Menü
İlhan Yıldız
İlhan Yıldız
Kur’an ve Hadisler Bağlamında Tıbb-ı Nebevî
Eylül 25, 2023
Yazarın Tüm Yazıları

Yazıya tıbb-ı nebevî ne demektir ya da bu deyimden ne anlamalıyız? Şeklinde sorular sorarak başlamamız daha isabetli bir başlangıç olacaktır. Öncelikle şunu ifade etmek isterim ki Türkiye’de “Tıbb-ı Nebevî” deyimini duyan ve bilen kişilerin sayısı oldukça azdır. Dahası Tıbb-ı Nebevî deyiminin anlamı da toplumumuz tarafından iyice bilinmemektedir. Daha da ilginç olan husus, bu konudan bahseden metinlerde bu deyimin “Tıbbu’n-Nebevî” veya “Tıbbi Nebevî” gibi yanlış şekillerde kullanılıyor olması da bu kanaatimizi güçlendirmektedir. Bu deyim daha çok “Tıbb-ı Nebevî” şeklinde kullanılmaktadır.

Tıbb-ı Nebevî; Kur’ân-ı Kerim âyetleri ve Hz. Muhammed’in (sas) hadislerinden, yaşayışından ve yapılmasına izin verdiği hususlardan kaynaklanan tıpla ilgili tavsiye ve uygulamalarıdır. Kısaca tanımlamak gerekirse, Tıbb-ı Nebevî; Hz. Peygamber’in (sas) sağlık ve tıpla ilgili verdiği bilgi ve tavsiyelerdir. Bilindiği gibi, Kur’ân’da birçok bilim dalı ile ilgili âyetlere rastlamak mümkün. Bunlardan birisi de insan sağlığı ile ilgili olan tıbbî âyetlerdir. Bu âyetleri destekleyen birçok hadis de bulunmaktadır. Tıbb-ı Nebevî ile ilgili Nahl Sûresi 68-69. âyetleri başta olmak üzere birçok âyet merkezi önem arz etmektedir. Ancak bu konudaki hadislerin sayısının âyetlerden daha fazla olduğu söylenebilir. Dahası Tıbb-ı Nebevî denince akla genelde hadisler gelmektedir.

İslâm dünyasında tıp ve sağlık konusunda ortaya çıkan bu hassasiyeti hangi âyet ve hadislerin sağladığı merak edilebilir. Bu âyet ve hadisleri genel tababet, koruyucu hekimlik ve tedavi şekilleri üst başlığı altında üç şekilde kategorize edebiliriz:

Genel tababete dair âyet ve hadisler

  • “Biz Kur’ân’ı müminlere şifa ve rahmet olarak indiririz…” (İsra, 17/82)
  • “Kim bilgisi olmadığı halde hekimlik yapmaya kalkışırsa sebep olacağı zararı öder.” (Ebû Dâvûd, “Diyat” 23)
  • Sad b. Ebî Vakkas hastalanmış, Hz. Peygamber (sas) ziyaretine gitmiş. Sad’ı evinde hasta yatar görünce “Haris b. Kelde’yi çağırın, o iyi bir hekimdir, sizi tedavi etsin.” buyurmuşlar. (Ebû Dâvûd, “Tıb” 12)

Koruyucu hekimliğe dair âyet ve hadisler

  • Hayız halinde iken kadınlara yaklaşılmaması (Bakara, 2/222)
  • “Bir yerde veba olduğunu işitirseniz oraya girmeyiniz. Bulunduğunuz yerde veba vukua gelirse oradan ayrılmayınız.” (Buhârî, “Tıb” 30)
  • “Cüzzamlıdan, aslandan kaçar gibi kaçınız.” (Buhârî, “Merda” 19)
  • “Size ne oluyor ki dişleriniz sararmış olduğu halde yanıma geliyorsunuz. Misvak kullanınız.” (Ahmed b. Hanbel, Müsned 1/214)
  • Çocukların 2 yıl emzirilmesi (Kasas, 28/12)
  • “Seyahate çıkınız, sıhhat bulursunuz.” (Taberanî)
  • İhtiyarlıkta gebe kalınamayacağı (Zâriyât, 51/29)
  • “İnsanoğlu midesinden daha zararlı bir kap doldurmamıştır. İnsanoğluna belini doğrultacak birkaç lokma kâfidir. Mutlaka yemesi gerekirse midesinin üçte birini yemeye, üçte birini içmeye, üçte birini de nefes alıp vermeye (havaya) bırakmalıdır.” (Tirmizî, “Zühd”, h.no: 2380)

