Tarihsel seyri dikkate alındığında, modernite, Rönesans ve Reform hareketlerinin yanı sıra, coğrafi keşiflerle birlikte Batı’da gelişen siyasal, sosyal, ekonomik ve bilimsel değişmelerin sonucunda ortaya çıkan ve yirminci yüzyılın ikinci yarısına kadar devam eden dönemi ifade etmekte olup, söz konusu dönemde hâkim olan düşünme tarzı da modern düşünce olarak ele alınabilir. Ana hatlarıyla ele alındığında modern düşünce, her şeyden önce niteliksel ayrımların iş başında olduğu, öğretici bir mahiyet arz eden, bilme eylemini epistemolojik bir mesele olarak değil, nihai kertede insan varlığında gerçekleşen bir dönüşümün sonucu anlamında ontolojik bir eylem olarak gören ve Tanrı tarafından yaratılan evrendeki olguları nitelikleri ekseninde ereksel bir açıklamaya tabi tutan klasik düşünceden farklı olarak evreni natüralist bir muhakeme mantığı içerisinde, doğa dışı veya ilâhî referanslara başvurmaksızın zaman ve mekânla sınırlı olan varlık alanına müracaat etmek suretiyle açıklamaya çalışan bir karaktere sahiptir. Bilimsel açıklama veya dünya görüşü olarak bilinen bu yaklaşımın merkezinde deney ve gözleme dayalı nesnel bir bilgi arayışı söz konusudur. Aynı şekilde özellikle bilimde, olgusal olanı merkeze alan bir bilim anlayışına sahip olması ve bu anlayışı temsil eden bilim adamlarının yanı sıra filozofları da muhtevasında barındırması nedeniyle modern düşünce pozitivist bir karaktere sahiptir.
Modern düşünce, ayrıca hakikati düşünen öznenin aklına indirgeyen karakteri nedeniyle rasyonalist ve kelimenin tam anlamıyla insan-merkezci ve hümanist bir düşünme tarzına sahiptir. Hümanist karakterine bağlı olarak modern düşünce, insanın düşünen özü ile insanın bedeni de dâhil olmak üzere, dış dünya arasında bir ayrıma gitmek suretiyle kendini tesis etmiş olduğundan ötürü düalist, yani ikili karşıtlıklar ekseninde pratiğe dökülen bir karakter arz eder. Modern düşüncede işbaşında olan modern-gelenek, Batı-Doğu, bilim-din, akıl-vahiy gibi söz konusu ayırımlar öncelikli ve imtiyazlı olan ile türevsel ve ikincil olanı ayırt eden karakterleri nedeniyle inşa edici ve kurucu muhtevalarına bağlı olarak dışlayıcı bir karaktere de sahiptir.
Yine modern düşünce, bilhassa 18. yy Aydınlanma düşüncesinin, bilimdeki gelişmelerden neşet eden optimistik vizyonuna bağlı olarak Avrupa-merkezci ve ilerlemeci bir tarih anlayışına sahip olduğu söylenebilir. Bir bütün olarak insanlığın ilkelden moderne doğru doğrusal bir ilerleme içerisinde serpilip geliştiğini ileri süren bu yaklaşıma göre insanlığın bütünlüklü tecrübe ve birikiminin varmış olduğu en üst düzey, nihayetinde aydınlanma düşüncesine vücut vermiş olan modern Batı veya Avrupa olup, bu yönüyle modern düşünce için Avrupa, Batı dışı dünya içinde gerek düşünsel gerekse varoluşsal anlamda ulaşması gereken bir ideale karşılık gelmektedir.
Modernitenin bilimselci, natüralist, pozitivist ve ilerlemeci karakteriyle bağlantılı olan bir diğer önemli karakteristik özelliği de sekülarizm olmak durumundadır. En genel anlamıyla dünyevilik veya dünyacılık kavramlarında karşılığını bulan sekülarizm, varoluşun bütün alanlarında dünyevi parametrelerin işbaşında olmasını salık veren bir muhtevaya sahip olup, bir bütün olarak yaşamın dini veya ilahi referanslara göre değil, dünyada hüküm süren parametreler doğrultusunda tanzim edilmesi gerektiği iddiasıyla tebarüz eder.
