Sevgi, sadakat ve vefa gibi en değerli duyguların tezahüründen başka bir şey olmayan “hediye”, burada ele alacağımız “sâlih amel” hususunda bize rehberlik edecektir. Hediyeleşiriz zira sevdiğimizi, sevdiğimize olan bağlılığımızı ifade etme ihtiyacı hissederiz. Sâlih ameller işlemek isteriz, işleyince mutlu oluruz zira amellerimizin hiçbir şeye muhtaç olmayan, tüm kâinattan müstağni Allahu Zülcelâl’i razı edecek bir hediye olduğunu biliriz.
Anne rahminde bir et parçası olan bizlere ilmiyle şekil verip kudretiyle mükemmel açan, rahmetiyle organlar takıp, hikmetiyle onları yerli yerine koyan, annemizi babamızı şefkatiyle bize yardımcı kılıp güneşi, havayı, suyu ihsanıyla bize hizmetkâr eden Allah’a, tüm bunların mukabilinde bir muhabbet/sevgi hâsıl olmaz mı? O’nun ihsan ve ikramı karşısında ona teveccüh edip bizlerden de bir şeyler yapma arzusu içimizden gelmez mi?
İşte bu muhabbet ve mukabele arzusunun tezahürüdür sâlih amel. Kimileri sorar Allah’ın bizim amellerimize ne ihtiyacı var? Ona şöyle sormak lazım: Hediye verdiğin kişinin senin hediyene ne ihtiyacı var? Tabi ki de yok. Hediye söz konusu olduğunda ihtiyaçtan mı bahsedilir yoksa sadakat, vefa ve muhabbetten mi?
Evet, sâlih amel dediğimiz şeylerin sureti ne olursa olsun mahiyeti bir hediyedir. Bu hediyenin şekli mahiyetin rengine göre şekil almıştır.
Dünyada başkalarına muhtaç edilmemek, mal ve servetle mümtaz kılınmak bir ihsandır. Bu ihsan karşısında mümin kul, o servetin bir kısmını o serveti kendisine ihsan eden Allah’ın muhtaç kullarına dağıtır. Asıl mesele kime ne dağıttığı değil kimin için dağıttığıdır. Mal sahibi sensin, veren sensin; senin bana verdiğinden ben de senin için başkalarına veriyorum diyebilmektir zekât ve sadaka. Hediyeyi asıl değerli kılan onun arkasındaki sevgi ve sadakat olduğu gibi ayni ve nakdi yardımları sâlih amel kılan şey de budur işte.
Bakıyoruz pek çok hayvanın boynu bize göre eğik. İnek bize boyun bükmüş süt verir; at itaat etmiş sırtında taşır, koyun öyle uysal, yün tiftik giydirir; arı koşar koşturur, bal ikram eder; horoz namaza kaldırır, tavuk kahvaltı sunar… Bu hayvanları bize karşı boynu bükük kılan Allah’a vefa borcumuzu îfâ etmenin bir tezahürüdür. Mesela namazda boynu bükük kıyamımız, rükûda eğilmemiz, secdede küçülmemiz aynı hediyede olduğu gibi hediyemizdir hep bizim namazımız. Hiçbir şeye muhtaç olmayan Allah’a karşı bizden bir muhabbet tezahürüdür, sadakat alametidir, bağlılık işaretidir, vefa emaresidir tüm sâlih ameller. Dolayısıyla ameli amel kılan asıl şey şekli şemali değil, şekli ayakta tutan ruhtur ki o da muhabbet ve sadakat duygusudur. Bu duygu beş paralık hediyeye milyonlar değer verdiği gibi bizim pek cüz’î olan ibadetlerimize de ebedi bir saâdet gibi kıymet kazandırmaktadır. Burada anlatmaya çalıştığımız şeyleri Bedîüzzaman Said Nursi’den dinleyelim:
Eğer desen: “Şu küllî, hadsiz nimetlere karşı nasıl şu mahdut ve cüz’î şükrümle mukabele edebilirim?
el-cevap: Küllî bir niyetle, hadsiz bir itikadla. Meselâ, nasıl ki bir adam, beş kuruş kıymetinde bir hediye ile bir padişahın huzuruna girer ve görür ki her biri milyonlara değer hediyeler, makbul adamlardan gelmiş, orada dizilmiş. Onun kalbine gelir: “Benim hediyem hiçtir, ne yapayım?” Birden der: “Ey seyyidim! Bütün şu kıymettar hediyeleri kendi namıma sana takdim ediyorum. Çünkü sen onlara lâyıksın. Eğer benim iktidarım olsaydı, bunların bir mislini sana hediye ederdim.”
İşte, hiç ihtiyacı olmayan ve raiyetinin derece-i sadakat ve hürmetlerine alâmet olarak hediyelerini kabul eden o padişah, o biçarenin o büyük ve küllî niyetini ve arzusunu ve o güzel ve yüksek itikad liyakatini, en büyük bir hediye gibi kabul eder.