c) Tedavi konusunda âyet ve hadisler

  • “Rabbin bal arısına şöyle vahyetti: ‘Dağlardan, ağaçlardan ve insanların kurdukları çardaklardan kendine göz göz ev (kovan) edin. Sonra da her türlü meyveden ye de Rabbi’nin sana yayılman için belirlediği yolları tut!’ Onların karınlarından renkleri çeşit çeşit bir şerbet çıkar ki onda insanlara şifa vardır. Elbette düşünen kimseler için bunda alacak ibret vardır.” (Nahl, 16/68-69)
  •  “İsmid (sürme taşı) çekin. O gözü açar ve kirpikleri besler.” (Tirmizî “Libas” 23)
  •  Gözü ağrıyan birisine Hz. Peygamber Efendimiz (sas) “Sabur ile tedavi et!” buyurdu. (Müslim, “Hac” 89, 90)
  • “Çörek otu ölümden başka her derde devadır.” (Buhârî, “Tıb” 7)
  • “Şifa üç şeydedir: Bal şerbeti içmek, hacamat vurmak, dağlamak.” Dağlama daha sonra menedilmiştir. (Buhârî, “Tıb” 3)
  •  Peygamber Efendimiz (sas) baş ağrısından şikâyet eden bir kimseye kan aldırmasını tavsiye etti. (Müslim, “Selam” 71)

O dönemin sağlık konusunda uygulamada olan mevcut gelenekleriyle karşılaştırıldığında Hz. Peygamber (sas) ile birlikte yeni bir tıp anlayışının doğduğunu söylemek zor olmasa gerektir. Hz. Peygamber (sas), tıp konusunda hem İslâm dünyası hem de insanlık için adeta zihin ve ufuk açıcı devrim etkisi yapmıştır. Öncelikle hurafe ve batıl inanış kabilinden tedavi şekillerini açıkça reddeden Efendimiz, onların yerine bugünkü modern tıbbın da tasvip ettiği birtakım ilkeler getirmiştir. Bu ilkeleri: Her hastalığın bir ilacı var, bu ilaçlar denenerek bulunabilir ve eğer doğru ilaç bulunursa hasta tedavi edilebilir, şeklinde üç başlık altında toplayabiliriz.

Nitekim Peygamber Efendimiz (sas), Ebü’d-Derda (ra) tarafından rivayet edilen bir hadisinde hekim-hastalık-ilaç üçgeni içinde hareket edilmesi bunun dışına çıkılmaması gerektiğini şöyle buyurmaktadır: “Allah Teâlâ hastalığı da ilacı da indirmiştir. Her hastalığa bir ilaç var etmiştir. Öyleyse tedavi olun. Ancak haram olan şeyle tedavi olmayın.” (Ebû Dâvûd, “Tıb” 11)

Her ne kadar bazı çevreler Tıbb-ı Nebevî bağlamında ortaya çıkan yaklaşımların maksadını aştığını ve hatta hurafe olduğunu söylemektedirler.  Onlara göre âyetlere dayanan müktesebat dışında kalanları kabul etmek mümkün değildir. Halbuki Tıbb-ı Nebevî ile ilgili hadislerin kıymet-i harbiyesi olmasaydı sahâbe bunlara uymazdı. Öyle ki sahâbe tıp konusundaki hadislere harfiyen uymuştur. Örneğin Suriye’ye gelen Hz. Ömer, burada veba salgını olduğunu öğrenince geri dönmek istemişti. Geri dönme kararı aldığı için Hz. Ebû Ubeyde, Hz. Ömer’e itiraz etti ve “Allah’ın takdirinden mi kaçıyorsun?” diye sordu. Bu soruya Hz. Ömer (ra): “Evet, ben Allah’ın bir takdirinden diğer takdirine kaçıyorum. Zira Resûlullah’ın (sas) şöyle buyurduğunu biliyorum: “Bir yerde veba hastalığını işitirseniz oraya gitmeyiniz. Bir yerde de veba hastalığı çıkar da siz orada bulunursanız vebadan kaçarak oradan çıkmayınız.” Dedi. Bu uygulamanın “karantina uygulaması” olduğu hususunda şüphe bulunmamaktadır. Nitekim Covid-19 hastalığı ile mücadele eden günümüz insanının karantinanın hastalıktan korunmak için önemli bir yöntem olduğunu bilmektedir. Bu itibarla 21. yüzyılda yaşayan hiçbir hekim Resûlullah’ın (sas) karantina tavsiyesine karşı çıkmaz.

