Aksa Tufanı yeni bir çağın başlangıcı mı olacak? Müslüman dünyada böyle bir genel kabul olduğunu söylemek yanlış olmaz. Peki, neden böyle düşünüyoruz? Eğer eskimekte ya da kendini tüketmekte olan düzenin, kendisini temsil eden ilkeler diye lanse ettiği bazı prensipleri ayaklar altına almakta oluşundan hareketle böyle düşünüyorsak, bu ihlallerin ilk kez yaşanmadığını hatırlamamız gerekir.
Örneğin 1990’larda Bosna’da da bu sınırlar aşılmış; insanlığın gözleri önünde bir halkın boğazlanmasına, kadınlarının tecavüze uğramasına, erkeklerinin katledilmesine seyirci kalınmıştı. Juan Goytisolo’nun Saraybosna Yazıları: Barbarlığa Doğru bir Yolculuğun Notları (1996) kitabında adeta feveran ederek söylediği gibi “medeni” dünyanın tüm ulusal ve uluslararası müesseseleri Bosna’da ölmüş ve gömülmüştü. Vietnam, Çeçenistan, Afganistan, Irak örneklerinde de benzer saldırganlıklara ve medeni denilen ilkelerin ihlal edilmesine mükerreren şahit olduk. Filistin tekrar ve tekrar işgal edilirken de şahit olduk. Dolayısıyla artık köhnemiş olan bir düzenin, kendini refere ettiği liberal ya da sosyalist değerlerle birlikte çeşitli coğrafyalarda tekrar tekrar öldüğünü ve o topraklara gömüldüğünü rahatlıkla söyleyebiliriz. Ama geleceği, yeni, alternatif bir dünyayı ve dönemi muştularken kendimizi sürekli olarak Batılı değerlerin tükenişini zikrederek temellendirmek hatta bu tükenişle gerekçelendirmek istememizin entelektüel anlamda hala Batı’nın üstünlüğüne dair bir batıl inanca sahip oluşumuzdan kaynaklandığını da söylemeden geçmeyelim. Zira bu ilkeler ve onların dayandığı değerler dünyanın yalnızca bir kısmı için geçerli olan ilkeler idi. Seküler, kapitalist ya da sosyalist, ulus devlete dayalı Batı toplumlarının beyaz halkları için geçerli olan değerlerdi. Batının ötekileri bunlardan nasiplerini hiçbir zaman alamadılar, alamamaya da devam ediyorlar. Bu mağduriyetlerin arkasında yatan nedenleri tekil örnekler üzerinden analiz etmek yerine sistemik ve bütünsel bir perspektiften ele almak istersek, cahiliye kavramına (olgusuna) değinmemiz gerekecektir.
I.
Filistinli senarist, yazar ve yönetmen Nawras Abu Salih Berducesi dergisine verdiği röportajda İsrail’in yaptıkları ile ilgili anlamlı değerlendirmelerde bulunuyor. Diyor ki; “Filistin halkının gündelik yaşamı kara işgalleri ve kısıtlamalarla iç içe geçmiş bir varlık mücadelesidir… İsrail işgali sadece Filistin’le sınırlı değil; adalet ve hakkaniyete ilişkin küresel perspektifi etkileyerek dünya çapında sürekli kaos ve huzursuzluk yaratıyor” (Saleh 2024: 16, 18). Duyarlı bir sanatçı ve ailesi hala Filistin’de yaşamaya devam eden bir Filistinli olarak Saleh’in kendi gözlemlerine dayalı betimlemeleri, aklımıza cahiliyenin farklı tanımlarını getiriyor. Bunların en önemlilerinden biri kuşkusuz ki Seyyid Kutub’un ortaya koyduğu tanımdır. Seyyid Kutub’a göre cahiliye belirli bir zamanda yaşanıp biten tarihsel bir olay değildir: “ [O] bir idari sistem, bir inanç ve akidedir” (Kutub 1986:10). Daima aralarında organik bir bağ, organik bir birlik olan bir insan topluluğu halinde karşımıza çıkar. O nedenle Müslümanların da kuramsal Müslümanlar olarak kalmaktan vazgeçip fiili bir sistem olan cahiliyenin karşısına fiili bir yapı halinde çıkmaları gerekir. Aksi takdirde, istemeden de olsa dolaylı yoldan cahiliyeyi desteklemiş, takviye etmiş olurlar. Kutub, medeni (İslâmî) düzenler ile gerici (cahili) düzenler arasında ayrım yapar. Ona göre insanların birbirine bağlanmasında ve rol tahsisinde ırk, cinsiyet, aile, etnik köken gibi müdahale edip değiştiremeyecekleri özellikler esas alınıyorsa, bu düzenler cahili ya da gerici düzenlerdir. Birbirleriyle bağlarının ve rol tahsisinin müdahale edip değiştirebilecekleri özelliklerine göre (akidelerine bağlı olarak özgür iradeleriyle seçebilecekleri özelliklerine göre) gerçekleşmesi ise medeni ve İslâmî düzenleri ortaya çıkartır (Kutub 1980: 130).
