Felsefede ve çağdaş sosyal bilimler literatüründe “öteki” veya “başkalık” kavramının, çeşitli epistemik, politik ve ahlâkî söylem pratikleri içerisinde iktidar konumundan dışlanmış olanları, liberal hümanist özne anlayışının kurbanlarını, entelektüel ilginin dışına atılanları, politik hakları boşverilmiş veya silinmiş olanları nitelendirmek için kullanıma sokulduğunu söylemek mümkündür.[1] Batı toplumlarındaki kültürel ve düşünsel standardizasyonla ilgili olan bu kavram, birtakım dikotomiler yoluyla bazı grup, inanç sistemi ve dünya görüşlerinin kendilerine özgü bir kimliğe sahip olduğu fikrini baskılayacak şekilde, düzenli ve sistematik bir dışlanmaya maruz bırakıldığı fikriyle yakından bir bağlantı içerisindedir. Buna göre Batı kültüründeki homojenleştirme eğilimi, ötekilik ve farka karşı belirgin bir güvensizliği ihsas ettirdiği gibi, ötekilik ve farka yönelik şiddeti de meşrulaştıran bir mahiyet arz etmektedir.[2]
Modern düşüncede kavramsal olarak “öteki” kavrayışının mahiyetini anlamak bakımından modern rasyonalizm, hümanizm ve bilimselci dünya görüşüyle birlikte ortaya çıkan nesnellik kaygısının vücuda getirmiş olduğu epistemik kesinlik fikrinin son derece etkili ve meşrulaştırıcı bir zemin teşkil ettiğini söylemek mümkündür. Buna göre hakikatin adeta beşerî öznenin insafına terk edildiği hâkim Batı düşüncesi geleneğinde, varlık ve hakikat de beşerî epistemik pratik tarafından inşa edilen bir mahiyette olmak durumundadır. Dolayısıyla varlık ve hakikatin sınırı, insanın epistemik kaygılarla gerçekleştirdiği düşünce, başka bir deyişle, beşerî idrak sınırı ile belirlenecektir. Böyle bir sınırlandırıcı düşünme mantığı içerisinde teşekkül eden felsefe, kendine özgü bir soru sorma tarzı içerisinde olmuştur. Öz’ün soruşturulduğu söz konusu soru formu “Bu nedir?” olup, felsefe, bu soru yoluyla tarih dışı, ezelî ve ebedî bir doğru veya hakiki bilgi elde etme amacında olmuştur. Söz konusu doğru ve hakiki bilgi, rasyonel bir metodoloji takip etmek suretiyle elde edilen akla dayalı bilgi anlamında, episteme olarak adlandırılır ve her episteme iddiası, beraberinde güç ilişkilerine bağlı bir meşruiyet mantığını barındırır. Tam da bu nedenle, felsefede ortaya koyulan epistemik hakikat iddiaları, metafiziksel şiddeti de içermekte olup, varlıkların özleri ile rasyonel bir dile tercüme edilebilirliği iddiası, soruşturma konusu kılınan varlığı başka türlü olma imkânından mahrum eden ve onu özü itibariyle yeniden inşa eden epistemolojik bir söylem pratiği ile meşruiyet kazanır. Bundan dolayı metafiziğe ait düşünce tarzlarınca ortaya konulan bütün düalist ayırımlar, taraflardan biri lehine diğerinin ikincil veya türevsel kılınmak suretiyle değer kaybına uğratıldığı şiddet formlarına veya şiddeti meşrulaştıran formlara da karşılık…