Ülkemizde birçok dergi yayımlanmaktadır. Hali hazırda dini literatür dergileri de oldukça fazla sayıda çıkmaktadır. Siyer alanında da özellikle son dönemde çeşitli dergiler mevcut iken, neden Siyer Dergisi’ne ihtiyaç duyuyoruz? Siyer Dergisi’nin diğer dergilerden farkı ne olacak?
Bismillahirrahmanirrahim El-hamdulillâhi Rabbi’l-âlemîn ve’s-Salâtu ve’s-Selâ- mu a’lâ Rasûlinâ Muhammedin ve a’lâ Âlihî ve Sahbihî ecmaîn
Öncelikle hayırlı mübarek olsun diyerek sözlerimize başlayalım. İnşaallah Cenab-ı Hak, Hz. Peygamber’in(sas) hayatı olan siyerin toplumumuzda anlaşılmasına, Efendimiz’in (sas) daha fazla sevilmesine, tanınmasına bu yapılan çalışmayı da bir vesile kılmış olur. En büyük temennimiz de budur. Sizin de sorunuzda belirttiğiniz gibi bir çok dergi yayımlanıyor. Allah rahmet eylesin Üstad Cemil Meriç’in ‘dergi hür tefekkürün kalesidir’ diye bir ifadesi var. Gerçekten de öyledir. Her ne kadar bizim ülkemizde biraz son yıllarda tesirini kaybetmiş olsa da yine de derginin bilinç noktasında, şuur noktasında, özellikle toplumun değişim ve dönüşüm noktasında üstlendiği misyon açısından önemli bir yeri olduğu muhakkaktır. Birçok alanda dergiler var şu anda. Genel çerçevede İslamî diyebileceğimiz alanda da sayılamayacak kadar çok dergi var. Siyer alanında da bazı dergi çalışmaları mevcut. Ama bizim bu yaptığımız çalışma biraz var olanların tekrarından öte, olmayanı ortaya koyma noktasında bir amacı var. Efendimiz’in (sas) hayatı olan siyer ekseninde özellikle üç dergi olarak yayına başlıyoruz zaten. Altı ayda bir çıkacak olan Siyer Araştırmaları Dergisi hakemli bir dergi olarak biraz daha akademik dünya ile akademik çalışmalarla alakalı bir dergi olacak. O biraz daha özel bir kesime hitap ediyor. Ancak Siyer dergisinin biraz daha geniş bir yelpazesi var. Halkın tamamına hitap eden bir dergi olacak. Dolayısıyla orada da Hz. Peygamber’in (sas) ve ashâbın, dahası asr-ı saâdet olarak nitelendirdiğimiz bir zaman diliminin anlaşılması, tanınması noktasında epey zengin içeriği olacak bir dergi olacak. Bir de Siyer Çocuk dergimiz var. Orada da biraz çocuklarımızı işin eksenine alarak o dergiyi hedefledik. Orada da çocuklarımızın dünyasına Hz. Peygamber’i(sas) ve onun kutlu arkadaşları olan sahâbe efendilerimizi koyacak, onların dünyasında onları farklı bir biçimde tanınmasına ve sevilmesine katkı sağlayacak çalışmalar yapılacak. Dolayısıyla bütün bunları dikkate alarak söylediğimiz zaman bu alanda ciddi bir boşluk vardı zaten. Evet dergi çoktur ama bu alanda ihtisaslaşan alanı belli olan ve bu alanda birçok kesimi kuşatarak mesajı ulaştırmaya çalışan dergi sayısı azdır. Onun için biz genel anlamda bu manada bunu hedefliyoruz.
Siyer Vakfı bundan evvel birçok güzel çalışmaya imza atmıştır. Ama şu an zor bir alan olan dergi çıkarmak için Siyer Vakfı kollarını sıvamıştır. Siyer Vakfı dergi çıkarma fikrine aniden mi karar verdi yoksa gelecek planlamasında olan bir fikir miydi? Dergilerle Siyer Vakfı neyi amaçlamaktadır?
