İnsan bir yönüyle hata yapabilen bir varlık olduğu gibi bir yönüyle de hatasını fark edip ondan dönebilen bir özelliğe sahiptir. Bunun ilk ve en güzel örneğini Âdem babamızla Havvâ annemiz sergilemişlerdir. Cenâb-ı Hak onları insan olarak yaratıp cennete yerleştirdiğinde cennetin bütün nimetlerinden istedikleri gibi yiyip içmelerine müsaade etmiş, ancak bir ağaca yaklaşmamaları hususunda onları kesin bir dille uyarmıştı. Şeytanın yeminle dile getirdiği yalanlarına kanarak yasak ağaçtan yiyen insanlığın ana-babası yaptıklarına pişman olarak gözyaşı dökmüşler, tevbe edip ilâhî mağfirete nail olup bu sıkıntıdan feraha ermişlerdi. Onların yaptıkları duada tam bir nefis muhasebesi, özeleştiri, pişmanlık kendini göstermektedir: “Rabb’imiz! Biz kendi kendimize zulmettik. Eğer bizi bağışlamaz ve bize merhamet etmezsen hiç şüphesiz ebedî kaybedenlerden oluruz.”[1]
Demek ki kişinin yaptıklarından pişman olup kendini kınaması ve özeleştiride bulunması ilk günahla birlikte cennette başlayan insanî bir durumdur.
Özeleştiri kişinin yaptığından memnun olmaması, yaptığını kusurlu bulması veya yeterli bulamaması yahut kendisini suçlu hissetmesi sonucunda gönül dünyasında tutuşan bir ateştir. Tam anlamıyla bir iç yangınıdır. Bu yangının yakıcılık durumu, âdeta yangına dökülen benzin mevkiinde olan pişmanlığın derecesine göredir. Ne kadar pişmanlık o kadar ateş, ne kadar nedamet o kadar acı hissedilir. Esas kişiyi derin bir muhasebeye, kendini kınamaya, özeleştiriye sevk edecek saik de bu yanma ve bu acıdır. Gönül böyle yana yana olgunlaşacak ve bir kıvama ulaşacaktır.
Kur’ân-ı Kerîm, bu gönül yangını bırakalım sıradan insanları bilfiil peygamber efendilerimizde gerçekleştiğini örnekleriyle haber vermektedir. Çünkü -peygamber olmakla birlikte- onların da beşerî yönleri vardı, bir kısım zelle işlemelerine müsaade edilmişti, bilmeyerek işledikleri bu zelleler yüzünden de ilahi itaba maruz kaldıkları için kendilerini kınayıp ciddi anlamda özeleştiri yapmışlardı. Netice itibariyle de Allah Teâlâ’ya iltica edip af dilemişlerdi.
Nûh (as) uzun yıllar tebliğ yapıp gönlünün istediği neticeyi alamayınca kavminin helakini isteyerek, “Yâ Rabbî! Yeryüzünde tek bir kafir bile bırakma” diye dua etti. Duası kabul edildi, ama orada ifade edilen ince bir kader sırrı Nûh’un (as) gözünden kaçtı. Allah Teâlâ ona: “Ey Nûh! Duanı kabul ettim. Sana inanmayan bütün kafirleri, zalimleri tufanda boğup helak edeceğim. Ama sakın boğulacaklar içinde bulunacak bir zalim için ileride “Yâ Rabbî, niye öyle, niye böyle diye” bir şikâyet ve serzenişte bulunmayacaksın” ikazında bulundu. Tufan başlayıp da Hz. Nûh’un bir oğlu da -onca yalvarıp dil dökmesine rağmen- boğulup gidince işte önceden sözü edilen kader sırrı ortaya çıktı. Tufanla kâfirlerin hepsi helak oldu olmasına ama aralarında oğlunun da bulunması Hz. Nûh’un ciğerine hançer gibi saplandı. Yüreği yandı. Allah’ın: “Zulmedenler hakkında onların kurtuluşu için bana bir ricada bulunma”[2] emrini unuttu. Gönlündeki yangın diline vurdu. Nûh Rabb’ine seslenip: “Rabb’im! Şüphesiz ki oğlum benim ailemdendir. Senin va‘din de elbette gerçektir. Ve sen hüküm verenlerin en hayırlısısın!” dedi. Allah şöyle buyurdu: “Ey Nûh! O kesinlikle senin ailenden değildir. Çünkü onun bütün hayatı yanlış bir inanç ve amel üzere kuruluydu. O halde hakkında bilgi sahibi olmadığın bir şeyi sakın benden isteme. Şüphesiz ben, cahillerden olmayasın diye sana öğüt veriyorum.” Nûh şöyle yalvardı: “Rabb’im! Doğrusu ben, hakkında bilgim olmayan bir şeyi senden istemekten yine sana sığınırım. Eğer beni bağışlamaz ve bana merhamet etmezsen elbette ziyana uğrayanlardan olurum.”[3]
Kur’ân’da özeleştiriye örnek olma açısından Hz. Mûsâ’nın (as) gençlik yıllarında başından geçen bir olay sebebiyle yaşadığı gönül acıları gerçekten ibrete şayandır. Çocukluk ve gençlik yıllarını can düşmanı Firavun’un sarayında geçiren Mûsâ (as), Firavun’un İsrailoğullarına yaptığı zulümler sebebiyle gerek bilfiil ona gerekse Kıptîlere öfke ile doluydu. Bu öfke, bir sabah vakti erkenden ahalinin uyuduğu bir vakitte şehre indiğinde biri kendi kavminden diğeri Kıptilerden iki kişinin kavga ettiğini gördüğünde patladı. Aslında öldürme kastı olmadığı halde salladığı bir yumruk kavganın bir tarafını teşkil eden Kıptî’nin ölümüne sebep olmaya yetti. Ama bu tecelli, Hz. Mûsâ’nın uzun yıllar bir iç acısı çekmesine, kendisini kınayıp özeleştiri yapmasına, bu günahından dolayı sürekli yüce Allah’a sığınıp O’ndan af dilemesine en büyük bir sebep teşkil etti. İleride peygamber olup tebliğe başlayacağı ve Firavun’u Allah’a davet edeceği zaman bile bu günahı, önünde hep en büyük engel olarak duracaktı. Hz. Mûsâ’nın bu öldürme hadisesi sebebiyle yaşadığı gönül acıları, kendini kınamalar, özeleştirileri, hatta bilfiil Allah Teâlâ tarafından iki de bir uyarılması âyet-i kerimelere şöyle yansımaktadır:
“Bir gün Mûsâ, halkın ortalıkta bulunmadığı bir sırada şehre girdi. Orada iki adamın birbiriyle kavga ettiğini gördü. Bunlardan biri kendi kavminden, öbürü ise düşman tarafından idi. Kendi kavminden olan kişi, düşmanına karşı ondan yardım istedi. Mûsâ da ötekine bir yumruk attı, adamın ölümüne sebep oldu. Arkasından da: “Bu, şeytan işidir. Gerçekten o, insanları doğru yoldan saptıran apaçık bir düşmandır” dedi. Hemen Rabb’ine yönelip: “Rabb’im! Ben kendime yazık ettim. Ne olur, beni bağışla” diye yalvardı. Rabb’i de onu bağışladı. Çünkü O, çok bağışlayıcı, engin merhamet sahibidir. Sonra da: “Rabb’im! Bana lütfettiğin bunca nimetler hakkı için bir daha suçlulara aslâ arka çıkmayacağım” dedi.”[4]
Mûsâ dedi ki: “Rabb’im! Ben onlardan birini öldürmüştüm, beni öldürmelerinden korkuyorum!”[5]
Mûsâ dedi ki: “Ayrıca ben onlar nezdinde suçluyum (onlardan birini öldürmüştüm); bu yüzden beni öldürmelerinden korkuyorum.”[6]