Ayıca Tıbb-ı Nebevî ile vahiy arasında bir ilişki olduğu hususu da izahtan varestedir. Nitekim bu hadislerin vahiy ile ilgisini Hz. Peygamber’in kendi ifadelerinden de anlıyoruz. Ebû Said Hudri’den (ra) rivayet edilen hadis şöyledir: Hz. Peygamber (sas)’e bir kişi geldi “Yâ Resûlallah, kardeşimin karnı ağrıyor (ishal olmuş).” dedi. Resûl-i Ekrem (sas): “Bal (şerbeti) içir.” buyurdu. Sonra bu adam ikinci bir defa Resûl-i Ekrem’e geldi ve kardeşinin hastalığının geçmediğini söyledi. Resûlullah (sas) yine “Bal şerbeti içir.” buyurdu. Sonra üçüncü bir defa daha geldi. Resûl-i Ekrem (sas) yine “Bal şerbeti içiriniz.” buyurdu. Sonra bu adam bir daha geldi. “Bal şerbeti içirdim fakat ishali ve ağrısı geçmedi, bilakis arttı.” dedi. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem (sas): “Allah sözünde doğrudur fakat kardeşinin karnı yalancıdır. Haydi, yine bal şerbeti içir.” buyurdu. Dördüncü defa içirdi de hastalıktan kurtuldu.” (Tirmizî, h.no: 2164)

Tıbb-ı Nebevî ile ilgili âyet ve hadisler, modern tıbbî bulgularla örtüşmekle birlikte, o dönemin yanlış tababet anlayış ve yaklaşımlarını da ortadan kaldırmaya yönelmiştir.
Zira diğer toplumlarda olduğu gibi Araplar da tababet konusunda birçok hurafe ve batıl inanışa sahiptiler. Bazı örnekler verelim:

  • Beraberlerinde bir tavşan kemiği taşıdıkları takdirde hastalıklardan korunacaklarına inanırlardı.
  • Yılan sokmuş bir kimseyi yılanın zehri vücutta yayılmasın diye uyutmazlar, üstüne başına ziller takarlardı.
  • Korkmuş bir kadının yüreğinin soğuduğuna inanarak sıcak su içirirlerdi.
  • Çocukların çürük dişlerini güneşe doğru attıkları takdirde yeni dişlerin muntazam çıkacağına inanırlardı,
  • Şaşılığı, değirmen taşına baktırarak tedavi ederlerdi.
  • Vebadan korunmak için merkep gibi anırırlardı.
  • Hastaları kâhinlere götürür, sihir yapar, tapınaklara kurban keser, böylece hastaların içine girmiş şeytanların çıkacağına inanırlardı.

İslâm öncesi dönemde tababet alanında görülen bu hurafe ve batıl inanışlara Efendimiz (sas)  adeta savaş açmıştır. Hastalık durumunda hekim/doktor aranması, sadece hekim/doktora gidilmesi ve tedavi olunmasını tavsiye ederek tıp ilminin doğup gelişmesine önayak olmuştur. Hz. Peygamber’in (sas) tababet ile ilgili hadislerine büyük ihtimam gösterilerek Kütüb-i Sitte olarak bilinen 6 hadis kitabında Tıbb-ı Nebevî için ayrı bablar açılmış, Buhârî “Kitabu’t-Tıb” ve “Kitabu’l-Merda” başlığı altında iki bölüm, Ebû Dâvûd “Kitabu’t-Tıb” diye bir bölüm ayırmış, aynı şekilde Tirmizî, İbn Mâce, Müslim, Nesaî, Ahmet b. Hanbel ve İmam Malik de eserlerinde tıpla ilgili hadislere yer vermiştir.