Aynen öyle de âciz bir abd, namazında “Ettahiyyâtü lillâh” der. Yani, “Bütün mahlûkatın hayatlarıyla sana takdim ettikleri hediye-i ubûdiyetlerini, ben kendi hesabıma, umumunu sana takdim ediyorum. Eğer elimden gelseydi sana onlar kadar tahiyyeler takdim edecektim. Hem sen onlara hem daha fazlasına lâyıksın.” İşte şu niyet ve itikad, pek geniş bir şükr-ü küllîdir.
Nebâtâtın tohumları ve çekirdekleri, onların niyetleridir. Meselâ kavun, kalbinde, nüveler suretinde bin niyet eder ki “Yâ Hâlık’ım! Senin Esmâ-i Hüsnâ’nın nakışlarını yerin birçok yerlerinde ilân etmek isterim.” Cenâb-ı Hak, gelecek şeylerin nasıl geleceklerini bildiği için onların niyetlerini bilfiil ibadet gibi kabul eder. “Mü’minin niyeti amelinden hayırlıdır.” şu sırra işaret eder.”
Evet, nimetler âyetin ifadesiyle sayılamayacak kadar hatta “çok” denilemeyecek kadar sınırsızdır. Mesela ebedi bir Allah’a iman edebilmiş, O’nu Rabb tanıyıp boyun eğebilmiş olmak nimetinin hesabı yapılamaz. Kulun ise sınırlı bir ömürde, sayılabilecek kadar kısıtlı çoğu zaman da gafletle, dalgın geçirdiği ibadetleri ile ebedi bir nimete mukabele etmesi mümkün değil. Sınırı olmayan nimetlere sınırlı bir şükürle insan nasıl mukabele edebilir?
Bunun cevabı “Ameller niyetlere göredir.” hadisinde gizlidir; çekirdeklerde saklıdır, teşehhüdde söylediğimiz “et-Tehiyyâtu lillâh” içinde mahfidir.
Mesela bir incir meyvesinde binlerce çekirdek vardır ki çoğu zaman o çekirdeklerin hiçbirisi de ağaç olmaz. Bir incir ağacında yüzbinlerce hatta milyonlarca küçücük incir çekirdekleri zayi olup gider gibi görünüyor. Bir düşünsek her yıl dünyada tüm bitkilere ait tohum ve çekirdeklerin sayısını. Bunların kaçta kaçı tekrar toprak üstüne çıkıp neşvünemâ buluyor ki? Sayılamayacak kadar az. Fakat çekirdekler, tohumlar şikayetçi değil. Onlar biliyor ki içlerinde taşıdıkları neşvünemâ bulup Allah’ın âyetlerini yeryüzüne yayma niyetleri Allah’ın ilmine malum. Allah görüyor, biliyor onların niyetlerini. Yeryüzü dar olmamayaydı her yere yayılıp onun tevhit bayrağını her taşın üstüne, her zerrenin başına dikerlerdi. Allah onların bu niyetlerini gördü ve kabul etti.
Müminlerin kalplerinde sâlih amel işlemeye dair ne kadar güzel niyetler var aynı şekilde. Arapça’da nüve yani çekirdek ile niyet aynı kökten iki kelime. Çünkü çekirdek demek niyet demek. Sâlih bir mümine sorulsa, imkân bulsan ne kadar sâlih amel işlerdin diye. Cevabı elbette sınırsız olacaktır. Malının zekâtını veren mümine dünyalar kadar hatta evrenler kadar mal mülk verilse o yine zekâtını verecektir. Niyeti öyledir çünkü. Öyle ise evrenler kadar zekât, sadaka vermiş gibi mükâfat görür. Yirmi dört saatten bir saatini namazla îfâ eden bir müminin niyetinde diğer tüm amellerini de ibadete tahvil etme niyeti vardır. Öyle ise tüm gün hatta tüm ömür ibadetle geçmiş gibi olur. Zira onun niyeti ile çekirdekler arasında fark yoktur. Bir bitkinin tohumları imkân bulsa ve Allah müsaade etse tüm yeryüzünü karış karış, kök kök doldurur. Sâlih bir müminin ruhunda da tüm arzı fethedip tevhid sancağını her yükseltiye dikme niyeti vardır. İşte cihadı cihad yapan da budur. Tohumlar, çekirdekler yeryüzünün her tarafını istila edip Allah’ın âyetlerini yapraklarında yazmak istedikleri gibi hakiki bir mümin de yerküreyi avcunun içine alıp üzerine ‘Lâ İlâhe İllallâh’ yazmak ister. Batı, Doğu, Kuzey, Güney bunlar itibari şeyler. Sınırları kaldırıp tüm dünyayı tevhide râm eylemek ister. Şirke zerre miktar yer bırakmayıp tüm varlığı Allah’a tahsis etmek arzu eder. Yeryüzünde Allah’ın şahidi olarak her bir tepede, her bir kurumda, her bir kuruluşta, her bir yasada, her bir anayasada tevhidin sancağını yerin merkezine kadar çakmak ister. Öyle çalışır öyle amel eder. İşte sâlih amelden maksat budur. Her bir amel çekirdek gibi içinde bu niyetleri taşır, bundan dolayı da ebediyen amel işlemiş gibi inşallah ilâhî rızâya mazhar olur. Her bir amelin arzusu budur.
Doç. Dr. Adnan Arslan