MODERN KADIN ALGIMIZI YENİDEN DÜŞÜNMEK
Cihan Aktaş
Koronavirüsle alakasız bir sebeple, alanında adı öne çıkan bir hastaneye gittim. Cesaret meselesi değil bu, doktor işte o kuruma gidip bir makinenin işlemine tâbi tutulmam gerektiğini söyledi. Anestezi uzmanının kapısının önündeki dar aralıkta en az yirmi kişi bekliyorduk. Herkes internetle randevu aldığına göre niye hepimiz bir buçukta oradayız? Adım en baştaydı ama altı kadar yatılı hastayı aldı doktor önce. Her an çağrılabileceğim için de o kalabalığın arasında kaldım. Herkes maskeli hemen herkes bağıra çağıra konuşuyor öksürenler eksik değil. Bir saat kadar sonra girebildim doktorun yanına ve birkaç sayfalık evrakla çıkıp septik bölümüne yöneldim. Orada da başka bir kuyruk uzanıyordu. 17 gün sonrasına randevu verdiler. Tedavinin her aşaması için en az on beş gün beklemeniz gerekiyor.
Ne Şehirler Ne Evler Eskisi Gibi
Dijital randevu sisteminin dijital teknoloji kullanmayan insanları ne kadar zor duruma düşürdüğünün farkındaydım ama buna sağlık alanında bir kez daha şahit oldum. Kim bilir kime randevu aldırdı anlaşılmaz bir kargaşaya itiraz eden kadın, kim bilir ikinci bir aşama için kaç kişiyle konuşması gerekecek… Köşede hemşireyle tartışan adam, karısını getirmek için işinden yine izin almak zorunda. Ekonomik kriz ve salgının kuşatması altında hastalanmamak büyük nimet aslına bakılırsa… “Acı” başlığıyla bir metin yazacak olsam işte bu şekilde inşa edilirdi. Benim için de acı, çünkü hissiyatım sözde kalıyor. Bilebildiğim kadar geriye gittiğimde en şiddetli fırtınaların önce onları savurduğunu görüyorum. Sirkeci Meydanı’nda bağırlarında çocukları yanı başlarında solmaya yüz tutmuş sebzelerle yatıyorlar, gece, her türlü saldırıya açık vaziyette; o, bir sepet sebzeyle çıkıp gelmiş mesela Bandırma’dan:
İstanbul sokaklarında yağmur ve kar demeden tezgâh kuran kadınlar geceleri yollarda, açık meydanlarda yatıyor ya da pis han köşelerinde sürünüyorlardı.(…) Birçoğu bu ticareti yükü arkasında, kucağında çocuğuyla yapıyordu.[1]
Birinci Dünya Savaşı İstanbul’u. Kocası savaşta sebze satıcısı kadının ve etrafındaki herkes muhtaç, herkes kendi derdine düşmüş. Daha önce hiç gelmedikleri şehirde ekmek arıyor yüzlerce taşralı kadın. Fuhuş tırmanıyor. Onlar bir ateş çemberinden geçti. Şimdilerde okuma öğrenme yolları sonsuz ama insaflı düşünmekten alıkoyan zihin bagajları var, el âlem sözü, iradenin bağlandığı bir otoritenin hükmü gibi gerekçeler hiç geri çekilmiyor. Kadının ne işi olur ki bilgisayarla diyerek eski hurafeleri canlandırmıştı düşünürlerimiz otuz yıl önce. Okuma öğrenirse erkeklere mektup yazar, roman okursa baştan çıkar, bilgisayar öğrenirse erkeklerle mesajlaşır. Niçin olumlu anlamlar yüklenmez bir öğrenmeye? Neden benzeri kullanımlarda zaaflarına kapılıp zarar görecek olanlar çocukların yanı sıra kadınlardır… Osmanlının son döneminde çıkan ve ancak yedi sayı yayımlanabilen Demet (30 Eylül 1908 – 11 Kasım 1908) dergisinde İsmet Hakkı Hanım’ın farklı bir bağlamda gündeme taşıdığı Madam Curie[2] örneği üzerinden kendini hatırlatıyor soru: Niçin bir Madam Curie çıkamasın Müslüman kadınlardan?