Daha sonra bir bilim alanı olarak tıp doğmuş ve “Tıbb-ı Nebevî” adını taşıyan eserler yazılmaya başlanmıştır. Hatta “Tıbb-ı Nebevî” kitabı yazma geleneği oluşmuştur diyebiliriz. İlk Tıbb-ı Nebevî h.120. yılında yaşamış olan Abdulmelik b. Habib tarafından yazılmıştır. Bunu, daha sonra yazılan İbn Nuaym’ın “Tıbb-ı Nebevî” adlı eseri takip etmiştir. Bunların dışında aynı adı taşıyan birçok eserin kaleme alındığını görmekteyiz. Örneğin, Brokelman ve Kâtip Çelebi 10’dan fazla Arapça Tıbb-ı Nebevî kitabının olduğundan bahseder. Bundan başka Farsça, Urduca ve Türkçe Tıbb-ı Nebevîler mevcuttur. Sadece İstanbul kütüphanelerinde 20’nin üstünde Türkçe Tıbb-ı Nebevî kitabı var. Osmanlı döneminde son yazılan Tıbb-ı Nebevî Dr. Hüseyin Remzi Bey’e (1896) ait. Cumhuriyet döneminde ise bu konuda Mahmut Denizkuşları tarafından Bursa İslâm Enstitüsü’nde bir doktora tezi yapılmış. Bütün bu çalışmalar sonunda İslâm dünyasında tıp alanında devrim niteliğinde gelişmeler olmuş. Örneğin, İbn Sina’nın Kanun fi’t-Tıb adlı kitabı Avrupa’da tıp okullarında takriben 1000 yıl boyunca ders kitabı olarak okutulmuştur. Bu eser, Orta Çağda bütün dünyaya ışık tutan İslâm tıbbı için zemin hazırlamıştır. Nitekim gerçek anlamda:

  • İlk hastane İslâm dünyasında inşa edilmiştir.
  • İlk tıp eğitimi İslâm dünyasında verilmiştir.
  • İlk ciddi ameliyat İslâm dünyasında el-Zahravî tarafından yapılmıştır.
  • İlk cerrahi aletler el-Zahravî’ye yani Müslümanlara ait. Hatta el-Zahravî bu nedenle “cerrahinin babası” sayılmıştır.
  • İlk aşı İslâm dünyasında geliştirilmiştir.
  • İlk anatomi bilgisi Müslümanlar tarafından verilmiştir.
  • Daha önemlisi hayvan bağırsağından ilk ilaç kapsülünü Müslümanlar yapmıştır.

Tıbb-ı Nebevî’nin en önemli ve belki de modern tıptan üstün özelliği, kimyasal maddelerin karışımı ile elde edilen ilaçlara, basit ve tabiatta bulunan doğal ürünlerin tercih edilmesidir. Bu nedenle Tıbb-ı Nebevî’nin şifalı bitkilere, doğal yiyeceklere, sebze ve meyvelere dayalı tıbbı destekleyici ve hatta tamamlayıcı bir özellik taşıdığı söylenebilir. Bu yüzden kimyasal maddelerden oluşan ilaçları Amerika ve Avrupa’da satamayan, yavaş yavaş bu ülkeleri terk etmeye başlayan, bu yüzden de Türkiye’yi “ilaç cenneti” olarak gören firmaların baskısından kurtulmamız gerekiyor.

Bir kere şunun altını çizmemiz gerekiyor: Tıbb-ı Nebevî’nin “alternatif tıp” olarak algılanmaması; hastalığına şifa derdine deva arayanların çare olarak gördükleri bir alana dönüşmemesi önemlidir. Tıbb-ı Nebevî’nin alternatif tıp olarak değil de destekleyici ve tamamlayıcı tıp olarak değerlendirilmesi daha doğru olacaktır. Zira tıp bir bütündür. Tıbb-ı Nebevî, günümüz modern tıbbı ile birlikte bir bütün olarak değerlendirilmelidir. Başka bir ifadeyle söylemek gerekirse Tıbb-ı Nebevî alternatif değil, daha çok tamamlayıcı ve destekleyici özellikler taşımaktadır.

