Menü
Mustafa Tekin
Mustafa Tekin
Metafizik Olarak Göç… İnsanın Yeryüzüne Düşüşü
Eylül 25, 2023
Yazarın Tüm Yazıları

İnsan kendisini yeryüzünde buldu. Onun hikayesi burada başlıyor. İster dinsel bir referansa başvuralım isterse dinî olmayan argümanlara dayanalım; son tahlilde insanın dünyalı bir varlık olarak ele alınması kaçınılmaz bir durumdur. Ancak dünya insanın hikayesinde nereye denk gelmektedir? İşte tartışmalar da tam bu noktadan başlamaktadır.

Dinler büyük oranda insanı aşkın ile bağlantılı bir geçmişe ait kılarak, dünyayı bunun bir parçası olarak hikayeleştirmektedirler. Seküler ideolojiler ise, dünyayı aşamadıkları için insanın dünyadaki en eski varlığına ulaşmaya çalışmaktadırlar. Dolayısıyla içerikleri, hedefleri ve sonuçları açısından insana dair iki hikâye kabaca ortaya çıkmış görünmektedir. Temelde insanı bir konuma oturtmayı hedefleyen bu anlatımlar, amacı ve içerikleri açısından farklılaşmış iki insan anlayışını karşımıza çıkarmaktadır.

İslam başta olmak üzere monoteist dinler, insanın dünyaya gelmeden önce yaratılışı ve serüvenini anlatırlar. Buna göre, Allah insanı yaratmadan önce meleklere böyle bir varlık yaratmak istediğini deklare etmiştir. Mutlak uyum sahibi varlıklar olan melekler insan konusunda rezervlerini dile getirmişlerdir. Kur’ân-ı Kerim’de anlatılanlara bakıldığında meleklerin iki boyutlu itirazlarını görmekteyiz. Zikir ve tesbih zaten melekler tarafından icra edilmektedir. Bunun için ekstra varlıklara ihtiyaç var mıdır? İkincisi, bu varlık (insan) kan dökücü ve fesat çıkarıcı niteliklere sahiptir. Doğrusu meleklerin bu ikinci rezervlerinin bir gerçekliği yansıttığı tecrübe edilmiştir. Bununla birlikte Allah yaratmak istediği varlığın iki önemli vasfını zikretmektedir. Bunlardan ilki, insanın halife sıfatıdır ki insanın iradî ve inşaî boyutuna vurgu yapmaktadır. İkincisi de isim verebilme kabiliyetidir ki bu da insanın eşya ile ilişkisindeki özne ve aktif konumunu göstermektedir. Hz. Âdem’in (insanın) yaratılmasının ardından kendisine secde edilmesi istendiğinde, İblis bu emri yerine getirmedi ve tard edildi.  Hz. Âdem ve eşi Havva ilk insanlar olarak cennete yerleştirilmişlerken, şeytan bu olayın intikamını yasak meyveden yedirerek aldı (Bk. Bakara, 2/30-35).

Burada konumuzla bağlantılı olarak şeytanın Hz. Âdem ve Havva’yı iğvasında kullandığı retoriğe bakmak gerekir: “Şeytan gizlenmiş olan ayıp yerlerini açığa çıkarmak için onlara vesvese verdi. Rabbiniz size bu ağacı meleklerden olmanız ya da ebedi kılınmanızı engellemek için yasakladı.” (A’raf, 7/20). İnsanın ebedilik arzusu burada zikredilirken, dünyaya doğru göçü de bu arzusu ile başlamıştır. Bunun ardından iğva gerçekleşir: “Şeytan onların ayaklarını kaydırıp haddi tecavüz ettirdi ve içinde bulundukları (cennetten) onları çıkardı. Bunun üzerine bir kısmınız diğerine düşman olarak ininiz; sizin için yeryüzünde barınak ve belli bir zamana dek yaşamak vardır dedik.” (Bakara, 2/36). İşte böylece insanın yeryüzündeki serüveni başlamıştır. Bir metafizik göç olarak adlandırılabilecek bu durum, tabii ki bir düşüşe tekabül etmektedir. Dolayısıyla dünya hesabın “ebedilik” üzerinden yapılamayacağı ve bir gün mutlaka asli mekâna dönülmek açısından insanın konumlandığı geçici bir yurdudur. Bu açıdan neredeyse tüm dinler, dünyanın nihaî hedef ve mekân olmadığına dair uyarılarda bulunur ve insana ebedî yurdu sürekli hatırlatırlar.

