Kelime kökü “Siyon” sözcüğüne dayanan Siyonizm, bir kavram olarak en geniş anlamı ile Yahudi halkının “tarihî yurtlarına dönüşü” anlamında kullanılmakta olup Arz-ı Mev’ûd yani Filistin dışındaki bütün Yahudileri yine orada toplamak ve sonra da Süleyman Mabedini Kudüs’ün yanı başındaki Siyon Dağı üzerinde yeniden inşa etmek idealidir. Politik Siyonizm ise, bütün dünya Yahudilerini Filistin’de toplayarak bir Yahudi Devleti kurma fikri olup bu hareketin kurucusu Macaristanlı bir Yahudi olan Dr. Theodor Herzl’dir.
Siyonizm, Avrupa’daki Yahudilerin sosyal, siyasal ve ekonomik konumlarının tartışıldığı süreçte ortaya çıkmış, 19. yüzyılın ikinci yarısında yaklaşık 3 milyon Yahudi’yi barındıran Rusya’da meydana gelen Anti-Semitizm (Yahudi düşmanlığı) bu düşüncenin doğmasında etkili olmuştur. Siyonizm hakkında gerçeğe ulaşmak isteniliyorsa, “Coğrafi keşifler”, “Sömürgecilik”, “Manda” gibi kavramlar da muhakkak ele alınarak değerlendirme yapılmalıdır. Zira Siyonizm, emperyalist, ırkçı ve sömürgeci bir ideoloji olup dünyada ve özellikle de Orta Doğu coğrafyasında son derece derin etkiler bırakmış, işgal ettiği coğrafyada tahribat ve negatif tablo ortaya çıkarmıştır. Yahudilerin içerisinde dahi Siyonist ideolojiyi desteklemeyen birçok grup bulunmaktadır.
Siyonizm, Müslüman Orta Doğu’nun kalbinde bağımsız bir Yahudi ulus devleti kurarak, ikincil bir dereceye düşürülen konumlarını tekrardan kazanmaya çalışmaktadır. Bu, biz Müslümanlar için tam anlamıyla kabul edilemez bir durumdur. Zira Siyonist İsrail rejimi, sadece Filistin’i değil, başta İslâm olmak üzere bütün dünya ülkelerini tehdit eden, sömürgeci esaslara dayalı sapkın bir anlayışın ürünüdür.
“Üstün-ayrıcalıklı ırk” mefhumunu öne çıkararak diğerlerinden farklı bir Yahudi ırkı olduğunu öne süren Siyonist hareket, Yahudi ırkının er ya da geç ilâhî lütuf olarak çok evvelden kendisine bahşedilen Filistin topraklarına yerleşeceği inancını benimsemektedir.
Siyasi Siyonizm, hedeflerinden birisine 1948 yılında İsrail terör devletini kurarak ulaşmış ve bu hain ideoloji tüm dünyaya devlet eliyle terörün nasıl uygulandığını göstermiş ve halen de göstermektedir. İsrail Siyonist devleti bu anlamda ne dinî, ne hukukî, ne ahlâkî, ne de siyasî açıdan meşru bir devlet asla değildir. Bu vesileyle Filistin sorunu diye bir sorun olmadığını, sorunun Siyonist İsrail terör sorunu olduğunu aklımızdan çıkarmayalım.
Bir Müslüman, Peygamber Efendimiz’e (sas) ve diğer peygamberlerin masumiyetine nasıl inanıyorsa, Mekke kadar Kudüs’ün de kutsallığına ve Filistin’in İslâm’ın yurdu olduğuna da inanmak zorundadır. Zira biz Müslümanların Kudüs’e yönelik dinî ilgimizin kaynağı Kur’ân’da ve hadislerde geçen ifadelere dayanmaktadır. İlk kıblemiz olması, İsrâ ve Miraç hadiselerindeki konumu, İsrâ sûresi 1. âyet-i kerimede Kudüs’te bulunan Mescidi Aksâ’nın çevresinin bereketli ve kutsal kılındığından bahsedilmesi, peygamberlerin durak yeri ve meleklerin arza iniş yeri olması, Kudüs ile derin tarihî ve dinî bağlarımızın olması ve bunun gibi birçok nedenlerle bu mübarek toprakların bizdeki yeri ve değeri bambaşkadır.
Bu kutsal toprakları işgal eden Siyonist İsrail’in bir idarecisinin söylemine gelin kulak verelim. 1986 yılında bir gazeteci o zamanın İsrail Dışişleri Bakanı olan Şimon Perez’e ”Kur’ân-ı Kerim sizin devletinizin yıkılacağından bahsediyor.” deyince Şimon Perez şu cevabı vermiştir: ”Kur’ân’ın bahsettiği Müslümanlar gelsin, düşünürüz.”
Maalesef İslâm dünyası farklı coğrafyalarda siyasal, ekonomik, sosyal ve kültürel birçok sorunlarla boğuşmaktadır ve ciddi bir kriz yaşamaktadır. Aslında dünyanın en önemli zenginlik kaynakları ile tarihsel ve kültürel potansiyele sahip olan bu coğrafya, büyük bir zenginlik üzerinde ama adeta fakirlik içinde yaşamaktadır.
