Menü
Muhammed Ali Alioğlu
Muhammed Ali Alioğlu
Meçhulden Maluma Bir Sefer: “Öz”ün Muhasebesi
Ocak 28, 2025
Yazarın Tüm Yazıları

Bilinci varlığından sonra oluşan, nevi şahsına münhasır bir mâhluk olan insanın “yakınlaştırılmış” lakin bir türlü yakînine vakıf ol(a)madığı dünya hayatındaki yolcuğu, hiç şüphesiz oldukça karmaşık bir hâl arz etmektedir.

Bir tarafta “Nosce te ipsum/Kendini bil/tanı!” önermesini yüksek sesle dile getiren Batı yakasının gençleriyle, “Kendini bilen Rabb’ini bilir!” iddiasındaki Doğu yakasının evlatları uzun zamandır insanın hayat yolcuğuna bir tanım, anlam ve değer yükleme “yarışına” girişmişlerdi. Gün sonunda taraflar şaşırtıcı bir şekilde merkeze “ego/nefs/ben”i temel kabul ederek ona bir “öz” yüklemesi yapılmasıyla ancak hayatı tanımanın, anlamanın ve değerlendirmenin mümkün olacağı hususunda hemfikir oldular. Her ne kadar Doğu yakasındakiler merkezde “ilâhî/aşkın” olanın olduğunu söyleseler de gerek “venefeḣa fîhi min rûhih(i)/ona kendi ruhundan üfledi.” [Secde 32/9] âyetinin açık-seçik(!) beyanı ve yukarıda geçen Rabb’i bilmenin “kendini bilmek”ten geçtiği vurgusu; gerekse eserden-müessire/sanatçıya, şahitten-gayba (görünenden-görünmeyene) yapılan tüm istidlaller, akıl yürütmeler ve kıyaslar bir şekilde merkezde ölçü alınacak sabitenin, diğer bir deyişle pergelin bir ucunun “insan” denilen bir “meçhul(!)”de sabitlemenin gerekliliğine dair bir tespitte bulundular.

Bu tespit sonrasında öncelikli iş, bu “meçhul”e dair bir “malum” oluşturma meselesi oldu. Bunun için de klasik yöntemlere başvurarak soyutlama, sınıflandırma ve sınırlama süreçlerinden geçerek insana, biraz daha derinleşerek onun “öz”üne dair tanımlar, teoriler üretilmeye başlandı. Tabii burada şunu da gözden ırak eylememek lazımdı: Tarafların “aynı” olduğu bir tanışma!.. Tanımlayan kendi, tanımlanan kendi… İnsanın kendine dair tüm konuşmaları, söylemleri, teorileri böyle bir açmazı, paradoksu doğal olarak içinde barındırmaktaydı. Hani denildiği gibi “Kimi, kime tanıtıyorsunuz?”, “Sen, benim kim olduğumu biliyor musun?” sorunun hatibi de muhatabı da aynı. Hem öznenin hem de yüklemin aynı olduğu bir cümle veya önerme!…

İşte bunlardan dolayı insanın -bir açıdan özünden/mahiyetinden kaynaklı, diğer açıdan da bulunduğu âlemden yani mekândan kaynaklı- kendini bilmesi, özünü tanımasının hakkıyla ve bütüncül bir şeklide mümkün olamayacağı anlaşılmış oldu. Bu anlayış ve bilinçlenme (!) insanı bir ân için “bilinmezliğin ve hiçliğin” girdabına, türbülansına soktu ki neredeyse hikâyenin/hayatın sonuna gelindiği sanıldı…

Ama öyle olmadı… Yolculuk/hikâye tam da bu noktada daha anlamlı ve değerli olmaya başladı. “Madem ‘hakkıyla’ bütününü elde edemiyoruz, bari bir kısmıyla/cüz’üyle, eldekilerle idare etsek mi?” durumunun temel dürtüsüyle kalkıldı ve meçhule doğru malum bir yolculuk başladı…

Esasen insanın kendini tanıma, özünü kavrama serüveni/yolculuğu aynı zamanda insanın içinde bulunduğu, herhangi bir tercihte ya da istekte bulunarak gelmediği “dünya hayatı” denilen doğum-ölüm kapıları arasında geçen “oyun”un da bilenmesine bağlıydı. Yani ortada tam bir ölüm-kalım mücadelesi verilen bir “survivor” durumları söz konusuydu. Bir yanda kendi güç ve imkânlarını bilmekle teçhizatlarının ne olduğunun tespiti meselesi, diğer yandan yolculuğun sonunda istenilen menzile sağ-salim varabilmek için mevcut ortamı, çevreyi tanıma ve yolun imkânlarının keşfi durumları…

Böylece seyrüsefer hem içten dışa hem dıştan içe olmak üzere enfüsî ve afakî âlemlerde ilerlemeye başladı. İçte akıl, kalp ve nefis alanlarında; dışta zaman, tabiat ve toplum meydanlarında birey; kendini tanımak, varlığına bir anlam vermek, yaşamına bir değer yüklemek için son derece zorlu bir “imtihan (!)” sürecine dâhil oldu.