Şehir cangılını yaşanmaya değer kılan imkânlardan yararlanamadan aileyi ayakta tutmaları gerektiğini vazedenler onları dönemlerinden kopartarak güçsüz düşürüyor, hiç de naif olmamayı gerektiren şartlara doğdukları hâlde. Bilgisayar kullanmayı bilmiyorlar, bilgisayarları yok, 182’den randevu alırken de dilleri dolanıyor okuma yazma bilmedikleri için. Hanımlara Mahsus Gazete (1895-1908), daha ilk sayısında yayın amacının açıklarken özellikle nesil yetiştiriciliği bakımından kadınların da geliştirilmesi, yükseltilmesi gerektiğini vurgulamıştı. 125 sene geçti aradan. Hayat da bir okuldur, fakat “hayat adamı” olmak övülür de “adam”ın yerine “kadın”ı koyduğunuzda hayat kerih kılan bir vakaya dönüşür; eve ve mahalleye kapanmasınlar da ne yapsınlar… Sorunlarının çözümüne faydası olur diye veya sadece beterin de beterini gösterdiği için Müge Anlı ve Esra Erol izliyorlar elbette. Kim onları suçlayabilir? “Madun” der Spivak, “konuşamaz.” Bu bir genelleme değil, insan şartlarını zorlayabilme gücüne sahiptir ama ya maddi ve sosyal baskı gibi sebeplerle çevre tarafından büsbütün engelleniyorsa insan, nasıl sürdürebilir öğrenmeyi? Sokakta önünüze çıkan bir market çöpünü kaldırdığınızda kendinize iyilik ediyorsunuz.
Meslek edinme ortamı arayışlarını bir yozlaşma diye gösteren söylemin kadınlara gösterdiği nihai yer depresyonu ötelemek üzere çare olur diye vitrin ve ekran seyirciliği. Said Halim Paşa’nın Buhranlarımız adı altında toplanan risalelerinde “kadınların yeni eğilimleri”ne dönük eleştirilerinden[3] bu yana İslâmcı aydınlar kötü iş şartlarından, hayattan bezdiren adaletsiz iş düzenleri ve yıkıcı gelir uçurumlarından önce meslek sahibi olan, olmak isteyen kadınlara bağlıyor toplumsal ve ailevi sorunları. Ne şehirler ne evler eskisi gibi, ancak yanılsamalı bir güveni kadınların hayatının değişmezliğine bağlama eğilimi değişmiyor. Gelgelelim geçmiş yüzyılların İslâm toplumlarında bile tek tip bir kadın varlığından söz edilemezdi. Kimi kadınlar “hanım”, kimileri işçiydi. Kimi kimsesiz veya yoksul kız çocukları besleme alınırdı. Hz. Zeynep binti Cahş deri işçisiydi, Şifa binti Abdullah pazarda müfettiş.[4] İnsana biçilmiş vade salt çocuk terbiyesiyle sınırlandırılmayacak kadar bereketli olabilir.
Gelenek Referanslı Çelişkili Yaklaşımlar
“Gelenek” adına yargıda bulunan mütedeyyin kesimlerin kadın meselesinde içine düştükleri çelişkili yaklaşımlar, modernlikle “modernizasyon” arasında fark gözetmemekten de ileri geliyor. Çünkü evet, diğer Batı dışı toplumlar gibi bizler de İslâm dünyası olarak yüz elli yılı aşkın bir süre boyunca bir modernizasyona maruz kaldık. Aslında tarihi daha geriye, Batı karşısında güçsüz ve yenik hissetmenin paniğinin hissedildiği dönemlere kadar geri götürmek mümkün… Daha o zamanlarda Müslümanlar Batı modernizminin önlerine çıkardığı sorunları tartışırken kadın meselesini gündemlerine almaktan imtina ediyorlardı. Modern dünyada her şey değişirken Müslüman kadının hep aynı mahallede ve avlulu evde yaşarmış gibi aile hayatı bağlamında bir değişmezlik içinde bulunması şartında arıyorlardı güveni.