Bu anlatımlardan anlaşıldığı kadarıyla dünya hayatı insan için arızî bir durumdur. İnsan kendi eliyle işlemiş olduğu bir hata sebebiyle dünyaya doğru göç etmiştir. Burada üzerinde durulması gereken birkaç husus vardır. Öncelikle insan yaptığı hatanın farkına vararak ve pişman olarak yeryüzüne gelmiştir. Kur’ân-ı Kerim, Hz. Âdem’in Rabbinden kelimeler aldığını ve pişmanlığını sunduğunu belirtmektedir. Bu durumda insanın bir kazanım olarak kaybettiği mekânı olan cenneti yeniden kazanmak üzere dünya hayatının bir telafi imkânı sunduğunu söyleyebiliriz. Buna göre dünya bir imtihan alanı olup, bu imkânı bulabilmek insanın performansına kalmaktadır. Allah’a esasen insanın çevresine baktığında tespit ve ardından teslim olması gereken bir gerçekliğin kabulünü ifade etmektedir. “Yasaklanan ağaç” ise bu teslimiyetin uygun bir şekilde yerine getirilmediğini sembolize etmektedir.

Doğrusu Allah iman ile kurduğu ilişkiyi ve insandan talebini onunla yaptığı bir sözleşme üzerinden hatırlatmaktadır. Henüz bedenler ete kemiğe bürünmeden önce Allah’ın “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” şeklindeki sorusunu “Evet, bizim Rabbimizsin!” (A’raf, 7/172). şeklinde cevaplandırmışlardır. Allah’ın beklediği ise insanın bu akdine riayet etmesidir.

Tüm bu olaylar önümüze üç anahtar kavramı getirmektedir. Bunlar; göçdüşüş ve ayrılık şeklinde ifade edilebilir. Şimdi belirtilen anahtar kavramların konumuzla bağlantıları içinde içerimlerini açımlamaya çalışalım. Dünyaya geliş bir göç halidir. Göç bir mekândan bir başka mekâna hareket etmeyi ifade eder evvel emirde. Fakat göç olgusunu kısa süreli seyahatlerden ve mekân değiştirmelerden ayıran şey; kişinin farklı sebeplerle yerleşik olduğu mekânı bırakıp bir başka mekâna yerleşmek üzere gitmesidir. Burada insan aslî mekânını terk etmektedir. Çoğunlukla savaş, yoksulluk vb. sebeplerle yapılan göçlerde insanlar doğup büyüdükleri aslî vatanlarını bırakırlar. Bu esasen hüzünlü bir durumdur; zira o günkü koşullar ülkeye bir geri dönülmezliği belirtir.

Hz. Peygamber (sas), Mekke’den Medine’ye hicret ettiğinde tekrar Mekke’ye geri dönmek gibi bir garantisi yoktu. Üstelik onu kendi insanları memleketinden çıkarmışlardı. Fakat bu metafizik göç, doğası gereği insanın aşkınlığa geri dönüşünü belirtmektedir. Bu durum dünya hayatını ister istemez geçici kılmaktadır. Nihayetinde göçle birlikte burada ikamet eden insan için dünya ile gelip geçicilik bir anlam kümesi içinde bir araya gelirler. Bu durum psikolojik olarak insanın dünya hayatında bir “yolcu” halini yüklenmesi gerektiğini ima eder. Dolayısıyla her an bir geriye göçü tecrübe etmek üzere bir yaşam tarzı geliştirmesi ve rehavete yol açan yerleşikliği zihninde barındırmaktadır.

Göç kavramı, insanın zihnini bulunduğu yerde gelip geçicilik duygusu için hazırlar. Çünkü göçen insanlar geldikleri mekândan bir başka yere gideceklerini bilir ve zihnen hep buna hazır olurlar. Esasen dünya hayatının gelip geçiciliği buraya dair yerleşik duygusunu kaldırmaya yöneliktir. Tam da bu sebeple insanın göçe hazırlıklı olması gerektiği bir uyarının konusu olmaktadır. Buna rağmen insanlar dosyada ebedi yaşayacak gibi hareket etmektedir.

Göç ve ayrılık meselesinin vahdet-i vücut ve özelde Mevlâna düşüncesinde tezahürleri izlenebilir. Bu yaklaşımlarda dünya daha çok negatif sıfatlarla anılmaktadır. Bu felsefeye göre insan dünyaya geldiği andan itibaren bütününden, aslından bir ayrılık yaşamaya başlamaktadır. Bilindiği üzere vahdet-i vücut felsefesinde tek var olan varlık Tanrı’dır. İnsan gerçekte bir varlık (vücut) sahibi olmayıp bütününe bağlıdır. Dünyada bulunuş bu bağlamda bir ayrılık demektir.