Kutub, gerici ve cahili olarak nitelediği toplumları bu kategoriye dâhil etmesinin nedenlerini açıklarken şöyle demektedir: “[Onlar] Allah’tan başkasının otoritesini benimsedikleri, bu otoriteyi ve onun yönetim biçimini, hukuk düzenini, değerlerini, ölçülerini, adet ve geleneklerini, hayatına dair yaklaşık bütün ilkeleri benimsemeleri ve ona göre yaşamaları yüzünden cahiliye niteliği taşıyan toplum tanımına girerler” (akt. Gadban 2016: 178). Cahili düzenler beşeri problemlere kısmi tedavi ve çözümler getirmeleriyle de karakterize edilirler (akt. Ebu Rebi 1998: 224). Kutub’a göre yukarıda sözü edilen karakteristikleri taşıyan cahili ve gerici düzenlerle bağlantısını koparan Müslümanlar bireyden aileye, cemaate ve topluma uzanan bir ölçekte kendi İslâmî yapılarını inşa etmelidirler. Ona göre bu İslâmî düzen, hukuk, ekonomi, siyaset, uluslararası ilişkiler, aile, savaş, barış, sanat, felsefe ve aklımıza gelebilecek diğer tüm alanların Kur’ân temelinde yeniden tanımlanmasını ve inşasını gerçekleştirmiş bir toplumun düzenidir. Cahiliyeden uzaklaşma ve İslâmî düzene yönelme Kutub tarafından Müslümanların temel sorumlulukları olarak ifade edilir.
II.
Bu noktada hususen belirtilmesi ve vurgulanması gereken şudur ki mevcut düzenin gerici ve cahili karakteristikleri nedeniyle kendini tüketmekte oluşu, gelecekte ortaya çıkması umulan dönüşümlerin kendiliğinden gerçekleşeceği anlamına gelmez. Nitekim merhum düşünür Cevdet Said de, Bireysel ve Toplumsal Değişmenin Yasaları (2021) adlı öncü kitabında toplumsal değişmenin ana prensibi olarak Müslümanların kendilerini değiştirmesini zikretmiştir. Rad Sûresi 11. âyette de belirtildiği gibi “Bir toplum kendisindekini değiştirmedikçe Allah onlarda bulunanı değiştirmez.” Cevdet Said toplumsal değişimi İslâmî perspektiften anlamlandırmaya ve yorumlamaya çalıştığı kitabında bu âyete dayanarak Müslüman öznenin iman temelli amellerinin önemine işaret ediyordu. Bu tespiti kendi örneğimize uygulayacak olursak; Müslümanlar cahili ve gerici karakteristiklerden kendi paylarına düşeni hayatlarından kazıyıp temizlemeyi amaç edinmedikleri ve ilerici ve İslâmî istikamette kendilerini değiştirmedikleri müddetçe Filistin konusunda da esaslı bir değişiklik olmayacağını söyleyebiliriz.
Bunun birinci nedeni İslâm’a tam anlamıyla teslim olamamaktan, onu bir sistem olarak benimseyememekten kaynaklanan sorunlardır. İkinci nedeni ise -yine cahili tortuların bir göstergesi ya da sonucu olan- “siyasi ve sosyal bölünmelerdir” (Ebû Rebi 1998: 284). Ulus devlet temelli milliyetçilik, etnik kökene dayalı mikro-milliyetçilik, kavmiyetçilik, mezhepçilik bu bölünmelerin nedenleri arasında yer alıyor. Amin Maalouf Arapların Gözünden Haçlı Seferleri kitabında (2017), Tarık Ali ise Selahattin’in Kitabı adlı romanında (2013) bu bölünmelerin ağır etkilerine değinmiş ve bunların geçmişte Kudüs’ün fethini engellemiş ya da geciktirmiş olduğuna dikkat çekmiştir. Her iki yazar da Müslümanların birbirlerine karşı gayrimüslimlerin ve Batılıların desteğini aramış olmasının yarattığı acziyete işaret etmişti. Bugün de İslâm dünyasının benzeri bir bölünmüşlük arz ettiği görülmektedir. Aynı tavır ve tutumlar bugün tüm Filistin’in kaybedilmesine yol açabilecek bir acziyet ve zafiyete neden olmaktadır. İslâm dünyasının böyle bir felaket karşısında dahi ortak tavır almasını engellemektedir. Organik ve bütünsel bir yapı olan cahiliyenin karşısına Müslümanların da organik ve eylemli bir bütün olarak çıkması gerekir. Seyyid Kutub’a göre mücadelenin başarıya ulaşması ancak böyle mümkün olabilir. Oysa bölünmüşlük ve iç çekişmeler söz konusu organik birliğin teşekkülünü imkânsız kılmaktadır. Demek ki değişimin de buradan başlaması gerekir. Kendimizde olanı değiştirmedikçe Allah’ın bizde olanı değiştirmeyeceği vaat edilmiş ise değişim de buradan başlamak durumundadır.
Sonuç
Siyaset sosyolojisi perspektifinden ya da toplumsal hareketler sosyolojisi perspektifinden değerlendirildiğinde, işgalci, soykırımcı İsrail’e karşı direnişin yolu Immanuel Wallerstein’in “sistem-karşıtı hareketler ailesi” (1993: 46) olarak ifade ettiği eski ve yeni toplumsal hareketlerin ortaya koyduğu strateji ve taktikleri benimsemekten geçiyor gibi görünebilir. Güçsüzlerin, madunların, ötekileştirilmişlerin gündelik hayat direnişleri, eski ve yeni toplumsal hareketlerin koalisyonları ve kendini siber uzamda örgütleyen hareketlerin desteği gereklidir ve bugün küresel ölçekte bu imkânlar seferber edilmiş durumdadır. Ancak bu yazıda ısrarla vurgulanmak istenen husus, bu dışsal vasıtaların içsel bir dönüşüm ile desteklenmek durumunda olduğudur. Müslüman dünya Cevdet Said’in dikkat çektiği üzere, öz-eleştirel bir yaklaşımı benimsemek ve kendini modern dünyanın ırkçılıklarından, etnosentrik kibirlerinden, sekterliklerinden arındırmak mecburiyetindedir. Ancak o zaman, politik kazanımlar alternatif bir dünya düzeninin kurulmasına katkı sağlayabilir. Ve o dünya düzeni tüm halklara barış ve huzur içinde yaşama imkânı sunabilir.