Kendini kınama, özeleştiride bulunma, yaptığına pişman olma hususunda Kur’ân’da anlatıldığı şekliyle Hz. Yûnus’un (as) hali de pek ibretlidir:
Yûnus (as) kavminin inkârcı ve inatçı hâllerine son derece üzüldüğünden daha fazla dayanamayıp, azabın iyice yaklaşmış olduğu endişesiyle ama Rabb’inden de izin almadan aralarından ayrıldı. Dicle nehrinin kenarına geldi. Bir gemiye bindi. Gemi, hareket ettikten bir müddet sonra suyun ortasında durdu. Onu bir türlü yürütemediler. Batacakları endişesiyle durumu uğursuzluk sayarak gemide günahkâr birinin olduğunu düşündüler. Bunun kim olduğu hususunda kur‘a çektiler. Kur‘a Hz. Yûnus’a çıktı. Nihayet Yûnus’u suların içine bıraktılar. Onu büyük bir balık yuttu. Bu sırada Yûnus, yaptığına pişmanlık duyuyor, kendini sorguluyor, nefsini kınayıp duruyordu. “Keşke daha sabırlı olsaydım, acele etmeseydim, biraz daha bekleseydim” diyerek kendini suçluyordu. Tam anlamıyla bir özeleştiri yapıyordu. Ama o artık bir balığın karnındaydı. Orası pek karanlık bir yerdi. Kendisi ise henüz hayatta, şuuru da yerindeydi. Cenâb-ı Hak balığa, Yûnus’u yaralamamasını ve onun kemiklerine zarar vermemesini emretti.
Yûnus (as), denizin ortasında, balığın karnında, üst üste karanlıklar içinde kendini suçlayarak, nefsine zulmettiğini itiraf ederek pek derin bir hüzünle hâlini Rabb’ine şöyle arz etti: “Senden başka ilâh yoktur. Sen her türlü kusurdan, eşi-ortağı olmaktan uzaksın. Şüphesiz ben kendine yazık edenlerden oldum!”[7]
Yûnus (as), içinde bulunduğu bu zor ve sıkıntılı şartlar altında, her zaman olduğundan daha fazla Cenâb-ı Hakk’ı tesbih ve zikre devam etti. İstiğfâr ve dua ile meşgûl oldu. Cenâb-ı Hak, Yûnus’un “Senden başka ilâh yoktur. Sen her türlü kusurdan, eşi-ortağı olmaktan uzaksın. Şüphesiz ben kendine yazık edenlerden oldum!” diye çokça tesbihi üzerine bu mübârek peygamberinin işlediği zelleyi affetti: “Biz de onun duasını kabul buyurduk; kendisini gam ve kederden kurtardık. İşte biz mü’minleri böyle kurtarırız.”[8] Bu affın yegâne sebebi ise Hz. Yûnus’un Cenâb-ı Hakk’ı hiç unutmaması ve çokça tesbihiydi: “Eğer o, Allah’ı her dâim tesbih eden kullardan olmasaydı, elbette insanların yeniden diriltileceği güne kadar o balığın karnında kalacaktı.”[9]
Yüce Allah, Hz. Âişe’ye atılan iftira olayı üzerinden gerek bilfiil iftiraya iştirak edenleri gerekse olayın dışında kalan kesimleri yani birlikte tüm İslâm toplumunu çok ciddi bir özeleştiriye davet etmektedir. Mezkûr olay üzerine gelen âyet-i kerimelerdeki peş peşe gelen levlâ…, levlâ… hitapları, yapılmayıp da yapılması gerekenleri sıralamakta, müminlerin bu konuda çok daha dikkatli olmaları gerektiği hususunda hatırlatmalarda bulunmaktadır. Âyet-i kerimelerin meal düzeyindeki ifadeleri burada yapılması gereken özeleştirinin mahiyeti hakkında tam bir kanaat edinmeye yetmektedir:
“…Bu iftirayı işittiğiniz zaman mü’min erkek ve mü’min kadınların birbirleri hakkında güzel şeyler düşünmeleri ve: “Hâşâ! Böyle bir şey olamaz! Bu, düpedüz bir iftiradır!” demeleri gerekmez miydi? Bu iftirayı atanlar, iddialarına dair dört şâhit getirselerdi ya! Mademki şâhit getiremediler, o halde onlar Allah katında yalancıların ta kendileridir. Eğer dünyada ve ahirette Allah’ın size lütfu ve merhameti olmasaydı, içine daldığınız bu iftira yüzünden size elbette pek büyük bir azap dokunurdu. Çünkü siz o iftirayı dilden dile birbirinize aktarıyor, hakkında bilgi sahibi olmadığınız şeyleri ağzınızda geveleyip duruyor, bunun da basit ve ehemmiyetsiz bir şey olduğunu sanıyordunuz. Halbuki o, Allah katında son derece büyük bir günahtı! Onu işittiğiniz zaman: “Böyle bir şeyi ağzımıza almamız bize yakışmaz. Aman Allah’ım! Bu, büyük bir iftiradır!” diyerek kestirip atmanız gerekmez miydi? Eğer mü’min kimseler iseniz, böyle bir şeyi bir daha yapmamanız konusunda Allah sizi sakındırıp uyarmaktadır.”[10]
Kur’ân-ı Kerîm, pek çok yönlerden gerek fert gerek toplum olarak bizleri, farklı görev ve sorumlulukları olan kişileri ciddi manada özeleştiriye çağırmaktadır. Kitabı bilen, alim geçinen kimselere çok sert eleştiriler yöneltmekte ve onları halleri ve sorumlulukları üzerinde düşünmeye zorlamaktadır: “Siz insanlara iyilik yapmayı emredip kendinizi unutuyor musunuz? Halbuki ilâhî kitabı da okuyup duruyorsunuz. Hiç aklınızı çalıştırmıyor musunuz?”[11]
Şu âyet-i kerime de yine Allah’ın dinini tebliğ etme ve öğretme sorumluluğunu üstlenmiş bütün din alimlerinin kendilerini ciddi bir muhasebeye çekmeleri gerektiğine vurgu yapmaktadır: “Keşke mürşitleri ve âlimleri onları günah olan sözleri söylemekten ve haram yemekten alıkoysalardı. Fakat heyhât! Bunların da yapıp durdukları şeyler gerçekten ne kötüdür.”[12]
Dünyada yapılan ve yapılması gereken bu mezkûr özeleştirilerin ötesinde bir de ölüm ve sonrasında özeleştiriler, kendini kınamalar, âh vahlar var ki artık bunların kişiye bir faydası da olmayacak; bunlar beyhûde yanışlar, yakarışlar ve çığlıklar halinde kalacaklardır. Kıyâmet sûresinde birinci âyette kıyamet gününe yemin edildikten sonra peşinden ikinci âyette nefs-i levvâmeye yemin edilerek şöyle buyrulmaktadır:
“Yemin ederim o kıyâmet gününe. Yemin ederim pişmanlık duyup dâima kendini kınayan nefse ki siz mutlaka diriltilip hesaba çekileceksiniz!”[13]
Nefs-i levvâme, “kınayan nefis” demektir. Bu, başkasını olabileceği gibi daha çok yaptığı yanlışlar, işlediği günahlar sebebiyle kendini kınayan nefistir. Kıyamet kesinlikle olacak, ona inanmayan nefisler, o gün kendilerini çok kınayacak, dünyada yaptıkları günahlara, düştükleri gafletlere, heba ettikleri fırsatlara çok pişman olacaklardır. Hatta her nefis kendisini kınayacak, durumuna göre “Daha iyi işler niye yapmadım, daha güzel niye çalışmadım” diye pişman olacaktır. Bu durumdaki gafillerin âh vâh seslerini, pişmanlık çığlıklarını Yüce Kitabımızın pek çok âyetinden duymaktayız:
Sizden birine ölüm gelip de: “Rabb’im! Ne olurdu ecelimi biraz daha erteleseydin de sadaka verip iyi kullardan olsaydım!” diye yalvarmadan önce size verdiğimiz rızıklardan Allah yolunda harcayın. İyi bilin ki Allah, eceli geldiğinde hiç kimsenin ölümünü bir an geri bırakmaz. Allah, bütün yaptıklarınızdan hakkiyle haberdardır. [14]
Bu âyetlere göre ölüm sonrası pişman olup “keşke sadaka verip iyi kullardan olsaydım” demektense, hayatta iken ve fırsat varken sahip olduğumuz her türlü imkândan Allah yolunda infak etmek, elbette daha faydalı olacaktır. Bu bakımdan, dünyada günahlarından arınmadan küfür, şirk ve zulüm gibi günahlarla mahşere gelen insanların durumları hiç de iç açıcı olmayacaktır:
O gün zalim pişmanlıktan ellerinin üzerini ısıracak ve şöyle diyecek: “Eyvâh! Keşke dünyada Peygamberle beraber bir yol tutsaydım! Yazıklar olsun bana! Keşke falanı dost edinmeseydim! Vallahi, ikaz ve öğütlerle dolu olan Kur’ân tam da bana ulaşmışken, beni onu anlayıp gereğini yapmaktan o uzaklaştırdı.” Şeytan insanı işte böyle uçuruma sürükler, işte böyle yapayalnız yüzüstü bırakır.[15]
Âyetteki “elleri ısırmak” ifadesi duyulan pişmanlığın derecesini göstermektedir. Yaşarken Peygamber’in yanında bir yol tutmuş; ona iman ve itaat ederek bir ömür sürmüş olmayı isteyeceklerdir. Âhlar, vâhlar, keşkeler birbirini kovalayacak, Kur’ân ve peygamber düşmanlarını dost edinmiş olmamayı çok arzulayacaklardır. Aşağıda gelen âyetler, belli şartlar çerçevesinde aynı gerçeği daha net ve anlaşılır hâle getirmektedir:
Ta ki kıyâmet günü geldiğinde kişi: “Allah’a karşı işlediğim günahlardan dolayı yazıklar olsun bana! Meğer ben ne büyük gerçekleri alaya alıyormuşum da haberim yokmuş!” demeye mecbur kalmasın. Yine o: “Eğer Allah bana doğru yolu gösterseydi, ben de elbette şirk ve isyandan sakınanlardan olurdum” diye mazeretler öne sürmesin. Yahut o azabı gördüğünde: “Âh, keşke bana bir fırsat daha verilse de dünyaya dönüp iyilik yapanlardan olsam!” şeklinde boş temennilerde bulunmasın. Allah şöyle buyurur: “Hayır! Gerçekleri açıklayan âyetlerim sana gelmişti, fakat sen onları yalanladın, onları kabul etmeyi kibrine yediremedin ve kâfirlerden oldun!”[16]
Kâfirlerin kıyamet günü âhlar vâhlar içinde sızlanışları ve cehennem içinde kulakları sağır edecek derecede feryatları bir diğer âyet-i kerimede şöyle dile getirilmektedir:
İnkâra saplanmış olanlara gelince, onlar için cehennem ateşi vardır. Ne haklarında ölüm kararı verilir ki ölüp de azaptan kurtulsunlar. Ne de tattıkları azaptan en küçük bir eksiltme ve hafifletme olur. Biz, Allah’ı ve nimetlerini inkâr eden her nankörü işte böyle cezalandırırız. Orada avazlarının çıktığı kadar yüksek sesle feryat edecekler: “Rabb’imiz! Ne olur, bizi buradan çıkar ve dünyaya geri gönder de daha önce yaptıklarımızın yerine sâlih ameller işleyelim!” Allah da onlara: “Size, düşünüp öğüt alacak bir kişinin, düşünüp öğüt alabileceği bir ömür vermedik mi? Hem size uyarıcı bir peygamber de gelmişti. O halde tadın azabı! Artık zâlimler için hiçbir yardımcı yoktur” buyuracak.[17]