2010 yılında Siyer Vakfı kuruldu. Aslında kurulu şundan önce de yaklaşık on-on beş yıllık çalışma takvimi oluşturmuştu. Tabi işin içerisine girdiğiniz zaman şartlar, gündem, bazı dış etkenler, iç etkenler sizin o planladığınız şeylerin öne alınmasına, geriye bırakılmasına sebebiyet veriyor. Ama özellikle 2014 yılında Uluslararası Siyer Eğitim ve Araştırma Enstitüsü kurulurken bu enstitünün yapacağı en temel faaliyetlerden birisi olarak da böyle üç farklı kesime hitap eden bir dergi hedeflenmişti. O zaman da kamuoyuna duyurulmuştu. Ancak şartlar şimdilerde olgunlaştığı için Elhamdulillah 2016’nın Ekim ayı ile birlikte yayın hayatına bismillah diyecek. Dolayısıyla bu kısa vadede ortaya çıkmış bir şey değil, vakıf çalışmalarımızın uzun bir zamandır hedeflediği ve üzerinde durduğu bir şey. Tabi bunun bir ihtiyacı da var. Bir ihtiyacın ürünü olarak ortaya çıktı. O da şu: Elhamdulillah artık Siyer Vakfı’nda bir çok çalışma yapılıyor. Bu alanda akademik dünyada olan birçok hocamız ya da akademik camianın dışında olan birçok hocamızla da ortak çalışmalar yapılıyor. Burada yetişen talebelerimiz var. Onlar yavaş yavaş bu alanda yazılar yazacaklar. Bir yönüyle kendilerini ifade edecekleri zemine ihtiyaç var. Onun için burada biriken bu bilginin kamuoyuyla paylaşılması lazım, bunun da en güzel yolu dergidir. Dergi insanımıza mesajı ulaştırmanın en güzel yollarından bir tanesidir. Tabi Siyer dergilerinin şöyle bir özelliği de var. Onu da bu vesileyle söylemekte fayda var. Dergi matbu olarak bir dilde ve Türkçe olarak yayınlanacak. Ama arkadaşlarımızın üzerinde çokça çalıştığı ve yakın bir zamanda faaliyete girecek olan internet sitesinde ise dergi dört dilde yayın yapacak. Dolayısıyla matbu olarak sadece Türkçe yayınlanan bu dergi Arapça, İngilizce ve Kürtçe olarak da yayın verecek. Dolayısıyla da sadece Türkiye ile de sınırlı değil. Dünyanın her tarafına Arapça ile Arap dünyasına ve ilmi ortamlara, İngilizce ile batı dünyasına, Kürtçe ile de özellikle kendi ülkemizde ve ülkemizin dışında bulunan Kürt kardeşlerimize bu siyerin mesajı ulaştırılması hedefleniyor. Bu bağlamda biz, biraz da bu dergide hem Efendimiz’in (sas) tanınması, sevilmesi biraz önce ilk soruda söylediğim gibi böyle bir hedefi gütmekle beraber ikinci olarak da burada biriken bilginin toplumumuzla paylaşarak bir yönüyle Hz. Peygamber (sas) algısının ve sevgisinin daha doğru bir düzlemde gelişmesi ve daha farklı bir biçimde derinleşmesi gibi bir amacı da taşıyor. Dolayısıyla böyle bir amaca hizmet etsin diye Allah nasip ederse bu dergiler yayın hayatına başlayacak.
Efendimiz’in kalbine ilka olan Kur’an elbette Efendimiz’den (sas) de bahsetmektedir. Bu bağlamda siyeri Kur’ân’dan ayrı düşünemeyiz. Siyere doğrudan işaret eden ayetler var mıdır? Var ise bunlar nasıl anlaşılmalıdır?