Tıbb-ı Nebevî’nin tamamlayıcı ve destekleyici tıp olarak görülmesini yadsımamak gerekmektedir. Zira Çin tıbbının (Chinese Medicine) Batı ülkelerinde tamamlayıcı ve destekleyici tıp olarak çok rağbet gördüğü herkesin malumudur. Bu bağlamda Batı üniversitelerinde Çin tıbbı ile ilgili bölümler, enstitüler ve araştırma merkezleri kurulmuş durumdadır. Batı’nın Tıbb-ı Nebevî’ye de aynı ilgiyi gösterdiğini söylememiz mümkün değildir. Ancak İran, Suudi Arabistan ve Mısır’da “Tıbb-ı Nebevî Enstitüleri”nin kurulduğunu duymak bundan sonraki çalışmalar için ümit vericidir. Bu enstitülerin kamuoyuna duyurulacak olgunlukta bir çalışmaları henüz olmadı. Ancak yine de özveri ve cesaretlerinden dolayı bu enstitüleri kuranları tebrik etmek gerekiyor. Ne yazık ki toplum olarak kendi yaptıklarını hep küçümseyen mütevazı bir yaklaşıma sahibiz. Bu yüzden Tıbb-ı Nebevî denince İbn Haldun’da görüldüğü gibi “umuru’d-dünya” kavramını kullanarak bu birikimin Hz. Muhammed’den (sas) ziyade Araplara ait olduğunu düşünülmektedir. Bilindiği gibi Resûlullah hurma ağaçlarının aşılanmamasını istemiş ve o yıl hurma ağaçları meyve vermemişti, ertesi yıl “Dünya işlerinizi (umuru’d-dünya) siz daha iyi bilirsiniz…” diyerek önceki görüşünde ısrar etmemiştir. İşte tam da bu hadisi kullanarak “Tıbb-ı Nebevî”nin de umuru’d-dünya sayılması gerektiğini savunanlar var. Veyahut da “Tıbb-ı Nebevî”nin sadece “koruyucu hekimlik” alanıyla ilgili birtakım tavsiyeleri içerdiğini söyleyerek genel tıp ve tedavi şekilleri ile ilgili muhtevayı görmezden gelmek isteyenler vardır.

Burada şu soruları sormamız gerekmektedir:

1. Kur’ân’da hastalık ve şifadan bahseden âyetler neden var? Kütüb-i Sitte ve Kütüb-i Tis’a olarak bilinen hadis kitaplarında Tıbb-ı Nebevî için ayrı bablar neden açıldı?

2. İbn Kayyım el-Cevziyye’nin kaleme aldığı iki ciltlik eseri başta olmak üzere “Tıbb-ı Nebevî” adını taşıyan yüzlerce eser neden yazıldı?

3.  İbn Sina’nın Kanun fi’t-Tıb adlı eseri nasıl yazıldı? Binlerce yıl bu kitap Avrupa’daki tıp okullarında neden okutuldu?

4. İlk hastaneyi kuran, ilk tıp fakültesini eğitim kurumlarına katan, ilk ciddi ameliyatı yapan, ilk cerrahi aletlerini icat eden, ilk aşıyı geliştiren, hayvan bağırsağı ile ilk ilacı bulan Müslümanlar değil miydi?

Bütün bunlarla Çin tıbbı alanında yapılanlar mukayese bile edilemezken Tıbb-ı Nebevî alanında çalışmalar yapan bir Tıbb-ı Nebevî Enstitüsünün Türkiye’de hâlâ kurulmaması anlaşılır gibi değildir. Zira Türkiye’de Tıbb-ı Nebevî enstitüsünün kurulmaması için hiçbir neden yoktur.

“Tıbb-ı Nebevî koruyucu tıptan ibarettir.” şeklinde birtakım yaklaşımlar olduğu bilinmektedir. Bu görüşe göre Tıbb-ı Nebevî’de sağlığın korunması için tedbir alınması yani koruyucu hekimlik, beslenme ile ilgili bilgi ve tavsiyelerden ibarettir. Eğer bunların uygulanmasına rağmen hastalık olur veya ilerlerse o zaman uygulamalı tıbbın devreye girmesi gerektiği mesajı verilmiştir. Ancak koruyucu hekimlik son derece merkezi bir önem arz etmesine rağmen Tıbb-ı Nebevî geleneğinde genel tababet bilgileri ile birlikte tedavi şekillerinden de söz edilmektedir. Bu nedenle Tıbb-ı Nebevî mevzubahis olduğunda sadece koruyucu hekimlikten bahsedelim demek indirgemeci bir yaklaşım içinde olmaktır. Tıbb-ı Nebevî’de koruyucu hekimlik dendiğinde aklımıza ilk olarak 3 şey gelmektedir:

  1. Hijyen (Temizlik)

Bilindiği gibi, mikroplar hijyenik olmayan ortamlarda yaşar ve insanları hasta ederler. Resûlullah (sas) döneminde mikrop bilinmiyordu.  Ancak Resûlullah (sas) mikrop hakkında bilgi sahibi değildi demek çok zor. Her ne kadar Batılılar 19. yüzyılda ilk olarak “mikrop”tan Fransız bilim adamı Pasteur’ün bahsettiğini söylese de, aslında ondan 400 yıl önce yani 15. yüzyılda yaşayan Akşemseddin mikrobu bilimsel bir şekilde tarif ve tespit etmiştir. Nitekim Akşemseddin “Maddetü`l-Hayat” adlı tıbbî eserinde hastalıkların vücuda giren bir takım görünmeyen tohumlardan hâsıl olduğunu, kuluçka devirleriyle yani vücuda girişlerinden hastalığın meydana çıkışına kadar geçen süreleriyle beraber tesbit ve izah ederek “bakteriyoloji” ilminin esaslarını kurmuştur (Bk. Akşemseddin, Maddetü’l-Hayat, 2/162).

Aslında Akşemsettin sadece Kur’ân ve Resûlullah’ı (sas) çok iyi anlamıştır. Zira Allah Teâlâ Bakara Sûresi 222. âyetinde: “Şunu iyi bilin ki Allah tevbe edenleri de sever, temizlenenleri de sever.” Yine Resûlullah’e (sas) ait herhangi bir mikrop tanımı yapmadan “temizliğin koruyucu hekimlik” anlamına geldiği yani insanları mikroplardan koruduğu anlamına gelen onlarca hadis bulunmaktaydı. Örneğin Hz. Peygamber (sas) “Temizlik imanın yarısıdır.” (Müslim, “Tahâret” 1; Tirmizî, “Deavât” 86; Ahmed b. Hanbel, 4/260; Dârimî, “Vudû”, 2) diyerek nerdeyse bütün ibadetlere temizlik ile başlatmıştır.

Hatta Resûlullah (sas) bu hususta ana ilkeleri bile belirlemişti. Peki! Bu ilkeler nelerdi? Zamanla İslâm dininin birer rüknü haline gelen bu ilkeler dörde ayrılmıştı:

1. Genel vücut ve elbise temizliği

2. Abdest ve gusül abdesti almak

3. Dişleri fırçalamak

4. Çevre temizliği

2. Perhiz

Şâir Nâbî “Mebhas-ı Lâzıme-i Hikmet ü Tıbb” adlı eserinde az yiyip içme konusunda oğluna şu tavsiyelerde bulunur:

“Hz. Peygamber (sas), ‘Mide hastalıkların evi¸ perhiz ise devaların başı’ demişti.

Oğlum, bu kuralı ilke edin, sakın yemek yerken belli başlı bir miktarın üzerine çıkma.

Perhizi bekçi ederek hastalık denen düşmanın beden köşküne girmesini engelle.”

Yeme-içme ile ilgili Kur’ân’da şöyle buyrulmaktadır: “Yiyiniz, içiniz fakat israf etmeyiniz, çünkü Allah israf edenleri sevmez.” (A’raf, 7/31) Bu âyette bulunan “yiyiniz ve içiniz” kısmını anlıyoruz. Burada bulunan “israf etmeyiniz!” ibaresi ne anlama geliyor? Bu âyet ile ilgili “yemekleri çöpe atmayınız!”, “ekmek kırıntılarını yere dökmeyin!” vs. gibi birtakım klasik algılar mevcuttur. Ancak âyette daha ziyade tıka basa yeme içmenin zararları anlatılıyor, bunun hem yiyecek ve içeceklerin boşa harcanması hem de insan sağlığı için zararlı olduğundan bahsediliyor. Fazla yemek ve içmek obeziteye ve dolayısıyla hastalıklara neden oluyor. Bu sefer bütün ülkeler obezite ile mücadele için bütçe ayırmak zorunda kalıyorlar. Aynı şekilde hastaneler de diyetisyen çalıştırmak zorunda kalıyorlar. Ayrıca zayıflama konusu çok fazla paranın harcandığı ayrı bir sektöre dönüşmüş durumdadır.