“Yeni”nin suretleri ve yorumları her zaman netamelidir. Modern kadının nitelik ve karakter açısından geleneksel kadından farklı olduğu sanılmaktadır çoğu zaman. Ali Şeriati, İran’ın modern kadınlarını geleneksel kadınlardan ayıran farkların sadece görünüşte olduğunu öne sürmüştü. Her kesimden genç kız ve kadınların popüler kültür ikonlarına benzeme konusunda daha fazla bir araya geldiği 2000’li yirmi yıldan farklı olarak Şeriati’nin bu eleştirileri kaleme aldığı 1960’lı yıllarda ayrım görünüşler ve kamusal muaşeret üzerinden kendini gösteriyordu. Tüketim tarzı, dolayısıyla moda keskin bir fark ortaya koyardı. 1960’larda İstanbul’da Modern Hayat Öğretim Yurdu gibi bir kurum gecekondu bölgelerinde modern yaşama usullerini öğreten kurslar açıyordu. Kadınlar çatal bıçak kullanma, oturma kalkma, konuşma gibi konularda dokuz ay süren bir eğitim aldıktan sonra “modern hanım” diplomasına layık bulunurlardı. Batı dışı toplumlarda modernlik her zaman kadınlar üzerinden tartışıldı. Tabiî bir suretle atılması gereken adımlar kadın varlığı üzerinden kurgulanan sembolleştirmelerle ve hızla atılmaktaydı. Bakü’de bir meydanda bulunan “Azad Kadın Heykeli” Sovyet sosyalizmi döneminde Müslüman kadınları modernleştirmede uygulanan modernizasyon için çarpıcı bir örnektir. Görünüşte modernleşme, her zaman, tabii ve anlamlı, kayda değer bir modernleşmenin önündeki en bariz (ve sakatlayan) handikap olmuştur. Modern olan bütün tabiîliği ve taşıdığı kıymetli anlam ve işlevlerle her zaman geleneksel olana karışıp onun kendisini yeniden ele almasına yol açmıştır. Genel aydınlanmacı totalitarizme karşı çıkarak teşekkül eden modernizm ise çığır ve ufuk açıcı söylemlerine rağmen, bazen totaliter devletlerin çağdaşlaşma programı tarafından araçsallaştırılan biçimsel bir tekniğe indirgenmiştir.
Modernizm esasında aydınlanmacı totalitarizmin tahmiline karşı çıkmanın da süreci. Bu anlamda kesinlik bildiren postulatlardan ve süreklilik düşüncesine dayalı bir ilerlemeden, ötekinin bilgisine dönük bir görüş açısına ve kesintili geçişin hikâyesini de içererek postmodernizme evriliyor. Homojenliğin yerini heterojenlik ve çoğulluk alıyor. Aydınlanmanın yaslandığı, kendisini doğada test eden rasyonel aklın totalitarizmine ve pozitif bilim despotluğuna karşı kendine özgü olmayı getiren farkın (bilim ve sanatta) irdelenmesiydi de modernizm ve ona ne kattıysak kendimiz olarak, henüz o doğrultuda şekillenmekte; cümbüşlü postmodernizm uğrağına rağmen. Döneminin insanı olmak aslında bir sonraki döneme evrilmeyi etkileyen sebepleri de fark etmektir, bu da kendine karşı eleştirel bir mesafenin teyakkuzuyla mümkün.[5] Tarihsel dönemlerin biriktirdiği şirk içeren “kutsallıklar” başka türlü nasıl sorgulanabilir ki…
Cumhuriyet tarihinin orta kuşağı olarak “modern” diye tanımlanan okullarda püriten bir eğitim aldığımız söylenebilir, yatılı okulda eğitim şefleri okul önünde yaptıkları toplantılarda iffet üzerine, namus hakkında, kız çocuğunda bulunması gereken erdemler üzerine konuşurlardı, uyaran bir dille.
Modernlik, bütün uygulama teknikleri ve alımlanma biçimleriyle yekpare değil. Bu karışım ülkemiz siyasallığı ve toplumsallığında yine özellikle kadınların görünüşü üzerinden konuşulagelmiştir. Taşrada, film aktrislerine benzer şekilde giyinip davranan kadınlar “tiyatora” diye çağrılırlardı. Aynı toplumun esnafının Konya’da, gösterişli bir giyimle aralarında gezinen “Kırmızılı Kadın” Sultan Özcan’a şefkatle kucak açması ne kadar da düşündürücüdür! Bu, hâlden anlamaktır: Eşi tarafından çocuğu olmadığı gerekçesiyle terk edilmişti Sultan Özcan. “Geleneksel” dediğimiz tamamen kaskatı hayat dışı bir cenderenin sıfatı olmayabilir. Esasında gelenek yüzyıllar akıp giderken kendini “modern”le yeni baştan ele alması gereken bir büyük tecrübeler toplamı. Modern ise henüz yaşanmamışın soruları ve endişeleri nedeniyle hem umut duyurur hem endişe. Beri taraftan muhafazakârlık bir yanıyla ıstırap duyururken bir yanıyla da büyük bir konfordur.