Kıyamet günü esas şaşkınlık, yakıcı hasret ve pişmanlık amel defterlerinin açıldığı zamanda gerçekleşecektir. Şu âyet-i kerime bu acı manzarayı şu şekilde tasvir ve takdim etmektedir: “Herkesin amel defteri önüne konulacak; sen günaha batmış inkârcı suçluların o defterde yazılı olanlardan dolayı ödleri patlayacak şekilde korktuklarını göreceksin. Hayretler içinde: “Yazıklar olsun bize! Bu nasıl defter ki küçük büyük demeden, hiçbir şeyi dışarıda bırakmadan ne yapmış ne söylemişsek hepsini saymış dökmüş!” diyecekler. Böylece yaptıkları her şeyi amel defterlerinde bulacaklar. Rabbin hiç kimseye zulmetmez.”[18]
İnsan her şeyi bilen, gören, işiten, her şeyden hakkiyle haberdar olan Allah’ın huzurunda, ilâhî kameraların altında bir ömür sürmektedir. Kur’ân-ı Kerîm bu gerçeği ısrarla ve tekrarla açıklamaktadır. Fakat insan bunu anlamakta ve güneş kadar açık bu gerçeği kabullenmekte sıkıntı yaşamaktadır.
O gün hesaba çekilip cehenneme gideceği kesinleşen kafirler, haşredildikten sonra “kûnû turâba/toprak olunuz” emriyle tekrar toprağa dönüşen hayvanatı görünce onlara gıptayla bakacaklar, derin bir hasret ve pişmanlık içinde, “Yâ leytenî küntü turaba” yani “Keşke biz de -insan değil de- şu hayvanlar gibi hayvan olarak yaratılsaydık da şimdi de onlar gibi toprak olup gitseydik diyeceklerdir.
Netice itibariyle yaptıklarına pişman olmak, kendini hesaba çekmek ve özeleştiride bulunmak pek çok kusurla muallel insanın, insan olması haysiyetiyle tabiatına zerk edilmiş bir durum olup bundan bütünüyle arınabilmiş bir benlik tasavvur etmek neredeyse imkansızdır. Böyle olduğu için de yüce kitabımız, bu konuya büyük bir hassasiyetle eğilmiş, meselenin gerek dünyevî cihetine gerekse uhrevî cihetine örnekler üzerinden büyük bir yer ayırmıştır. Fert ve toplum olarak dünyada duyulacak pişmanlıkların, yapılacak muhasebe ve özeleştirilerin fevkalade fayda vereceği gerek peygamberler gerek din alimleri gerekse diğer sıradan insanlar üzerinden örneklendirilmiştir. Bu örnekler üzerinden her seviyeden sorumluluk sahibi kişiler fırsatlar zail olup iş işten geçmeden fayda verecek şekilde özeleştiriye teşvik edilmişlerdir. Ancak ahirete kalan pişmanlık, muhasebe ve özeleştirin de kişiye hiçbir fayda sağlamayacağı da yine apaçık âyetler ve ibretli örnekler üzerinden herkesin anlayacağı bir netlikle ortaya konmuştur.
[1] A’râf 7/23.
[2] Hûd 11/37.
[3] Hûd 11/45-47.
[4] Kasas 28/15-17.
[5] Kasas 28/33.
[6] Şuara 26/14.
[7] Enbiyâ 21/87.
[8] Enbiyâ 21/88.
[9] Saffât 37/143-144.
[10] Bkz. Nur 24/11-18.
[11] Bakara 2/44.
[12] Maide 5/63.
[13] Kıyamet 75/1-2.
[14] Münafikun 63/10-11.
[15] Furkan 25/27-29.
[16] Zümer 39/56-59.
[17] Fâtır 35/36-37.
[18] Kehf 18/49.