Hiç kuşku yok ki modern düşünce kendisini, daha başlangıcından itibaren, dinî veya teolojik bir karakter arz eden düşünme pratikleriyle tam bir karşıtlık ilişkisi içerisinde tesis etmiştir. Her ne kadar söz konusu karşıtlıkta kurumsal ve tarihsel Hıristiyanlığın hatırı sayılır bir katkısı olsa da bu durum, modern düşüncenin bir bütün olarak dini olanı hesaba katan ve varoluşun bütününü bu doğrultuda sevk ve idare etmek gerektiğini salık veren dinî düşünme pratikleri karşısındaki reaktif tavrını haklılaştırmadığı gibi kurucu parametreleri itibariyle dinî olanla özsel bir karşıtlık pozisyonunda olduğu gerçeğini de ortadan kaldırmaz. Tam da bu bağlamda, oldukça genel bir değerlendirmeyle ele alındığında, modernitenin din ve genel anlamda da Tanrı hakkında, ya natüralist ve seküler bir perspektiften hareketle ateist veya materyalist pozisyon almak suretiyle bütünüyle dışlayıcı, ya da gerek din gerekse Tanrı’yı kendine özgü öznellik/sübjektivite metafiziğine ait alımlama estetiğinin dolayımından geçirmek, dolayısıyla da dönüştürmek suretiyle kendine mal eden bir pozisyon aldığı söylenebilir.
Seküler parametreler doğrultusunda serpilip gelişen modernitenin din karşısındaki pozisyonunun anlaşılabilmesi, modernitenin kendine özgü alımlama estetiği anlamında nasıl bir referans sistemine sahip olduğunun anlaşılmasından geçmektedir. Zira herhangi bir doğruluk veya hakikat iddiasının meşruiyet, makuliyet ve normallik mantığını belirleyen söz konusu referans sistemi, modern insanın varoluş pratiğinde dinin işgal etmesi gerektiği yeri de belirleyen bir mahiyet arz etmektedir. Bu bağlamda ele alındığında modernitenin, klasik düşüncede işbaşında olan ve hümanistik olmayan karakterdeki aşkın bir hakikat anlayışının yerine öznenin epistemik pratiklerine içkin hümanistik bir hakikat anlayışını benimsediği; niteliksel ayrımlarla tebarüz eden amaçlı ve bütünlüklü alem anlayışının yerine ise matematiksel fiziğin yasaları doğrultusunda işleyen ve niceliksel ayrımların işbaşında olduğu mekanik bir alem anlayışını ikame ettiği söylenebilir. Hiç kuşku yok ki varlık ve hakikat ufkundaki bu daralmadan din ve Tanrı da nasibini almış olup, bu sürecin en somut tezahürünü, alemle ilişkisi yalnızca makine alemi yaratmak ve hareketi başlatmakla sınırlı olan deist Tanrı telakkisinde ve doğal ya da aynı anlama gelmek üzere akla uygun olduğu düşünülmesi hasebiyle belirsizlik ve gayb fikriyle insanın canını sıkmayan doğal din anlayışında görmek mümkündür.