Bilinmeyen modern, bütün avantajlarına karşılık taşıdığı alt üst etme, karıştırma iddiası nedeniyle oturmuş düzen için bir tehdit şeklinde algılansa da içe kapanmanın her zaman sonuna kadar sürdürülebilir bir tedbir olamayacağı, olmadığı açık. 1980’lerde gazetelerde bir kadının fotoğrafına yer verip vermemeyi, kadınların erkeklerle aynı panelde konuşup konuşmayacağını tartışan İslâmî kesimin evlatlarından bir kısmı günümüzde sosyal medya platformlarında mutluluk ve “keyif” pozlarını paylaşıyor. Beri taraftan yeni dijital mecraları kendisini geliştirebilecek şekilde kullanan Müslüman gençler hiç az değil. İsraf her zaman kötüdür, gösterişçi tüketim de… Ancak açık ki Müslümanların büyük çoğunluğu artık televizyonda bir konuda görüş veren bir kadını “iffet” veya “edep” sorgulamasına tâbî tutmuyor. Din adına sabit sandığımız kuralların bu değişmezliğini garanti altına almaya ayırdığımız zamanı ve enerjiyi daha esaslı ve gerçekten kalıcı değer ve ilkelerin hayattaki karşılıkları üzerine konuşmaya veremez miydik? Doğru, üst üste baskınlara uğradık. Fakat çözümü genellikle, bizi baskına uğratanların da yaptığına benzer şekilde yüzeylerde aradık. Biz kadınların çalışma hayatını tartışırken, 1970’lerde veya 1990’larda, komşumuz ve akrabamız kadınlar fabrikalarda, tekstil atölyelerinde ve tarlalarda hiç de kolay olmayan zor şartlarda ister istemez çalışıyorlardı. Boşanıyor, nafakasız orta yerde bırakılıyor, kendi aileleri çocuklarını istemediği için çaresizce denklikten uzak başka bir evliliğin arayışına düşüyorlardı. Şiddet görüyor, bu şiddeti “mahrem” sayan aile büyüklerinin yol açtığı umutsuzluk yüzünden sineye çekmeyi sürdürmediklerinde ise hiç hazır olmadıkları bir mücadelenin içine atılıyorlardı.
Himayeci Dışlamanın Göz Ardı Ettikleri
Mesele şu ki 1923-1950 arasında mütedeyyin kadınlar –erkeklerin kamusal alanı da içeren iş meşguliyetleri veya sorumlulukları itibarıyla- sembolleri (ve hayatı, direnişi de) taşıma sorumluluğunu yüklenme sorumluluğuyla karşı karşıya geldiler. Giyim hatta hayat tarzı takvası ve kamusal örneklik sergileme tavrı özellikle kadınlarda aranır olmaktaydı.
Benim başımı örttüğüm yıllarda (1980’ler) İslâmî kesimde kravat takmamak Batı şıklığı tabusuna karşı protesto sayılır ve takdir edilirdi. Erkekler ailenin nafakasını temin gerekçesiyle kravat taktılar, gayet tabiî. Gelgelelim asıl sorun evde veya cemaat dâhilindeki kadınlarla kamuda yer alan erkekler arasında oluşan gündelik hayat ve iş farkının yol açtığı bir dil uçurumuydu. Rahmetli Şule Yüksel Şenler, başörtülü kadınların kamusal mücadelesine bir başına büyük katkıda bulundu, bu yönde bir alan açtı. Ancak ne acıdır ki ömrünün en verimli çağında çeşitli grup baskıları yüzünden yazarlığını besleyen bu kamusal alan mücadelesinden geri çekildi. Bu tecrübe elbette istisnai değildi: 1980’lerde kamuda başörtüsü mücadelesi veren genç kızlar ve kadınlar, gelenekselci çevrelerin yargılarının baskısı (ve elbette karman çorman okumalarının da etkisiyle) görünür görünmez bir varlık kazanacak şekilde, adeta Selvi Boylum Al Yazmalım filminin Asya’sı gibi simalarını dikkatlerden kaçıracak şekilde giyindi ve davrandılar. Bu tutum aslında 1923’ten sonra kurulan yeni kamuda aktörleşen Kemalist kadınların beden dillerinde de gözlemleyebileceğimiz bir kendini (ve ailesini) suizanlardan koruma çabasıyla gelişiyordu: Benzeri bir tecrübeye öncelik eden başka bir tecrübe bulunmadığında türlü saldırılara açılıyor varlık. Saâdet asrının model kadınları ise sıklıkla gökyüzünde asılı yıldızlar gibi göz kamaştırıcı, ancak ulaşılmazdı.