İnsan, aklıyla bu imtihan sürecinde kendisi için faydalı ve zararlı olanın ayrımına varmak istedi. Kalbiyle ve onun önemli bir destekçisi olan “vicdan” olarak adlandırılan “çıplak uyarıcı”nın katkısıyla “akla ziyan” durumları toparlamaya çalıştı. Tabii içindeki ele avuca sığmaz, oldukça hızlı, hırslı ve hazlı özellikleriyle donatılmış nefisle bu imtihanın zorluk derece bir tık üst seviye atlamış oldu. Zira nefis, ne aklı ne de kalbi dinliyordu. Kendi başına buyruk hareket etmeyi her zaman arzu eder bir hâldeydi. Bu da huzura kavuşmak için gerekli olan dengeleri bozmaktaydı.

İçeride bunlar olurken dışarıda zaman hızla akıp gitmekteydi. İçinde doğup büyüdüğü, kök saldığı tabiattan bir taraftan beslenirken diğer taraftan ondan uzaklaşmaya, ona yabancılaşmaya ve dahası onu kendine bir “rakip” düşman bellemeye başladı insan. Toplum adını verdiği, kendi cinsinden oluşan bir “çete”yle bindikleri dalı kesmeye başlamışlardı bile…

Tüm bunlar olup biterken ve insan, seyrüseferinde yukardaki mücadele ve çatışmaların doğasından da kaynaklı içte bir “çürümeye”, dışta bir “yoldan çıkma” durumlarıyla karşı karşıya kaldı. İşte tam bu ânda tüm bu oyunun kurucusundan, sistemin yapıcısından, âlemlerin sahibinden “sağlam bir ip”, “şaşmaz bir rehberlik” sunuldu kendisine…

Meçhul insan, yolunu kaybetmiş beşer, iki gruba ayrıldı bu yeni durum karşısında: Uzanan ipi tutup, sunulan rehberliğe güvenerek malum ve maruf olma yolunu seçenler ile ötekiler…

İp ve rehberlik meçhul insanı; kendine yabancılaşmaktan kurtarıp onu kendisiyle tanıştırmaya ve barıştırmaya gelmişti. Adının İslâm (barış) olması da boşuna değildi. İçinde bulunduğu çetin imtihanda başarı olmanın ve kaybettiği yolu bulmanın imkânlarını da sunuyordu üstelik. Tabii bu da ancak dileyen ve güvenenlerde bir netice vermekteydi…

Gün sonunda kendini tanıma, özünü kavrama; hayatına bir anlam ve değer yükleme yolculuğunda insan ne zaman ki kendisine uzatılan bu ilâhî ipi sağlam tuttu, sunulan rehberliğe güvendi ise içte/enfüste bir huzur; dışta/afâkta bir barış buldu.

Peki, aksi olduğunda ne mi oldu? İşte günümüzde şahit olduklarımız oldu. Kelimelerin bile kifayetsiz kaldığı travmalar ve vahşetler ortaya çıktı:

Birey; kendine yabancılaştı, ruhsuzlaştı ve nihayetinde robotlaşmaya doğru ilerler oldu. Ne vicdan kaldı ne insaf…

Bir zamanlar “yuva” diye adlandırılan cennetin kokularının alındığı ailede dağıldı, darma duman oldu, sığınılacak “liman”dan kaçılacak “zindan”lara dönüştü.