Tabii ki ‘Siyerin en temel kaynağı nedir?’ sorusu sorulduğu zaman hiç çekinmeden Kur’ân’dır, diyeceğiz. Kur’ân bütün ilimlerin temel kaynağı olduğu gibi siyerin de temel kaynağıdır. Çünkü Kur’ân-ı Azîmü’ş-şan öyle bir kitaptır ki, bu kitap kıyamete kadar gelecek olan bütün dertlere derman olabilecek mesajları verdiği gibi, özü itibari ile esasen bir tarih kitabı olmamasına rağmen hem geçmiş ümmetlerden hem kendisi ile yaşadığı dönemde olan çağdaşlarından hem de gelecek ümmetlerden bahsetmektedir. Hal böyle olunca Kur’ân ile siyer arasındaki ilişki çok sıkı bir ilişkidir. Efendimiz (sas), Kur’ân’ın ilk muhatabı olduğu için canlı bir biçimde o zemin üzerinde Kur’ân yürüdü. Dolayısıyla Efendimiz’in (sas) attığı her adımın aslında bir şekliyle Kur’an’da karşılığı/izleri var. Âişe anamıza nispet edilen şöyle bir söz var: ‘Peygamber sayılı ayetler dışında Kur’ân’dan bir şey tefsir etmedi’.[1] Ancak bu demek değildir ki Hz. Peygamber’in (sas) Kur’an tefsiri sadece sözlü olarak Aişe annemizin işaret ettiği belli ayetlerle sınırlı olan bir tefsirdir. Bizatihi Hz. Peygamber’in (sas) yaşadığı hayat aslında siyer olarak Kur’ân’ın içerisinde var. Biz Kur’ân’a bu nazarla baktığımız zaman tâ Efendimiz’in (sas) çocukluğundan başlayıp Nasr Suresi ile onun vefatına işaret eden ayetlere kadar hicrî olarak 63, miladî olarak 61 yıllık hayatın tamamının bir yönüyle Kur’ân’da karşılığını görüyoruz. Şöyle bir yanlış algı var, onu da düzeltmek lazım bu vesileyle. Kur’ân-ı Kerim’in değer ve kıymeti söylenirken dile getirilirken Kur’ân’ın tek kaynak olduğu söyleniyor. Bu doğru bir şey değildir. Kur’ân tek kaynak değil temel kaynaktır. Bizatihi Kur’ân kendisi zaten bunu bize ayetleri içerisinde söylüyor. Eğer bazı ayetler bizi Hz. Peygamber’in (sas) kapısına götürüyorsa, onun tebyin görevine işaret edip tebyine ait olan bazı ifadelerini de biz hadis kitaplarında bulabiliyorsak, Kur’ân’da anlatılan bazı tarihi olayların zeminine ait bilgileri biz siyerin içerisinde bulabiliyorsak, siyer ile Kur’an arasındaki irtibatın bu manada nasıl sıkı bir ilişkide olduğunu bize gösteriyor. Biz bu nazarla Kur’ân’a baktığımız zaman işte Efendimiz’in (sas) daha çocukluğu ile birlikte başlayan süreçte yaşadıklarını anlatan Duha Sûresi ki o sadece onu anlatmıyor daha sonra siyer içerisinde çok önemli bir yeri olan fetret-i vahye de işaret eden bazı mesajları var. Ama Duha Sûresi’nde özellikle Efendimiz’in (sas) yetim olarak bulunup barındırılması, fakir olarak bulunup zengin edilmesi buna dair işaretler, Efendimiz’in (sas) nübüvvet öncesindeki hayatına işaret ediyor. Sonra Alak Sûresi ile yani nübüvvetin ilk adımları ile başlayan o süreçte artık Efendimiz’in (sas) hayatında olan birçok hadisenin biz Kur’ân’da bir karşılığını görüyoruz. Dolayısıyla sadece şöyle bir çalışma yapılsa ve siyer malumatı diyeceğimiz o tarihi hadiselere ait Kur’an’ın verdiği işaretler ortaya konsa -ki o konuda bizim bazı çalışmalarımız oldu- inanın doğrudan iki yüz-iki yüz elli tane ayeti bu manada tespit etmek mümkündür. İşte böyle bir bilgiyi de biz bildiğimiz zaman siyer ile Kur’ân arasındaki irtibatın ne kadar güçlü ve ne kadar sağlam olduğunu daha iyi bir biçimde anlamış oluruz.
Kur’ân-ı Kerim’in değer ve kıymeti söylenirken dile getirilirken Kur’ân’ın tek kaynak olduğu söyleniyor. Bu doğru bir şey değildir. Kur’ân tek kaynak değil temel kaynaktır.
İmam Zeynel Abidin’in; “Biz çocuklarımıza Kur’ân öğretir gibi Peygamber’in savaşlarını öğretirdik.” sözünü Siyer-Kur’an ilişkisi bağlamında nasıl anlamalıyız?