İşçi kadınlar bir süreklilik içinde var olmayı sürdürmüşlerdir gerçi. Modernin hep bir çatışma hâlinde ve görünüşler üzerinden konuşulduğu bir toplumsal ortamda onlar çatışma alanlarına bir şekilde dâhil olmalarına imkân tanımayan bir ayakta kalma mücadelesi veriyordu; Birinci Dünya Savaşı sırasında Mudanya’dan sebze satmak için İstanbul’a gelen bebekli kadınların muhtemelen Fatma Aliye ve Said Halim Paşa’nın kadın meseleleri bağlamında katıldıkları tartışmaların uzağında açtıkları yeni bir sayfayı, ortaya koydukları yeni bir cevabı hatırlatacak şekilde… On yıllar geçti, onlar hep hazırlanmadıkları bir mücadelenin üstesinden gelmek için koşuşturmayı sürdürdüler. Okuma yazma bilmediklerinde dâhi Maltepe’den Levent’e götürecek otobüsleri, metrobüs hattını ezberlemiş olmalıydılar. Büyük bir kısmı, azıcık ücretinin tamamına muhtaç olduğu için sigortasız çalıştığı yedinci kattaki dairede pervasızca denizliğe çıkıp camını pırıl pırıl yapmalıdır kanadına tutunduğu pencerenin. Kuşkusuz bu tutunma mücadelesi aynı zamanda büyük, karmaşık ve çok dersli bir üniversite olan şehir hayatına katılması anlamına da geliyor.
Çoğu kadının canını dişine takmasına yok açan kimisini de çaresizliğin zemininde tutan bir tür zayıflıkta, yüzyıllar boyunca birikirken katılaşan bir “himayeci dışlama”nın payı büyük. Nadiren mehir biçilmiştir, kısmen mirastan pay alırlar, buna karşılık sonsuz bir güce sahipmiş gibi tahammüllü ve şefkatli olmaları beklenir. Mesela Latife, haftanın altı günü kendi isteğiyle ev işçiliğine gidiyordu; henüz eli ayağı tutuyorken kiradan kurtulmak istiyor çünkü. Köyde babası oğullarına birer ev verdi, kızlarına birer altın, bunu hiç unutmuyor. Derken, komşularının yardımıyla İŞKUR’a başvurdu, referanslar verip bir iş düzenine katıldı. Esenler Belediyesi’ne bağlı bir kurumda çalışanlar için yemek pişiriyor ve çay demliyor şimdi. Evde rahat bir hayat sürdüremeyecekti zaten ama ev dışına çıkınca şehri öğrenmenin, yeni insanlar tanımanın, dönemini fark etmekle ilgili akıl yürütmenin güvenini kazandığını belirtiyor. İlkokulu bitirdikten sonra okumadı, babası gerek duymadı buna ancak Latife yardıma muhtaç bir kadın konumunu kaldıramazdı; Gazzeli inşaat mühendisi Majd Mashawari de öyle. Tembellik, sürekli bir konfor arayışı, bir açıdan ayrıcalıkla mümkün ama bir diğer açıdan da kişinin kendine yaptığı haksızlık…
Gazze birçok konuda olduğu gibi İsrail’in sürekli bombardımanları yüzünden evleri yıkıldığı için inşaat malzemeleri açısından da sıkıntı içinde. Majd, üniversitenin son sınıfındayken yaşadıkları, 18 bin evin tahribiyle sonuçlanan 2014 bombardımanlarını takiben, kendisi gibi inşaat mühendisi arkadaşı Rawan Abdulatif’lebir araya gelip uzun denemelerin ardından tahta ve kömür külüyle GreenCake (Çimentosuz Briket) yaptı. Sonra da bu briketi internet yoluyla bağlantılar kurarak dünya ülkelerine pazarladı. Kendi ifadesiyle, “dünyanın en büyük kapalı hapishanesi”nden çıkışlarında GreenCake ona bir tür vize oldu. Kazandığı çevrecilik ödülünü almak için Japonya’ya gitti. ABD’de güneş enerjisinden elektrik elde edilmesini konu alan derslere katıldı. Bir kadının güvenli bir şekilde yola çıkmasının her türlü hazırlığına sahipti. Akla şartlar gereği Mekke’den Medine’ye tek başına hicret eden Hz. Osman’ın (r.anh) anne bir kız kardeşi olan Ümmü Gülsüm Binti Ukbe’yi (r.anha) getiriyor kendine yüklediği ödevler. Mekke’de, müşrik aile çevresinden duyduğu bezginlik kadar Medine’de gelişen Müslüman toplum içinde yer etme, o topluma bir katkıda bulunma arzusu da Ümmü Gülsüm’ü bu tehlikelere açık yolculuğa zorlamış olmalıydı. O, kendi döneminin moderniydi.
