Batılılaşma, tarihin dönüm noktası olarak öne çıkmaktadır. Modern dönem ile klasik dönem denilen tarihi kesit yerini yeni bir tarihe bırakmaktadır. Bu temel gerçeği anlamadan, yapılan zulmün neye tekabül ettiğini anlamak veya zorbaların mazlum insanlar üzerine yaptıkları zulmün bu dereceye çıkmasını anlamlandırmak mümkün görünmemektedir.
Modernleşme, yeni bir tarih yazılımı kadar Tanrı’ya rağmen var olmanın yeni bir yolunu arama ve kurma çabası ve becerisi olarak da anlaşılmalıdır. Tanrı, kendi gök kubbesinde sadece insanların yapıp ettiklerini izlemekle yetinmekle sınırlandırılmış bir şekilde kabul edilmiştir. Çünkü akıllı insan, tanrıdan rol çalarak kendi yaşamını kendisinin belirlediği bir dünya var etmeye cüret etmektedir. Kur’ân, ‘Tağut’un, kâfirlerin dostu ve onları aydınlıktan karanlığa çıkarır’ demektedir. Aydınlanma, insanı ‘Birey’ olarak Tanrı’nın yerine konumlandırarak insanları kadim tarihin aydın ikliminden modern tarihin karanlık iklimine taşımayı bir vecibe gibi algılamaktadır. Bu konuda kadim tarihe ait olan inanç, din, kültür ve yaşam tarzlarını da modernleşme ile uyumlu hale getirmenin olmazsa olmaz bir ilke olarak varlığını kesinler. Böylece kadim tarih bütün unsurları ile tarihe gömülüp ölümü ilan edilmektedir.
İnsanın kibri üzerine tuğyana uğradığını belirten vahiy, tuğyanın bir iktidar eliyle yapılmasına da Tağut adını vermektedir. İşte bu Tağut; ‘Kurumsal Kötülük’ olarak tanımlanmalıdır. Kurumsal Kötülük, bütün iyiliklerin kötü olduğu savını inandırıcı bir şekilde gündeme taşıma ve kötülüğü ise insanlığın iyiliğine olduğu savını ise bütün argümanlarca kabule mazhar kılma girişimidir.
Tağut, kendisi gibi düşünmeyene yaşama hakkı tanımayan ve onu insan olarak görmeyen bir yaklaşıma sahiptir. Tıpkı Yahudilerin kendilerinden olmayanlara insanımsı gibi görmeleri ve kendi dışındaki insanları öldürmenin bir hayvan öldürmekle eş değer oluşunu ciddiyetle dile getirmeleri gibi… Rahmetli Teoman Duralı hocanın büyük bir vukufiyetle tanımladığı gibi: ‘İngiliz-Yahudi medeniyeti’…
İşte bütün hikâye buradan başlamaktadır. Batılılaşma serüveninde üç yüz milyon Afrikalının yüz milyonu açlıkla baş başa bırakılırken, yüz milyonu yolda öldürülürken, yüz milyonu da köle olarak Avrupa kalkınmasında çalıştırılmak için götürülmüştür. Ve bu kıyım, modern tarih bağlamında bir hiç mesabesindedir. Çünkü modern tarih, günümüzden hareketle geçmişin yeniden kurgulanarak yazılmasından ibarettir. O yüzden her şey kendi lehine yeniden düzenlenmiştir. Bilim, felsefe ve dinler de bu yazılımdan nasibini almıştır.