Ünlü Mısır Kralı Mukavkıs Peygamber Efendimiz’in (sas) kendisini İslâm’a davet etmesine karşılık bir jest yapmak üzere Medine’ye bir hekim göndermiştir. Hekim Medine’de aylarca kalmasına rağmen kendisine hasta müracaat etmemiştir. Bunun üzerine hekim Peygamber Efendimiz’e (sas) gelerek kendisine hasta gelmemesinin sebebini sormuştur. Peygamber Efendimiz (sas): “Biz acıkmadıkça sofraya oturmaz, doymadan sofradan kalkarız.” diyerek bu sorunun yanıtını vermiştir. Her ne kadar bu hikâye sağlam bir kaynaktan rivayet edilmese de bu sonuca konu ile ilgili hadislere bakarak rahatlıkla ulaşılabilir. Şimdi bu hadislere sırayla bakalım:

“Mümin karnını tamamen doyurmaz.” (Darimî, “Vesaya”, h.no:108),

“İnsanoğlu, midesinden daha kötü bir kap doldurmamıştır. Aslında, insanın hayatını devam ettirecek kadar birkaç lokmayı yemesi kâfidir. Bunu yapamıyorsa, hiç olmazsa, midesinin üçte birini yemeye, üçte birini suya ayırsın, üçte birini de nefes almasına imkân verecek şekilde ayarlasın.” (Tirmizî, “Zühd” 47; İbn Mâce, “Etime” 50)

Yakın geçmişe kadar sağlığın yemek ve içmekle paralel bir ilişkisinin olduğu düşünülürdü. Hastanın yemek yemesi kurtuluş, yemekten içmekten kesilmesi ise felaket anlamına gelirdi. Bu yüzden hasta yemek yemeğe zorlanırdı. Hatta “can boğazdan gelir” atasözü tam da bu konuyu anlatmak için kullanılıyordu. Düz mantıkla düşünüldüğünde bu son derece normal bir çıkarsama. Zira her canlı gibi insan da beslenmek zorunda. Bedeni için gerekli olan gıdaları ancak bu şekilde alabilir. İyi beslenmeyen, yeterli gıdaları almayan bir vücut sağlıklı, dinç ve dayanıklı olamaz; bu kimselerin güçsüz kalıp hasta olmaları da kaçınılmaz. O hâlde insan sağlığını korumak istiyorsa, iyi beslenmeye önem vermelidir.

3. Karantina

Burada Tıbb-ı Nebevî kitaplarında geçen koruyucu hekimlik ile ilgili önemli bir konu olan “karantina” üzerinde durmak gerekmektedir. Hz. Peygamber (sas) bulaşıcı hastalığı olan kimseye yaklaşmamayı emrettiği gibi, bulaşıcı hastalığa tutulan kimsenin de bulunduğu yerden ayrılmamasını istemiş ve bulaşıcı hastalığa neden olan zararlı hayvanlarla mücadele edilmesi gerektiğini belirtmiştir. Konuyla ilgili iki örnek verelim:

a) Cüzzam: Cüzzam hastalığı Hz. Peygamber (sas) döneminde herkesin korkulu rüyası haline gelmişti. Bulaşması güç bir hastalık olmasına rağmen Hz. Peygamber (sas) cüzzamlıdan kaçmayı ve cüzzamlı kimsenin de sağlıklı insanların arasına girmemesi gerektiğini emretmiş ve şöyle buyurmuştur: “Cüzzamlıdan aslandan kaçar gibi kaçın.” (Buhârî, “Tıb”, 19). Kendisini ziyarete gelen Sakif heyetinde cüzzamlı bir kimse olduğunu öğrenen Hz. Peygamber (sas)  ona haber göndererek şöyle buyurmuştur: “Biz seninle bey’atleştik, artık sen geri dönebilirsin.” (Müslim, “Selam”, 126)

b) Veba: Hz. Peygamber (sas) döneminin amansız hastalıklarından birisi de vebaydı. Vebadan korunma konusunda Hz. Peygamber (sas) şöyle buyurmaktadır: “Bir yerde vebanın bulunduğunu duyarsanız oraya gitmeyiniz. Bulunduğunuz yerde veba hastalığı varsa oradan da ayrılmayınız.” (Buhârî, “Tıb”, 168). Böylece Hz. Peygamber (sas), o dönemde hiç duyulmamış karantina yöntemini uygulamaya başlamış ve koruyucu hekimlik konusunda çağları aşan bir hamle yapmıştır.