Çok güzel bir soru. Teşekkür ederim bu soru için sizlere. Şimdi İmam Zeynel Abidin’in o sözü çok önemli bir hakikate de işaret ediyor. Efendimiz’in (sas) hayatında Hudeybiye ve Veda haccını da biz bir meğazi içerisinde sayarsak yirmi sekiz tane gazve var. Tabi bu yirmi sekiz tane gazvenin Kur’an’da da karşılıkları var. Mesela bugün bir Bedir Kur’ân’da anlatılmıyor mu, bir Uhud Kur’ân’da anlatılmıyor mu? Ama Kur’ân herşeyi öz olarak anlattığı gibi siyerin içerisinde yer alan bu savaşları da öz olarak anlatıyor. Bedir’de işte tarih vermez Kur’an, hangi gün olduğunu söylemez, sahâbenin cihada nasıl hazırlandığına dair detayları vermez, Efendimiz’in (sas), Ebû Süfyan’ın kervanını vurmak için yola çıkma noktasındaki emrini sahâbeye duyurduğu zaman onların bu savaşa nasıl hazırlandıklarını vermez; sahâbe hanımlarının, çocuklarını ve kocalarını nasıl gönderdiklerini vermez. Kur’ân daha öz bir biçimde detaya girmeden meselenin esasını bize anlatır. Ancak biz geri kalan kısmını siyer malumatı içerisinde buluruz. Dolayısıyla çocuklara Kur’’ân’ı öğretir gibi savaşları da öğretilmesi tabiîn neslindendir biliyorsunuz İmam Zeynel Abidin- sözünü söylemesi aslında Kur’ân ile siyer arasındaki irtibatı çok net bir biçimde ortaya koyuyor. Eğer siz siyer içerisinden Bedir’i çok doğru bir biçimde anlamazsanız, doğrudan Bedir’den bahseden Enfâl Sûresi’ndeki ayetleri de Âl-i İmrân Sûresi’ndeki ayetleri de -ki sayı yaklaşık yirmiye yakındır- anlayamazsanız. Eğer siz Uhud’un içerisinde Uhud’a ait bazı tabloları siyerden, siyer malumatından öğrenmezseniz Âl-i İmrân Sûresi’nde zikredilen yetmiş tane ayeti doğru dürüst anlayamazsınız. Eğer siz Hendek Savaşı’nı Ahzâb Sûresi’nde anlatılıyor biliyorsunuz tam anlamıyla siyerin içerisinden anlamazsanız, Ahzab Sûresi’nde geçen o ayetleri de anlayamazsınız. Mesela Nûr Sûresi’nin ilk yirmi altı ayetinde anlatılan bir hadise var, Aişe annemize iftira atılan o büyük İfk hadisesi. O hadisenin detayları yoktur Kur’ân’da. Olayı Kur’ân anlatırken iftiraya kapı açan bazılarından bahseder, münafıkların bu konudaki propagandalarından bahseder, olayın gelişim süreciyle alakalı çok az bir iki tane mesaj verir, arkasından değerlendirmeyi yapar ve vereceği mesajı verir. Siz eğer İfk hadisesini siyerden öğrenmemiş iseniz kesinlikle o yirmi altı tane ayetin verdiği genel mesajı anlayamazsınız. İmam Zeynel Abidin sahâbe dönemine çok yakın bir zamanda yaşadığı ve aynı zamanda Hz. Hüseyin’in de oğlu olduğu için bu manada dedesinden babasından aldığı mesajları çok iyi kavradığından siyerle yani meğazi ile Allah Resulü’nün(sas) savaşları ile Kur’ân arasındaki irtibatı böylelikle ortaya koyuyor. Ancak burada parantez içerisinde bir şey söylemekte fayda var. O da şudur: Siyer dediğimiz hadise sadece savaşlardan ibaret değildir, ancak bununla birlikte savaşlar, çok önemli bir yer tutar siyerin içerisinde. Bu manada bir değerlendirme yapılırken şöyle bir eksik değerlendirme yapılıyor. Biz savaş deyince sadece o gün ki şartlar içerisinde günün belli bir vaktinde bir-iki saatte olan biten sıcak çatışmayı zannediyoruz, halbuki durum öyle değildir. İmam Zeynel Abidin’in dediği de o değil zaten. Mesela bugün bir Bedir’i siz eğer gerçek manada anlamak istiyorsanız Hicri 2.yılda o işi hazırlayan süreçten sözü başlatmalı, yol güzergahı ki yaklaşık 12-13 gün sürmüştür, o güzergahın tamamı irdelenmeli, savaş anında yaşananların tamamı irdelendiği gibi dönüş yolunda ve döndükten sonra Medine’de o savaşın yankılarına ait bütün rivayetler ortaya konularak değerlendirilmelidir. Dolayısıyla burada her ne kadar İmam Zeynel Abidin meğazi üzerinden gazveler üzerinden bir şey söylese de asıl söylemek istediği siyerin bu kapsayıcı alanının tamamıdır. Çünkü siyerin tamamında o mesajlar var. Yoksa Efendimiz’in(sas) yirmi sekiz tane gazvesi sıcak savaş anlamında toplasanız yolculuklar dahil beş yüz gün edecektir, dört yüz-beş yüz günlük bir zaman dilimi. Ama biz Medine’de Efendimiz’in(sas) ömrünün on yıl olduğunu düşünürsek savaşların bu on yıl içerisinde yüzde ona tekabül ettiğini görürüz. Dolayısıyla burada söylenen sıcak savaştan ziyade siyerin tamamıdır. Siyer ile Kur’ân arasındaki irtibatın, Siyer ile de hayat arasındaki irtibatın çok sağlam ve net bir biçimde ortaya konması demektir. İmam Zeynel Abidin’in dediği de budur.