Her şeyi doğal nedenlere irca eden natüralizm ve bir bürün olarak evreni matematiğin niceliksel diline indirgeyen teoriler doğrultusunda açıklama cihetine giden bilimsel dünya görüşünün belirleyici olduğu doğal din anlayışının ilk örnekleri, Fransız Jean Bodin’in (1530-1596) ve İngiliz bir filozof olan Herbert of Cherbury’nin (1583-1648) “doğal din” kavramlaştırmasıdır. Aynı zamanda akıl dini olarak da ifade edilebilecek olan Bodin’in “doğal din” anlayışı, doğa ile aklın özdeşliğinden hareketle, dinî doğruların akılda temellendiğini, yeryüzünde bulunan bütün dinlerin aslında doğal dinden türediğini ileri süren bir karaktere sahiptir. Yedilerin Konuşması adlı eserinde Bodin, biri doğal din mensubu yedi ayrı din mensubunu konuşturarak, dinlere ait evrensel bir karakter arz eden tüm özelliklerin aslında doğal dinden neşet ettiğini vurgulayarak, doğal din anlayışını özellikle kitaplı dinler olmak üzere, bütün diğer dinler için bir ölçüt konumuna taşıma çabası vermiştir. Bu açıdan bakıldığında, dinlerde vurgulanan hakikat iddiaları göreceli bir doğruluk değerine sahip olup, insanın kurtuluş ve esenliği için gerekli olan her şey akıl ve doğa yasasında mevcuttur. Bodin ile benzer bir biçimde Herbert of Cherbury de, Doğruluk Üzerine adlı eserinde, dini akıl ve doğa yasasına vurguyla ele almayı salık veren ve bütün dinler için temel teşkil edecek olan unsurları muhtevasında barındırdığını düşündüğü doğal bir din anlayışını savunur. Ona göre akıl, din alanında bağımsız olduğu gibi, vahyin de aklın muhtevi olduğu doğrulara tabi olması gerekmektedir. Bu doğrultuda serpilip gelişen rasyonel ve natüralist teolojiler bağlamında düşünüldüğünde dini olanın hakikat değeri de doğal ve/ya rasyonel olanla mutabık olup olmamasına bağlı olmak durumundadır.
Kuşkusuz dini olanı bilimsel veya rasyonel olan ekseninde anlamlandırma çabasının en bilindik örneklerinden birini Kepler’in, “Tanrı’nın alemi yaratırken uymuş olduğu kurallar, sıkı matematiksel ve geometrik irdelemeler yoluyla tespit edilmiş olup, alemdeki düzenlilik matematiksel bir düzenliliktir.” şeklindeki vurgusu teşkil eder. Benzer bir biçimde doğa yasası ile ilahi yasayı özdeşleştiren Locke’un ahlak ve siyaset felsefesi de rasyonel veya doğal teolojinin bir örneği olarak zikredilebilir. Rasyonel, bilimsel ve natüralist teolojiler doğrultusunda giderek daha büyük bir belirleyicilik kesp eden söz konusu yaklaşımlar, bilimsel tefsir anlayışlarının da temel referans mantığını oluşturmak suretiyle dinin, modern zamanlara özgü özgü alımlama estetiğini gözler önüne sermiştir. Öyle ki mucize ve esrar, dahli ilâhî veya dahli şeytani bağlamında, modern rasyonel ve pozitivist meşruiyet mantığı açısından irrasyonel olarak addedilen ve bizatihi kutsal metinler dolayımıyla dinler tarafından savunula gelen birçok husus, ya doğrudan doğruya reddedilmiş, ya da adeta gizli bir pozitivizme karşılık gelecek şekilde, örneğin, cinleri mikrop veya virüs, melekleri doğa güçleri, sünnetullah veya adetullah gibi kavramları da doğa yasaları şeklindeki yorumlamak suretiyle modern muhakeme mantığına irca edilmiştir.
Yaşamın hemen tüm alanlarında varlığını gittikçe daha belirgin bir biçimde tahkim eden modern zamanlara özgü paradigma değişikliğinin din alanındaki en belirgin tezahürlerinden bir diğeri ise klasik din anlayışında köklü bir değişikliğe sebebiyet veren ve adeta modern zamanlara özgü din telakkisinin istikametini teşkil eden Reformasyon olmuştur. Aslına bakılırsa dinde gerçekleştirilmek istenen reform sürecinin tarihsel arka planında, gittikçe bireyciliğe kayan felsefe anlayışına paralel olarak, Orta çağ mistisizminin zemin teşkil ettiği bireysel dindarlık düşüncesi bulunmaktadır. Zira Orta çağ boyunca hâkim bir güç olarak varlığını sürdüren Kilise, Kutsal Kitabın inananlar tarafından okunup, yorumlanması bir yana, farklı dillere tercüme edilmesine dahi müsaade etmemekteydi. Fakat Kilise otoritesinin sarsılmasının sonucunda, İncil’in farklı dillere tercüme edilebilmesi, zamanın mistik ve bireyci felsefe anlayışlarının etkisiyle birlikte, din anlayışında da daha özgürlükçü yaklaşımların zuhur etmesine yol açmıştır. Kurumsallaşmış Hıristiyanlığa yönelik en büyük destek ise kuşkusuz, kurumsal otoritelerden ziyade bireyin gönül dindarlığını ön plana çıkaran ve Tanrı ile insanın vasıtasız bir biçimde karşılaşması gerektiği inancıyla açığa çıkan mistik yorumlardan gelmiştir. Dolayısıyla kökenleri Platonculuğa kadar geri götürülebilecek olan Alman mistisizminin, Meister Eckhart (1260-1327) ve mistisizme sistematik bir form kazandıran Jacop Böhme (1575-1642) şahsında, reformasyon hareketinin doğuşuna net bir katkıda bulunduğunu söylemek mümkündür.