Emperyalist güçler, küresel aktörler, Türkiye ve İslâm dünyası üzerinde kötü emellerini kesintisiz uygulamaktadırlar. Buradaki temel sorun; bizim bunlar karşısında ne yaptığımızdır? Tüm bunların faturasını salt küresel aktörlere yükleyerek sorumluluklarımızdan kurtulamayız. Dolayısıyla, zafiyetlerimizin farkına varmak, ilim ve bilim alanında güçlenmek, elbirliği ile hareket etmek, hâsılı yaşananlarda özne olmak zorundayız.
Biz Müslümanların zayıflıkları, İslâm’ın gösterdiği çizgiden uzak olmamızdan kaynaklıdır. Mü’minlerin kardeş olduklarını beyan eden Hucurât sûresi 10. âyet-i kerimesi “Müminler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin ve Allah’tan korkun ki rahmete eresiniz.” ve Hz. Peygamber’in (sas) hayatındaki kardeşlik hukuku ilkelerinin göz ardı edilmesi, en küçük sosyal yapıdan başlayıp, devletlerarası ilişkilere varıncaya kadar bölünmemize ve anlaşmazlıkların ortaya çıkmasına sebep olmaktadır. Hz. Peygamber’in (sas) öğretilerini ve ilkelerini incelediğimizde kardeşlik hukuku kapsamında; yardımlaşmak, merhametli olmak, zor anlarında yanında olmak, sıkıntılarını gidermek, yapılan iyiliğin kadrini bilmek, affedici olmak, ziyaret etmek, küsleri barıştırmak, kendisi için istediğini kardeşi için de istemek, her zaman iyilik yapma gayreti içinde olmak, Allah rızası için sevmek, şeref ve haysiyete saldırmamak, kusur araştırmamak, korkutmamak, aldatıcı olmamak, kin beslememek, zulmetmemek, ikiyüzlü olmamak, ihanet etmemek, haksızlık etmemek vs. gibi birçok güzel hasletin örnekliği karşımıza çıkmaktadır.
Günümüz Müslümanları arasında yaşanan en önemli sorunların başında kendine yabancılaşma ve kimlik erozyonu gelmektedir. Müslüman birey düşüncelerinde, tavır ve tutumlarında kısaca yaşamında hızla İslâm’ın temel referanslardan uzaklaşmaktadır. Yaşamdaki asıl belirleyiciler olarak İslâm’ın temel referansları olan Kur’ân ve Sünnet değil başka şeyler ön plana çıkmıştır. Bu çerçevede İslâmî değer ve kavramların içi maalesef boşaltılmıştır. Sabır, takva, ihsan, infak, namaz ve oruç gibi temel İslâmî ibadetler, sıradanlaştırılmıştır. Örneğin yalnızca psikolojik tatmin için infakta bulunma, namazı sıradan bir alışkanlığa dönüştürme, sabrı hak ve hakikat üzere sebat edip direnme yerine zillete boyun eğip tahammül gösterme, orucu, haccı, umreyi ve benzeri ibadetleri sıradan alışkanlıklara ya da geleneksel mahalle baskısına dayalı yapılagelen eylemlere dönüştürme gibi… Din, İslâm’ın temel referanslarından hareketle değil yalnızca atalardan miras alınan bir kültür gibi algılanmaya başlamıştır. İçinde yaşanılan sosyal ve siyasal şartlardan hareketle hızlı bir dünyevileşme süreci yaşanmaktadır. Oysa asıl olması gereken; bir değerler sistemi olan İslâm’ın tevhid, adalet, emri bi’l-maruf ve’n-nehyi ani’l-münker, güzel ahlak, doğruluk, ihsan gibi temel değerlerinden ve bu değerleri vazeden Kur’ân ve Hz. Peygamber’in (sas) sünnetinden hareketle bir İslâmî kimlik edinmek olmalıdır.
Bu şerefli ve izzetli kimliği elde etmek için en önemli vasıtalardan biri de insanın Kur’ân-ı Azimüşşan ve nebevî rehberlik ile yoğrulduğu potalar olan ilim meclisleridir. Zira bu meclislerin merkezinde sadece Allah (cc) ve O’nun değerler sistemi ile Peygamber Efendimiz’in (sas) sünneti yer almaktadır. Fitneye ve zillete düşmemek, gaflet uykusundan uyanmak, nefsin kötü ve azgın arzularına karşı durmak, Allah Teâlâ’ya (cc) ulaşmanın yollarını öğrenmek, heva ve heveslerin zindanlarında mahkûm olmamak, sırat-ı müstakimden ayrılmamak için bize nefes olacak olan Suffa İlim Meclisleri kardeşliğidir.
Binaenaleyh bütün beşeriyetin tekrar “Ümmet” mefkûresine ihtiyacı olduğu hiç şüphesizdir. Ümmet bilincini hayata geçirerek ayağa kalkmamızı bekleyen bütün İslâm dünyasının ve bütün mazlumların yegâne umudu olmak, hakikat yolculuğunda yer almak, İslâm bayraktarlığını vazife bilmek, Kur’ân-ı Kerim’e ve Sünnet’e sarılarak özümüze dönmek için ilim ve irfan yuvaları olan Suffaları mesken tutmak elzemdir.
Ey Âdemoğlu sen de inanmış bir kalp ve sağlam bir adanmışlıkla bu kutlu davaya bir nefer olmak istemez misin?