Zalim, aydınlığa çağrı olarak başlattığı serüveni, mazluma zulmederken onu aydınlığa çıkarma uğraşısı olduğu ve onun yararına olduğu savı üzerinden kendini masum ilan etmektedir. Marksizm, batı içi paradigma olmasına rağmen sınıf savaşı vermesi yüzünden kapitalizm ile sorunlu ama kapitalizm olmadan modernleşme olmayacağı için batı dışı halkların yer altı ve yer üstü zenginliklerinin alınmasını meşru görmekte ve modernleşmenin olmazsa olmazı olarak kabul etmektedir. Bu yüzden Asya ve Afrika sömürgelerine olumlu yaklaşmaktadır. Ama batı içinde işçi sınıfını savunan ve sosyal adaleti gündeme taşıması ile de bilinmektedir. Bu ikiyüzlülüğü ancak kendisini insan, diğerlerini ise insanımsı görmekle açıklanabilir ve bu da Yahudi kültürünün modern kültürü nasıl etkilediği konusunda da ipuçları verecektir.
Mazlum ise kendisini savunacak her şey elinden alınmış ve ne yapacağını bilmeden sadece kendisine sunulan bir yaşam alanı içinde varlığını her türlü yokluğa rağmen sürdürmeye çalışan insandır. Neredeyse, batı dışındaki bütün dünya böyle bir süreci az veya çok yaşamıştır. Latin Amerika, Ortadoğu halkları, Asya, Afrika ve nispeten Uzak Doğu… Uzak Doğu uzak olması yüzünden daha az tahrifata uğramış görünmektedir. Ama modernleşme oralara girince orada yaşayan halklar, özellikle iktidar dışı halklar, ırklar, çok kötü zulümler ile karşı karşıya kalmışlardır. Toplu kıyımlar, karşılıklı soykırımlar, tek taraflı savaş ile yok edilmeler vesaire ile zalimin zulmü ile karşılaşmışlardır. Doğu Türkistan bu örneklerin en can acıtıcı örneğidir.
Sadece yakın tarihe bakılırsa ne demek istendiği açıklığa kavuşur. Arakan’da yaşananlar, Afganistan’ın son elli yılında yaşadıkları, Çeçenistan halkının yaşadığı zulüm, Bosna’da yaşayan soykırım girişimleri, Irak savaşları, yukarıdan bombalarla halkı yok etme girişimleri, Libya, Suriye olgusu, son olarak da Filistin’de ‘Aksa Tufanı’ ile başlayan soykırım ve modern batılı iktidarların seyrettiği mezalim… Çin ve Doğu Türkistan’da yaşanan zulümler gibi hasıraltı edilen zulümler de cabası…
Modern dünya, kendi iktidarını zulüm ile payidar kılarak mazlumların bir daha iktidar olma hayali bile görmelerini engelleyecek düzeyde bir yapı inşa edebilmiştir. Teknolojinin getirdiği üstünlüğü doğayı tekeline aldığı gibi bütün sosyal yapıları, sosyolojiyi ve toplumsal mühendisliği ile garanti altına almıştır. Zulmün adı açıktır: Modern düşüncenin ürettiği modernleşmenin getirdiği Batılı egemenliğin her yerde zuhurudur. Mazlum ise modernleşmenin etkisi altında kendi değerlerinden soyundurulmuş, halk olarak varlık kazanan ve hep batılı egemenliğin iktidarını tarihsel bir sürekliliğe sahip kılmaya matuf bir eylemliliğin içinde varlık kazanması beklenen kişilerdir.