Reformistlerin en temel iddiaları, dinin anlaşılıp, yorumlanması ve yaşama geçirilmesinde Kilisenin mutlak otoritesinin reddedilmesi düşüncesinde özetlenebilir. Şüphesiz bu reddedişte Katolik Kilisesi’nin zamanla yozlaşması ve hatta günah çıkarma belgelerini para karşılığında satmasının da küçümsenmeyecek bir etkisi olmuştur. Reformistler için aslolan, bireysel dindarlık olup, Tanrı ile insan arasına herhangi bir kurumsal otoritenin girmesi söz konusu olamaz. İnanan insan, inanmış olduğu kutsal metni kendi dilinde okuyup anlamaya ve bireysel olarak Tanrı ile ruhsal bir ilişki geliştirmeye muktedirdir. Buna paralel olarak Orta çağda özellikle din adamları için olmazsa olmaz bir zorunluluk arz eden manastır yaşamının gerekliliği fikri de reformistlerin hedefleri arasında yer almıştır. Aynı şekilde reformistler, inananların tek bir kiliseye değil de kendi kiliselerine de sahip olmaları gerektiği hususunun da altını çizmişlerdir.
Din alanında vuku bulan bu tartışmaların sonucunda 16.yy. da ilki Alman teolog Martin Luther ikincisi (1483-1546) ise, Fransız asıllı John Calvin (1509-1564) kaynaklı iki büyük Protestan kilisesi kurulmuştur. Reformasyon Martin Luther’in Wittenberg Kilisesi’nin kapısına, Katolik Kilisesi Papalık ve yerleşik Hıristiyanlık anlayışını eleştiren 95 tezini asmasıyla başlamış olup, gerek o dönemde gerekse daha sonraki Avrupa sosyal ve siyasal hayatında büyük din savaşlarının başlamasına da sebebiyet vermiştir. Daha çok İskandinavya ve Almanya’da yaygınlık kazanan Luthercilik, meslek yaşamına önem veren ve her insanın devlet içerisinde gerçekleştirebileceği mesleğini seçmek için yaratıldığını ileri süren yaklaşımıyla, memur tipi bir insan modeline vücut vermişken, Kalvinizm ise daha ziyade Batı Avrupa, İngiltere ve Amerika’da yaygınlık kazanmış olup, sanayi yatırımlarını önemseyen, tüccar tipli bir insan modelini öngörmüştür. Protestanlıkla birlikte ortaya çıkan en önemli değişiklik, kuşkusuz din ile seküler temeller üzerine inşa edilen modern devlet arasındaki muhkem ilişkinin tartışmaya açılmasında karşılığını bulmuş olup dinin, genelde insan varoluşunun bütünü, özelde ise toplumsal ve siyasal varoluş üzerindeki belirleyici etkisinin daralmasına ve bireysel dindarlık fikrinin teşvik edilmesi bağlamında da modern laiklik anlayışının meşruiyetine hizmet etmiştir. Benzer bir biçimde, modern sosyolojinin en önemli isimlerinden biri olan Max Weber’in, Protestan Ahlâkı ve Kapitalizmin Ruhu adlı çalışmasında ifade ettiği üzere Protestanlık, özellikle Kalvinizm dolayımıyla, modern kapitalist ekonomik sistemin ihtiyaç duyduğu birey anlayışı için önemli ve teşvik edici bir arka plan oluşturmuştur. Bu açıdan bakıldığında, modernliğe giden yolda, din ve din anlayışlarının da modern olan lehine ve modern olanı hazırlayacak şekilde belirgin bir dönüşüme uğradığı açıktır.