamaz. Burada devreye irade meselesi girer. Çünkü insan, iradesinin gücü oranında ilkelerine sadık kalabilir. Elmalılı merhum inançla amel arasındaki irade basamağına dikkatimizi çeker ve şöyle der: “Kuvve-i amel kuvve-i iradeye, kuvve-i irade de kuvve-i itikada bağladır.” Bu tespitte inancın iradeyi, iradenin ameli harekete geçirdiğini görüyoruz. Demek ki Yaratıcı ile bağımız ve O’nun rızasını kazanma isteğimiz ne kadar kuvvetliyse bu inancın ilkelerini günlük hayatımızda gerçekleştirmek o denli kolay olacaktır. Yine de inancı şeksiz şüphesiz olduğu halde irade zaafı nedeniyle hayatını toparlayamayan pek çok insan bulunur. Kuvvetli bir iradeyle yetiştirilmiş bir gayr-i müslimin, Müslüman olduktan sonra hayatını kolayca inançlarına göre düzenleyebildiğini gördüğümüzde yaşadığımız şaşkınlık kendi çocuk terbiyemizde irade eğitimi meselesinin önemini atladığımızdan olsa gerek.
Bazı genç kardeşlerimizin kafası tam da bu noktada karışır ve şu itirazı yaparlar: “Müslüman olmadığı halde hayatı boyunca düzgün yaşamış biri neden cehenneme gidecek de hayatını hep yanlışlarla geçirmiş biri, sadece inanç noktasında Müslüman kaldığı için er geç cennete gidecek? Burada bir haksızlık yok mu?”
İşte burası Yaracı’nın hakkını teslim etmenin kıymetinin ortaya çıktığı yerdir. İnsan bu dünyada çok çeşitli nedenlerle iyilikler yapar. Dünya şartları içinde herkes amaçladığına ulaşır. Bunları insanların hoşnutluğu için yapan büyük ölçüde o hoşnutluğu elde eder, birilerini etkilemek için yapan bu amacına ulaşır, birinin gönlünü kazanmak isteyen kazanır, hatta bu yolla siyasi bir amaca ulaşmak isteyen de ulaşır. (Bu konuda filantropi üzerine yazılanlara bakılabilir.) Kıyamet ise bütün davranışlarımızın niyetlerimize göre değerlendirileceği bambaşka bir boyuttur. Orada sadece “Allah’ın rızası”nı kazanmak amacıyla yapılan işler kabul görecektir. Bu da Yaratıcı’nın bizim O’nu hoşnut etmeye ihtiyaç duymasından değil, iyiliklerimizin birbirimiz etkilemek gibi bir amaç gütmeden pür iyilik olabilmesi için şarttır. Üstelik ahiret, sadece ona en baştan inananlar için bir ödül yeridir. Hem bu düzeni kuranın yetkesini kabul etmeyip, hatta O’nu yok sayıp, hem de O’nun kurallarını belirlediği sistemde ödüllendirilmeyi istemek zihinsel ve ahlâkî bir çelişkidir.
Sonsuz hayatta ödüllendirilmek için burada yapıp ettiklerimizin, başka hiçbir amaç güdülmeksizin, sadece Allah’ın rızası amacıyla yapılması şarttır. Bu nedenle ibadet ve kulluğa dair amellerin çeşit çeşit işlerimizi görmek amacıyla yapılmaya kalkması veya iyiliklerimiz karşılığında bir takım amaçlara ulaşmayı ummak büyük bir ziyan olur. Haris el-Muhâsibî’nin eşsiz tanımıyla bir işi Allah rızası için yaptığımızın alameti “insanlar tarafından takdir edilmediğinde rahatsız olmamaktır.” Bu düzeye ulaşmış bir insan bütün niyetlerini temizlemiş, Allah’tan başkasının onay ve takdirini beklemekten kendini azat etmiştir. Bunun nasıl bir özgürlük olduğunu hayal edebiliyor musunuz? Böyle birinin iç dünyasında artık sadece kendisi, Rabbi ve O’nun iyilik olarak gördüğü hedefler vardır. Zihni ve kalbi her türlü dağınıklıktan kurtulmuştur. Korkuları dağılmış, beklentileri bitmiş, bağımlılıkları yok olmuştur. İşte katıksız özgürlük budur.