Toplum çözüldü, her çözülen parça kendi habitatının bataklığında çürürken, diğerlerini ötekileştirip kendine düşman belledi. Toplumsal barış ve huzurun adı bile kalmadı, ki kimse cesaret edemez oldu adlarını bile anmaya!…

İnsanlık belki dünya yolculuğunun başından bugüne kadar akıttığı kan ve göz yaşlarını son 50 yılda, son 10 yılda ve en sonunda da son 1 yılda fazlasıyla akıttı. Hele ki Doğu Türkistan’da akan gözyaşlarıyla, Gazze’de nehir olup akan kanların karışımıyla yer ve gök inler hâle geldi. Lakin bir türlü adı insan, kendi “Müslüman(!)” olan sayıca çok, keyfiyetçe hiç olanlara “bir şey!” ol(a)madı!…

Çoğu insan için artık yerin altı yerin üstünden daha hayırlı görünmeye başladı. Bir ân önce bu imtihanın bitişini ve oyun sonunu görme arzusu yüksek sesle dillendirilmeye başlandı…

Bu enfüsî ve afakî dağılışın toparlanılması, kayboluşların bitişi, yolun tekrar bulunuşu için her daim insan kendine, özüne hatırlatmalı belki günde beş defa olduğu gibi her dâim söylemeli: “İhdina’s-sırate’l-müstakîm…! Allah’ım bizi doğru yola ilet!…”

Şimdilik diyebildiğimiz ve önerebildiğimiz budur. Ötesi için “yâ nasib!” diyoruz…

0 0 Yorumlar
Puan
Bildir
guest

0 Yorum
Satır İçi Geri Bildirimler
Tüm yorumları görüntüle
DOSYA
Psiko-Sosyal Açıdan Güvenin Yitimi...
Ferhat Kardaş
Meçhulden Maluma Bir Sefer: “Öz”ün Muhasebesi...
Muhammed Ali Alioğlu
Teknolojinin Bilinen ve Bilinmeyen Karanlık Yüzü...
Sadi Özgül
Müslüman Toplumlarda Eleştiri ve Öz Eleştiri İhtiy...
Mahmut Hakkı Akın
İktidar Müslümanlığı Gölge Yanıyla Yüzleşmeden…...
Nihal Bengisu Karaca
RÖPÖRTAJLAR
“Reform edilmesi gereken bir şey varsa o da modern...
Recep Şentürk
Öz eleştiri, varlığımızı geleceğe taşıma konusunda...
Temel Hazıroğlu
“Gazze” demek şahitler diyarı demektir....
Muhammed Emin Yıldırım
“Şahitlik; her zaman ve zeminde hakkı söyleme, hak...
Şinasi Gündüz
“Doğu Türkistan Çin’in bir parçası değildir."...
Hidayet Oğuzhan
SİRET-İ İNSAN
Savaşın Çocukları
Bahriye Kaman
Toplumun Kurucu Hücresi Olan Ailede Örneklik Vasfı...
Bahriye Kaman
Lider, Önder, Rehber!
Bahriye Kaman
Göçebe Ruhu
Bahriye Kaman
Nitelikler ve Roller
Bahriye Kaman
SİNEMA
Sinema Sanat Olmasaydı, Çoktan Bitmişti......
Abdülhamit Güler
Doğu Türkistan, Filistin ve Diğerleri: Sinemada Ek...
Abdülhamit Güler
Hiçbir Şey Eskisi Gibi Olmayacak. Ama!...
Abdülhamit Güler
Bu Film, Böyle Devam Edemez!
Abdülhamit Güler
Göstermenin Mesuliyetinde Sinemanın Örnekliği...
Abdülhamit Güler
GEZİ-YORUM
Doğunun Tüm Yolları Erzurum'dan Geçer...
Mikail Çolak
Mağrur Bir Tarih Ribatı Gibi Dimdik Ayaktadır Kâşg...
Mikail Çolak
Prizren’de Osmanlı Evladı Olmak
Mikail Çolak
Vakur ve Mahzun Bir Efsanedir: Kudüs...
Mikail Çolak
Habib-i Neccâr’ın Gözyaşları
Mikail Çolak
SAHABİ BİYOGRAFİSİ
Ya Hanzala Münafık Olmuş Olsaydı?...
Rumeysa Döğer
Leyla “A” dır
Rumeysa Döğer
Son Dokunuş Sahibi: Kusem b. Abbas
Rumeysa Döğer
F Tipi Dünya
Rumeysa Döğer
Afrâ bint Ubeyd Yüzlü Kadınların Zamanından…...
Rumeysa Döğer
NEBEVİ VARİSLER
Ubey b. Kâ'b: Allah’ın Seçtiği Muallim...
Damla Mıdış
Ümmü Seleme
Hayrunnisa Duran
Allame Muhammed Salih Damollam
İkra Nur Demir
Mücâhid b. Cebr
Damla Mıdış
Takvâ Sahiplerinin Öncüsü Hasan Basrî...
Beyza Durna
Scroll Up
0
Düşüncelerinizi çok isterim, lütfen yorum yapın.x