Kurumsal kötülük, zalimin varlık kazandığı ve mazlumun hep kaybetmeye matuf bir idraki normalleştirdiği bir zeminde gücünü ve iktidarını itmam eylemektedir. En büyük hilesi ise; zulmü iyilik, mazlumluğu ise kötülük olarak tarif etmesidir. Batı dışındaki halkların kendi kültürleri, inançları ve dinleri ile sahici bir bağ kurmasına engel teşkile edecek bir eğitim modelini dayatmaktan imtina etmediği gibi, bu eğitimden geçen kişilere makam, mevkii ve para kazandırarak cazip hale getirmektedir. Zulmün bir değer adı da bu aldatılmışlığı yaşadığı halde olumlu bir şey gibi algılamayı normalleştirmektir. Mazlum, yok edildiğinde, malı elinden alındığında, dini yok sayıldığında, yaşamı elinden alınmaya başlandığında isyan ederek karşılık verdiğinde ise terör tanımı içinde onu tanımlayarak yok edilmesini meşru bir yasal zemin olarak kabul ettirmektedir. Tıpkı Gazze’de İsrail Terör Devletinin yaptığını meşru görmesi için Hamas gibi seçilmiş meşru bir hükümeti terör olarak vasıflandırması gibi…
Kurumsal Kötülük, mevcudu kendi egemenliği altında sürekli biçimlendirerek kendi varlığını idame ettirmeye çalışmayı insanın yükselişinin adı olarak tanımlamaktadır. Bu yüzdende insanın yüceliği için yapılan şeyi meşru bir zemine taşımaktadır. Sömürü çarkını bu zemine yaslandırmaktadır. İlerleme ancak sermaye birikimi, sermaye birikimi ise ancak emeğin gücünü kullanmanın yanında madenlerin kendi tekeline alınması ile sağlanabileceğini söylemektedir. İster küresel sermaye ister devlet sermayesi; yani bireysel kapitalizm ile devlet kapitalizmi aynı özelliği taşımaktadır. Çoğu zaman devlet kapitalizmi de bireysel kapitalizmi besleyerek kendi gücünü pekiştirmek istemektedir. O yüzden küresel sermaye devlet kapitalizmini de denetleyecek bir pozisyonu elinde tutma isteğini açıkça belirgin kılmaktadır. Zaten son kertede bugün asli çatışma devlet kapitalizmi ile sermaye kapitalizmi arasında süregitmektedir. Fakat her iki kapitalizm tipi de zalim kategorisinde iş görmektedir. Kısa bir süre batılı ülkelerde sosyal refah devleti kavramı öne çıkarıldı. Ama o da geçici ve şu an rafa kaldırılmış bir biçim kazanmıştır. Batı dışı ülkelerde ise zaten demokratikleşme bile mümkün görülmemektedir. Hep despotlar aracılığı ile totaliter yapılar üzerinden halkların esareti sağlandığı için bu batılı sermaye kapitalizminin işine de gelmektedir.
Meselenin ilk boyutu; tanrının yerine konmaya çalışan sermayenin egemenliğini pekiştirmesinin yanında kendini tanrı gibi görmesi ve her şeyi belirleme imtiyazını kimse ile paylaşmaya yanaşmamasıdır. Bu durumu gören Ortodoks ve Doğu halkları; Çin, Hindistan, Japonya ve benzerleri de aynı yönteme başvurmaktan geri durmamışlardır. Batılılaşmış iktidarlar, hem kendi halklarına zulmetmişler ve hem de iktidar alanlarını genişletme zemini olarak gördükleri topraklarda zulmü ayyuka çıkarmışlardır.
İkinci boyutu ise sermayenin iktidarı korumada elzem bir dayanak olarak görülmesi ve ilerleme putunun gerçekleştirilmesini sağlayan yegâne zemin olması hasebi ile paylaşılmaması da elzem olduğu için birikimi tek elde toplama gayretleri de yeni zulümlere kapı aralamaktadır. Zulmün olduğu her yerde mazlumiyyetin varlığı kaçınılmaz olmaktadır. Sermaye teknolojiyi sürekli geliştirerek halkların bağımlılığını ve teknoloji üzerinden yönetilebilirliliğini garanti altına almaya devam etmektedir. Bu arada Hindistan ve Çin gibi ülkelerin işçiliğinin ucuzluğundan istifade eden batılı sermayenin süreç içinde o ülkelerin gelişimini de beraberinde taşımasını dikkate alarak onları kendi kültürlerinden kopartarak batılılaşmış yerli bir kültürü kabul ettirerek iktidar ikram ettikleri güçleri yanına alarak kurumsal kötülüğün nasıl işlerlik kazandığını gözler önüne sermektedir. Rusya ve Çin gibi kadim geleneklerin komünizm üzerinden devşirildiklerini görmek elzemdir. Artık onlarda batılı gibi zulüm kaynağı haline dönüşmüş ve sürekli mazlum üretmektedirler.