Hz. Peygamber en güzel örnek, onun yaşadığı hayat en kamil hayat, onun mübarek ellerinde yetişen sahâbe nesli dediğimiz o güzel nesil de en güzel örneğin en güzel örnekleridir.
Hz. Musa’nın kıssası Kur’ân’ın üçte birlik kısmına tekabül etmektedir. Hz. İsa, Hz. Yakup ve Hz. Yusuf gibi peygamberlerin isimleri de birçok yerde zikredilmektedir. Ancak Kur’an’da Efendimiz’in(sas) ismi ‘Muhammed’ olarak (Al-i İmran 3/144, Ahzab 33/40, Muhammed 47/2, Fetih 48/29) olmak üzere dört yerde, ‘Ahmed’ olarak (Saf 61/6) yalnızca bir yerde geçmektedir. Allah Resulü’nün (sas) isminin bu kadar az geçmesinin hikmeti nedir?
Kur’ân’ın ilk muhatabı Efendimiz’dir. Aslında Efendimiz’e, Cenab-ı Hak ismi ile hitap etmiyor. Ama Kur’an’da ki birincil hitap cümlelerinin tamamı onadır. Bütün ‘kul لق//de ki’ emirleri onadır, bütün ‘ke ك//sen’ zamirleri onadır. Dolayısıyla bu manada Efendimiz (sas) aslında Kur’an’da isim olarak söylenmese de muhatap olduğu için hiçbir ayet yoktur ki Efendimiz’e (sas) ait bir işaret orada olmasın. Dolayısıyla biz burada sadece isimler üzerinden bir değerlendirme yaparsak yanlış bir değerlendirme yaparız. Evet şöyle bir yorum var, Cenab-ı Hak peygamberine ismi ile hitap etmemiştir. Bazen ‘Ya Eyyühe’n-Nebî’ olarak bazen ‘Ya eyyühe’r-Rasûl’ olarak hitap etmiştir ki bu hitaplar daha çoktur. Böyle hitaplarda bulunmuştur. O’na (sas) ismi ile hitap etmeye bile kıyamamıştır diyen alimlerimiz de var. O işin ayrı bir boyutu. Ama bir de bir hakikat var, bir vakıa var ki Kur’an’ın muhatabı O (sas) olduğu için her ayet direk ona hitap ettiğinden dolayı ayrıca özel olarak isimlerin söylenmesine, orada isimlerin zikredilmesine gerek yoktu. Bir de şöyle bir hakikat var. Mesela Hz. Musa gibi Hz. İbrahim gibi Hz. İsa gibi hayat hikayeleri uzun uzun ayetlerde anlatılmış olmasına rağmen Efendimiz’in(sas) anlatılmaması da yine Efendimiz’in(sas) Kur’an’ın canlı muhatabı olması ile alakadar bir durumdur. Belki faraza bir ifadedir şimdi söyleyeceğim bir ifade, ama bunu bu şekilde söylememize delil olabilecek aslında çok da ciddi karineler var elimizde. Eğer Cenab-ı Hak Ademoğulları’ndan sonra başka Ademler baş- ka insanlar, varlıklar yaratacak ve onlara da ilahi kitaplar gönderecek olsa, muhakkak son peygamber olan Efendimiz(sas) ve ondan sonra sahâbenin yaşadıkları hayatların bir çokları da belki o ilahi kelamın ayetleri olacaktı. Nerden çıkarıyoruz bunu? Mesela Ashâb-ı Kehf’ten çıkarıyoruz. Ashâb-ı Kehf, Hz. İsa’dan sonra gelen ama kendisini Hz. İsa’ya nisbet eden bir grup gençti. O gençler üç yüz sene sonra geldiler belki Hz. İsa’dan. Hz. İsa’ya nazil olan İncil’in içerisinde Ashâb-ı Kehf yoktu. Çünkü Ashâb-ı Kehf daha ortada o zamanlar yoktu. Ama sonradan gelen vahiy olan Kur’an’da önceki o insanlara ait bilgiler anlatıldı. Eğer insanlıktan sonra yani Adem’in çocuklarından sonra da bir ilahi kelam gelecekse o zaman Hz. Peygamber’e (sas) ait ifadeler, kıssalar, sahâbenin