Mevlâna’ya göre dünya aldatıcı bir nitelik taşımakta olup dünya bir rahim gibidir. İnsan orada kan içmekte ve kanla beslenmektedir (Mevlâna, Divan-ı Kebîr (1957), 1/206). Bu ayrılık Mevlâna için ölümle son bulmaktadır. Ona göre ölüm Tanrı’ya kavuşma zamanıdır (Mevlâna, 3/169). Ona göre ölüm aşığın gerdek gecesidir (Mevlâna, 4/41) ki Farsça “Şeb-i Arus” ifadesi Mevlâna’nın ölüm gecesi için ad olmuştur. Tam da bu noktada dünyaya olan göçün tekrar asli mekâna doğru ikinci adımın gerçekleşmesiyle göç olayı tamamlanmış olmaktadır.

İnsanın dünyaya gelişi aynı zamanda bir düşüşe tekabül etmektedir. Çünkü insan aslî mekânda daha iyi koşullarda yaşamakta iken, işlediği suç sebebiyle yeryüzüne düşmüştür. Bu, hiyerarşik olarak daha iyi bir konumdan statüsü düşük bir konuma (mekâna) gelişini tanımlamaktadır. Fakat dünya insan için ebedî bir ceza olmayıp, tekrar aslî mekânına eski koşullarda dönebilmesi için verilmiş bir imkândır. Bu imkânı kendisi için pozitif kılabilmesi potansiyellerini olumlu yönde işletmesi ile mümkün olacaktır. Nitekim âyette “Bir kısmınız diğerine düşman olarak ininiz, sizin için yeryüzünde barınak ve belli bir zamana dek yaşamak vardır dedik.” (Bakara, 2/36) ifadesi cennetten sonra dünyanın düşük statüsünü verdiği gibi, dünyanın imkân olduğuna işaret edilmektedir. Nitekim âyetin devamında “Bu durum devam ederken Âdem, Rabbinden birtakım kelimeler aldı ve tevbe etti…” (Bakara, 2/37) şeklindeki betimleme Hz. Âdem’in dünyada iyi bir yaşam için yaptığı olumlu başlangıcı göstermektedir. Dikkat edilirse tüm peygamberlerle özellikle dünyanın bu boyutuna vurgu yapmaktadırlar.

Neredeyse tüm dinler, bilhassa monoteist dinler ve özelde İslâm dünyaya dair insanları farklı tonlarda uyarmışlardır. İslâm insanın dünyaya dönüşünü vurgularken, dünyayı bir imkân olarak öne çıkarmaktadır. Bu, bir yandan insanın dünyaya göç halini, yaşadığı gurbeti ve ebedi âleme olan hazırlığını içerimlemektedir. Dolayısıyla dünyaya karşı negatif bir tavır geliştiren düşünce ve dinler de söz konusudur. Bu konuda öncelikle Yeni Eflatuncu felsefeyi örnek verebiliriz.

Bilindiği üzere kurucusu Plotin’e göre, tüm varlık alemi “bir”den sudur, taşma ile oluşmuştur. Bu sudur sonucunda yukarıdan aşağıya yani dünyaya doğru farklı mertebeler vardır. “Bir”den uzaklaştıkça “kutsal”lıktan bir azalma meydana gelmektedir. Bu bağlamda sonuç olarak dünya daha değersiz olarak görülür. Doğrusu bu felsefe Hristiyan ve İslâm düşüncesini de farklı boyutlarda etkilemiş olup bazı negatif haddini aşan tavırların bu etkilenmelerin sonucu olduğunu söyleyebiliriz. Hristiyanlık da ilk kurumsallaşırken sırtını dünyaya dönük ve dualist biçimde yapılaşmıştır. Daha sonra Protestanlık yorumu üzerinden Hristiyanlık yüzünü dünyaya doğru yöneltmiştir. Yine dualist algılama sonucu dünya ile ahiretin dengesinin bozulması, Batı’da spritüelliği ya da maddeciliği bağımsız bir entite olarak yükselten akımların oluşmasını sonuçlamıştır.

Üçüncü anahtar kavramın ayrılık olduğunu belirtmiştik. Esasen ayrılık bu geçici göç halinin bir sonucu olup, nihayetinde bir acı ve gurbeti ifade etmektedir. İnsan dünyaya gözlerini açmakla birlikte, dünyada bir gurbet ve yabanıllık içinde bulunduğunun farkındadır. Her ne kadar dünyaya gafletle odaklanmakla ve hatta sekülerleşmekle birlikte, onun zihninden aslî mekânı kesinlikle çıkmaz.