Bu noktada modern batı karşısında alternatif tek duruş İslâm ve dolayısıyla Müslümanlar olmaları gerekirken, müslüman ülkelerin elit iktidarlarını kendileri seçerek müslüman halk ile aralarına zulüm ve mazlum olgusunu yükleyerek İslâm gibi temel ilahi bir dinin kendi fonksiyonunu inşa etmesine imkân tanımama arayışlarını son iki yüz yıldır sürdürmektedirler. Modernleşme süreçleri ile müslüman halkların kendileri olmaktan uzaklaşmalarını sağladıkları gibi gerçek anlamda müslüman olma yapısının ferdi, toplumsal veya kurumsal yapılarına ise bilindik saldırılar gerçekleştirerek onları ifsada yönelmişler ve çoğunlukla başarılı sonuçlar almışlardır. İhvan-ı Müslimin gibi kurumsal yapıları da zaafa uğratarak gerilettikleri gibi bazı saf hareketleri de şiddet ile buluşturarak onları Müslümanlığı kötülemede örnek olarak kullanmayı başarmaktadırlar. Bu zulme ortak olan sessiz müslüman kitleler ise yetersizliklerinin kurbanı olarak kendilerine sunulan her algıya tav olarak bu zulme aracı olarak kendi mazlumluklarını dahi unutmaktadırlar.
İslâm’ı temsil liyakati gösteren Hamas ve Gazze halkının soykırıma tabi tutulmasını da bu Kurumsal kötülük üzerinden okumak doğru bir okuma olur. Şu an ateşkesin tartışıldığı bu günlerde Hamas’ı Filistin topraklarından çıkarma arayışı da bu Kurumsal Kötülüğün bir arayışı olarak tanımlamakta yarar var. Çünkü kendileri için tehdit olan her varlığı yokluğa tevdi etmek kendi geleceklerini garanti altına almak olarak değerlendirilmektedir. Bu yaklaşım biçiminin kendisi bizatihi Kurumsal Kötülüğün nerelere kadar uzanabileceğini işaret eder.
Yeni bir uyanışa ancak Kurumsal Kötülüğün varlığının neye tekabül ettiği doğru bir şekilde idrak edildiğinde ulaşılabilir. Bu kurumsal kötülüğün uzandığı alanları ve teslim aldığı zihinlerin neye tekabül ettiği bilinmeden bir uyanış hamlesi başlatmak sadece kurumsal kötülüğü beslemeye yaramaktadır. O yüzden zalim ve mazlumu kendi potansiyelleri içinde kendisi için kullanan bir yapı olarak Tağut: Kurumsal Kötülük, tam olarak idrak edilmeden yeni bir uyanışa kalkışmak mümkün görünmemektedir. Ed-Din olan İslâm ise bu Kurumsal Kötülük ile hesaplaşmadan kendi varlığını idame edemez! Bu noktada ‘la’ Tevhidin ilk cümlesinin anlamı izhar olmalıdır. İllallah diyebilmenin yolu La demekten geçmektedir. La diyebilmek içinde neye, niye ve neden dediği kadar nasıl demesi gerektiğini de bilmekten geçmektedir.
Allah, müminlerin dostudur ve onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır. O zaman tek dayanak Allah ve O’na yaslanarak Tağut’a karşı çıkmak asli bir duruşu içerir. Yeni tanrıcıkları reddederek Allah’ın azametine sığınmak ve O’na kulluk ederek mümin insan olmak karanlıktan; zulüm ve zulümattan çıkmak anlamını içerecektir.
Kurumsal Kötülüğün ürettiği algıları devre dışı bırakmalı ve İslâm ile saf zeminde ilişki kurulmalı ki ilahi inayete haiz olan insan, mümin kul olarak tağutu gerileterek imanı iktidar kılabilsin…