yaşadıkları çok daha farklı bir biçimde anlatılacaktır. Ancak Ahzab Sûresi’nin 21. ayetinde Hz. Peygamber’i (sas) ‘Üsvetün Hasene’ diye bize takdim eden Cenab-ı Hak aslında o ayetin üzerinden bize şöyle de bir mesaj veriyor. Evet, Hz. Peygamber en güzel örnek, onun yaşadığı hayat en kamil hayat, onun mübarek ellerinde yetişen sahâbe nesli dediğimiz o güzel nesil de en güzel örneğin en güzel örnekleridir. Hal böyle olunca aslında biz bu manada Kur’an’da sarih isim olarak az anlatılmasının bir dezavantaj değil vakıaya ve hakikate uygun bir şey olduğunu, ama onun üzerinden de şu söylediği mesajların alınması gerektiği konusunda da biz bazı bilgileri almış oluruz.
Sadece Kur’ân üzerinden Siyer anlaşılabilir mi? Siyer okurken tarih kaynakları ile Kur’ân arasındaki dengeyi nasıl sağlayabiliriz?
Dediğimiz gibi Kur’ân işin özünü vereceği için o öze ait bilgiler bize evet mesaj verirler, ama bazen mesajın anlaşılması noktasında gölge olabilir. Mesela Kur’an’da şöyle bir ayet var: “Evlere arkalarından girmeyin.”[2] Şimdi biz bu vakıayı bilmezsek, Siyerin içerisinde olduğu bir zeminde tam olarak kavrayıp ele alıp anlamazsak, ‘evlere arkalarından girmeyin’ ilahi fermanının ne anlama geldiğini anlayamayız. Çünkü bugün kimse evine bacasından girmiyor. Kur’an burada acaba ne söylemek istiyor? Nasıl bir şeye dikkat çekiyor? Bakın anlaşılmıyor. Dolayısıyla ne olması lazım bize bir siyer bilgisi lazım. O gün ki Cahiliye Araplarının nasıl bir dindarlık içerisinde olduklarına ait bir bilginin elimizde olması lazım. Onların hacdan gelirken takvaya daha fazla onları yaklaştırsın diye, takvaya vesile olsun diye kendilerine işi zorlaştırıp kapıdan girmeyip bacadan girmeyi nasıl bir ayrıcalık olarak kabul ettiklerine dair bilgi elimizde olması lazım. Bu bilgiler olmazsa eğer o ayet anlaşılmıyor. Zaten siyerle Kur’an arasındaki irtibatın en önemli alanı malumunuz sebeb-i nüzûldür. Sebeb-i nüzûller siyer içerisinde daha detaylı bir biçimde anlatılır. Bugün elimizdeki mevcut sebeb-i nüzûl kitapları bize sadece ayetlerin sebebine dair bilgileri verir. Ancak o bilgi bir hayatın içerisinde yaşandı. Biz o hayatı tam anlamıyla kamilen bildiğimiz zaman çok daha iyi bir biçimde anlarız. Mesela Mücadele Suresi’nde, kocası hakkında Allah Resulü (sas) ile tartışan bir kadın bize resmediliyor. Sebeb-i nüzûl kitaplarına baktığınız zaman o kadın Havle bt. Sa’lebe çok kısa, net bir şekilde sadece ayete sebeb-i nüzûl olma hasebiyle anlatılan bir kısmını görürsünüz. Ama siz siyer kaynaklarına, sahâbe tabakatlarına müracaat ettiğiniz zaman hem Havle bt. Sa’lebe’nin hayatını kamilen öğrendiğinizde hem onun eşi Evs b. Sabit hakkında daha fazla bilgiye ulaştığınız zaman o irtibatı daha güçlü kuruyorsunuz. Bu sefer neden bu kadınla kocası arasında böyle bir tartışma oldu. Kadın daha sonra neden Efendimiz’e (sas) geldi, durumunu anlattı. Efendimiz’e (sas) bu durum anlatıldığı zaman Efendimiz (sas) niye