Dünyevi ideolojiler (ki ateizm de buna dahildir) insana bir hikâye yazmaya çalışmışlardır. Özellikle modern zamanlarda insanın kökeni üzerine yoğunlaşan tezlerden bir kısmı bu yöndedir. Ancak insanın kökenine inildiğinde son kertede ilk insandan ya da insanın ürediği iddia edilen canlılardan öteye geçişi bu ideolojilerde yoktur. Dolayısıyla bu ideolojilerde dünya dışında bir mekân söz konusu değildir ve insanın dünya ile sınırlı bir hikayesi görülmektedir. Dolayısıyla seküler düşünceler insanı kapalı sistem ideolojisi içinde tanımlamakta ve ona ait gerçekliğin tümüne ulaşamamaktadır.

Sonuçta insan dünyada bir göç halinde yaşamaktadır. Doğrusu insan bu psikolojiyle belirlenmiş gibidir. Bu durum insan için dünya hayatını bir imkâna çevirme bağlamında anlamlıdır. Bunun dışında geliştirilen dünya yorumları, insan hayatının gerçekliğinden geri dönmektedir. İnsanın kökenlerine dair geliştirilen seküler tezler, son kertede insanın aşkınla olan bağlantılarını kuramamaktadır. Bu durum insana dair gerçekliğin tam anlamıyla ortaya konulamadığını bize göstermektedir. İnsanlık için kutsal kitapların ve peygamberlerin çağrısı bir gerçekliğin yüksek sesle hatta feryatla dile getirilmesinden başka bir şey değildir.

0 0 Yorumlar
Puan
Bildir
guest

0 Yorum
Satır İçi Geri Bildirimler
Tüm yorumları görüntüle
DOSYA
Şahitliğin Hakkını Veren Şehir: Gazze...
Recep Songül
Şehit ve Şahit İlişkisi
İbrahim Hanek
Şahitlik ve İhsân
Murat Kaya
Seyr u Sülûk Bir Şehâdet Arayışı mıdır?...
Hamit Demir
İlâhî Şahitlik
Yavuz Selim Göl
RÖPÖRTAJLAR
“Gazze” demek şahitler diyarı demektir....
Muhammed Emin Yıldırım
“Şahitlik; her zaman ve zeminde hakkı söyleme, hak...
Şinasi Gündüz
“Doğu Türkistan Çin’in bir parçası değildir."...
Hidayet Oğuzhan
“Eğer insanım diyorsanız, Doğu Türkistan bir insan...
Seyit Tümtürk
“Gazze’de yaşananlar, Batı’nın dünya kamuoyundan, ...
Derda Küçükalp
SİRET-İ İNSAN
Savaşın Çocukları
Bahriye Kaman
Toplumun Kurucu Hücresi Olan Ailede Örneklik Vasfı...
Bahriye Kaman
Lider, Önder, Rehber!
Bahriye Kaman
Göçebe Ruhu
Bahriye Kaman
Nitelikler ve Roller
Bahriye Kaman
SİNEMA
Doğu Türkistan, Filistin ve Diğerleri: Sinemada Ek...
Abdülhamit Güler
Hiçbir Şey Eskisi Gibi Olmayacak. Ama!...
Abdülhamit Güler
Bu Film, Böyle Devam Edemez!
Abdülhamit Güler
Göstermenin Mesuliyetinde Sinemanın Örnekliği...
Abdülhamit Güler
Perdedeki Kimin Afeti, Felaketi, Kıyameti!...
Abdülhamit Güler
GEZİ-YORUM
Doğunun Tüm Yolları Erzurum'dan Geçer...
Mikail Çolak
Mağrur Bir Tarih Ribatı Gibi Dimdik Ayaktadır Kâşg...
Mikail Çolak
Prizren’de Osmanlı Evladı Olmak
Mikail Çolak
Vakur ve Mahzun Bir Efsanedir: Kudüs...
Mikail Çolak
Habib-i Neccâr’ın Gözyaşları
Mikail Çolak
SAHABİ BİYOGRAFİSİ
Leyla “A” dır
Rumeysa Döğer
Son Dokunuş Sahibi: Kusem b. Abbas
Rumeysa Döğer
F Tipi Dünya
Rumeysa Döğer
Afrâ bint Ubeyd Yüzlü Kadınların Zamanından…...
Rumeysa Döğer
Bütün Şehit Annelerine: Sümeyra Bint Ubeyd Teselli...
Rumeysa Döğer
NEBEVİ VARİSLER
Ubey b. Kâ'b: Allah’ın Seçtiği Muallim...
Damla Mıdış
Ümmü Seleme
Hayrunnisa Duran
Allame Muhammed Salih Damollam
İkra Nur Demir
Mücâhid b. Cebr
Damla Mıdış
Takvâ Sahiplerinin Öncüsü Hasan Basrî...
Beyza Durna
Scroll Up
0
Düşüncelerinizi çok isterim, lütfen yorum yapın.x