Giorgio Agamben’in “Çağdaş Nedir?” seminerinde vurguladığı gibi: Çağdaş, kendi döneminin şartlarını zorlayan ve yaşadığı zamanla arasında tekil bir ilişki kurabilen kişidir.
Berkun Oya’nın Netflix’de yayımlanan Bir Başkadır isimli dizisi, başörtülü gündelikçi kızın hayatı kavrayan bakışının yabana atılamayacak saflığı ve sahiciliğinin altını çizdiği için de ilgiyle izlendi. Gerçeğe sadakat olmadan yakınlaşmıyoruz hakikate ve yalanlara dayanmaktan kaçınan bir kurgu, gerçeği adeta hiç görmedikleri şekilde tanıştırıyor kitlelere. Kurgu, aşina olandaki özgünlüğe de yakınlaştırıyor dikkatleri. Başörtülü gündelikçi, emeğinin saygınlığı bir yana, onu el evinin işini yapmaya zorlayan sebepleri düşünmekten uzak duranlar için de ufuk açıcı bir etki uyandırdı gösterdiği var olma çabasıyla. Haddizatında asla ait kılınmadığı, bir sandalyesine dâhi sahip olmadığı mekânların kirini temizleyen kadın veya erkeğin topluma verdiği sert bir mesaj var sürekli: Kirli iş pekâlâ –bakıma muhtaç olma hâli dışında- mahrem olabilmeli. Bir Başkadır’ın kahramanı hayata kör gözlerle bakmadığı için de sorular soruyor; bu, geliştiren bir şey. Temizlik şirketleri görece bir güvenlik sunsa da herhangi bir temizlik işçisi sürümde kaybolabilir biri; kahramanımıza bu da azap vermiyor olabilir mi? O kadar anmaya değmez sayılıyor ki işi, muhafazakâr eleştirmen onu çalışma hayatı içinde seçemiyor bile…
Said Halim Paşa Avrupa’da eğitim gördü, Fransız İhtilali’nin şiarlarının etkilediği Jön Türk ve İttihat ve Terakki hareketlerine katıldı. Bir şiarı da “eşitlik” olan İttihatçı hükûmetlerinde sadrazamlık dâhil önemli görevler üstlendi. Ancak, Osmanlı İmparatorluğu dâhilinde yaşayıp da Avrupa’daki kadın özgürlüğü taleplerinden etkilenen kadınları yozlaşmakla, heveskâr hareket etmekle, yüzeysellikle suçladı. Bu kadınların asli amacının salt erkeklerle karışık bir hayat talebiyle sınırlı olduğunu öne sürdü. Bir sosyolog olarak aralarında mütedeyyin kadınlar tarafından çıkarılan Hanımlara Mahsus Gazete, yazarlarının da bulunduğu pek çok kadının asli meselesinin, artık üretimin ve dilin merkezi olan (ve neredeyse tamamen erkeklerin faaliyet gösterdiği) kamuda yer alma talebi olduğunu dile getirmekten uzak durdu. Kaldı ki bu derginin yazı kadrosunda yer alan Nigâr Hanım, Fatma Aliye, Makbule Leman, Emine Semiye gibi yazarlar dönemin…