sessiz kaldı. Efendimiz (sas) sessiz kalınca Havle validemiz niye ısrarla bir fetva alma noktasında Efendimiz (sas) ile tabiri caiz ise bir cidale, tartışmaya kapı açtı ve en sonunda ayetler nazil olduktan sonra sahâbenin dünyasında o ayetler nasıl yankı buldu. Bütün bunların cevapları siyer kaynaklarının içerisindedir. Dolayısıyla biz bu manada siyer ile Kur’an arasında güçlü bir irtibat kurarak birbirlerinin üzerinden bunları okumalıyız ki ne Kur’an’ı eksik ve yanlış anlayalım ne de siyerin içerisinde var olan bazı bilgilerin eksik ya da hatalı olduklarını o şekilde bırakalım. Bunları biz beraber bir bütün olarak ele aldığımız zaman çok daha net ve mesajın berrak bir biçimde bize ulaşmasına katkı sağladığını göreceğiz.
Kur’an’da ‘Üsvetün Hasene/En Güzel Örnek’ olarak Hz. İbrahim’den ve Efendimiz’den (sas) bahsedilmektedir. Diğer peygamberler için kullanılmayan bu tabirin hikmeti nedir?
Şimdi ‘üsvetün hasene/en güzel örnek’, en kamil misal, Elmalılı merhumun ifadesiyle numune-i imtisal. Böyle bir örnek ve model olma özelliğine ait bir vurgu var bu ifadede. Ama bu ifadenin şöyle de bir anlamı var; hayatın her anının ve her alanının tartışılmaz rehberi. Kamil bir model var aslında orada. Bir modelin kamil olduğunu ifade edebilmemiz için şunu bir kere tespit etmemiz lazım. Model olarak ortaya konan o insanın ya da o hayatın, o yaşanmışlığın, hayatın bütün alanlarına söylediği bir söz var mı? Hayatın hangi alanında olursa olsun, hangi konumda olursa olsun, hangi zamanda olursa olsun insan kendi dünyasında sorularına cevap bulmak istediği zaman o örneğe müracaat ettiğinde bulabilir mi? İşte bu soruyu sorduğumuz zaman Kur’ân’ın anlattığı yirmi sekiz peygamber içerisinden sadece iki peygamberin bu manada kamilen misal olduğunun tespitini görürüz ki ‘üsvetün hasene’ ifadesinin bu iki peygambere sadece kullanmasının da sebebi budur. Biraz açalım bu meseleyi: Hz. İbrahim’de ve özellikle Efendimiz’de (sas) inanılmaz derecede bir hayat numunesi var. Çocukluktan başlayan, gençlikle devam eden, olgunluğa doğru yürüyen, ticaretle uğraşan, insanlarla münasebeti olan, akrabalık bağları kuran, evlendikten sonra eş olan, baba olan, kayınbaba olan, bir yönüyle hısım olan, daha farklı bir biçimde insanlara damat olan ve böyle sayın hayatın birçok alanına ait örnekleri Peygamberimiz’in (sas) hayatında göreceksiniz. Hayat standardı anlamında baksanız; fakir olan, zengin olan, orta halli olan bunlara ait örnekleri de göreceksiniz. Efendimiz’in (sas) elinde güç ve iktidar olduğu dönemler olduğu gibi bunları kaybettiği ve bunların olmadığı zamanlar olduğunu da göreceksiniz. Yahudilerle yaşadığı bir hayat var, Yahudilerin azınlıkta olduğu bir hayat var, kendisinin hakim olduğu bir hayat var. Müşriklerin çok olduğu bir hayat var, Hıristiyanların çok olduğu bir hayat var, yani başka din mensupları ile olarak da yaşadığı hayat numuneleri var ilâ ahir bunu çokça uzatabilirsiniz. Bunlar