Hz. Peygamber (sas), bir taraftan hastalık bulaştıktan sonra ne gibi tedbirler alınacağını açıklarken, diğer taraftan da hastalığı yayan ve zararlı oldukları bilinen hayvanlarla mücadele edilmesini emretmiştir: “Yeryüzünde yaşayan zararlı beş çeşit hayvanı öldürene hiçbir günah yoktur. Onlar Akrep, karga, çaylak, fare ve kuduz köpek.” (Buhârî, “Bedü’l-Halk”, 16)

Sonuç olarak Hz. Peygamber (sas), Müslümanlar için sadece dinî konularda değil dünyevî konularda da en güzel örnektir. O, döneminin sağlık ile ilgili bilgilerini hurafe ve batıl inanışlardan soyutlayarak modern tıbbın temellerinin atıldığı bir düzleme taşımıştır. Kendisi hekimlere tedavi olmuş, tedavi şekilleri ve ilaçlar konusunda Müslümanlara nasihatlerde bulunmuştur. Sahâbe de dinî konularda olduğu gibi tıbbî konularda da Efendimiz’i (sas) örnek almış ve söylediklerini harfiyen uygulamıştır.

2.5 2 Yorumlar
Puan
Bildir
guest

0 Yorum
Satır İçi Geri Bildirimler
Tüm yorumları görüntüle
DOSYA
Şahitliğin Hakkını Veren Şehir: Gazze...
Recep Songül
Şehit ve Şahit İlişkisi
İbrahim Hanek
Şahitlik ve İhsân
Murat Kaya
Seyr u Sülûk Bir Şehâdet Arayışı mıdır?...
Hamit Demir
İlâhî Şahitlik
Yavuz Selim Göl
RÖPÖRTAJLAR
“Gazze” demek şahitler diyarı demektir....
Muhammed Emin Yıldırım
“Şahitlik; her zaman ve zeminde hakkı söyleme, hak...
Şinasi Gündüz
“Doğu Türkistan Çin’in bir parçası değildir."...
Hidayet Oğuzhan
“Eğer insanım diyorsanız, Doğu Türkistan bir insan...
Seyit Tümtürk
“Gazze’de yaşananlar, Batı’nın dünya kamuoyundan, ...
Derda Küçükalp
SİRET-İ İNSAN
Savaşın Çocukları
Bahriye Kaman
Toplumun Kurucu Hücresi Olan Ailede Örneklik Vasfı...
Bahriye Kaman
Lider, Önder, Rehber!
Bahriye Kaman
Göçebe Ruhu
Bahriye Kaman
Nitelikler ve Roller
Bahriye Kaman
SİNEMA
Doğu Türkistan, Filistin ve Diğerleri: Sinemada Ek...
Abdülhamit Güler
Hiçbir Şey Eskisi Gibi Olmayacak. Ama!...
Abdülhamit Güler
Bu Film, Böyle Devam Edemez!
Abdülhamit Güler
Göstermenin Mesuliyetinde Sinemanın Örnekliği...
Abdülhamit Güler
Perdedeki Kimin Afeti, Felaketi, Kıyameti!...
Abdülhamit Güler
GEZİ-YORUM
Doğunun Tüm Yolları Erzurum'dan Geçer...
Mikail Çolak
Mağrur Bir Tarih Ribatı Gibi Dimdik Ayaktadır Kâşg...
Mikail Çolak
Prizren’de Osmanlı Evladı Olmak
Mikail Çolak
Vakur ve Mahzun Bir Efsanedir: Kudüs...
Mikail Çolak
Habib-i Neccâr’ın Gözyaşları
Mikail Çolak
SAHABİ BİYOGRAFİSİ
Leyla “A” dır
Rumeysa Döğer
Son Dokunuş Sahibi: Kusem b. Abbas
Rumeysa Döğer
F Tipi Dünya
Rumeysa Döğer
Afrâ bint Ubeyd Yüzlü Kadınların Zamanından…...
Rumeysa Döğer
Bütün Şehit Annelerine: Sümeyra Bint Ubeyd Teselli...
Rumeysa Döğer
NEBEVİ VARİSLER
Ubey b. Kâ'b: Allah’ın Seçtiği Muallim...
Damla Mıdış
Ümmü Seleme
Hayrunnisa Duran
Allame Muhammed Salih Damollam
İkra Nur Demir
Mücâhid b. Cebr
Damla Mıdış
Takvâ Sahiplerinin Öncüsü Hasan Basrî...
Beyza Durna
Scroll Up
0
Düşüncelerinizi çok isterim, lütfen yorum yapın.x