diğer peygamberlerde yok. Mesela bir Hz. Dâvûd’u ve Hz. Süleyman’ı dikkate alırsanız evet hükümdar peygamberdirler, güç ve iktidar ahlakına ait çok şeyler bize söylerler, ama biz mesela Kur’ân’da onların fakir olduklarına ait bir bilgiyi bilmiyoruz ve İslam Tarihi kaynakları içerisinde de böyle bir bilgiye vakıf değiliz. Hal böyle olunca bir alan sınırlı kalıyor, bir alan nakıs kalıyor. Mesela Hz. İsa’yı ele alalım. İsa (as), Kur’an’ın ifadesi ile çok halim birisidir, merhametli birisidir, annesine düşkün birisidir, kendi havarilerine karşı inanılmaz derecede sevgisi olan birisidir. Ama Hz. İsa’nın hayatının üzerinde ideal babalık yok. Çünkü evlendiğine dair bir bilgi yok elimizde. Ne o bir baba olmuştur ne o bir hısımlık yapmıştır akrabalık olmuştur. Bu tarz şeyler elimizde olmadığı için biz ‘üsvetün hasene’ ifadesini onun için kullanamıyoruz. Dolayısıyla Kur’an iki peygambere yani Hz. İbrahim ve onun soyundan gelen Hz. Muhammed (sas) üzerinde bu kavramın kullanılması onların hayatlarındaki kamilen özelliğe binaendir. Hayatın her alanına ait sözleri, örneklikleri olduğu için Kur’an yirmi sekiz peygamber içerisinden bu iki peygamberi seçmiş ve onları ‘üsvetün hasene’ olarak bize takdim etmiştir.
Ülkemizde siyer denildiğinde Efendimiz’in (sas) savaşları anlaşılmakta ve anlatılmaktadır. Kur’ân bize Efendimiz’i (sas) nasıl tanıtır?
Ona biraz önce savaşlarla ilgili soruda değindik. Biraz açalım o konuyu, önemli bir konudur. Efendimiz’in (sas) yaşadığı nübüvvet hayatı malumunuz yirmi üç yıldır. Bu yirmi üç yılın on üç yılı Mekke’de oluyor ve Mekke’de sıcak çatışma adına, savaş adına hiçbirşey yok. Mekke’de farklı bir ortam var. Efendimiz (sas) ve ona iman eden sahâbe efendilerimizin büyük bir sabır ve sebatla İslam’ı kabul edip savunma noktasında bir mücadelelerine şahit oluyoruz. Ama ne zaman Medine’ye hicret ediliyor ve Medine’de bir İslam toplumu teşekkül ediliyor. Artık o İslam toplumunun kendisini koruma noktasındaki en önemli alanlarından biri olan askeriye alanı, ordu meselesi konusunda da adımlar atılıyor. Böylece bazen savunma bazen başka amaçlarla Allah Resulü (sas) ve yanındaki sahâbe efendilerimiz çeşitli savaşlara katılıyorlar. Peygamberimiz’in (sas) katıldığı yirmi sekiz gazve ki buna Hudeybiye ve Veda haccı da dahil ederek onları da gazve olarak sayacaksak, Efendimiz’in (sas) katılmadığı, ama kendisinin askeri birliklerin çıkarılması için emir verdiği ve sahâbenin komuta ettiği elli beş tane seriyye. Bütün bunları alt alta topladığınız zaman siyer tarihinin, Medine bölümünün ancak yüzde onuna tekabül ediyor. Dolayısıyla biz eğer Medine bölümünü anlatırken sadece sıcak savaş anlatırsak Efendimiz(sas) şöyle savaşa girdi, şunu yaptı, bu kadar ganimet aldı böyle savaştı, böyle davrandı gibi bunlarla sınırlı tutarsak ve sadece işi savaşlardan ibaret olarak görürsek biz siyeri ne yazık ki anlayamayız. Siyer malumatının yüzde doksanı savaş dışındaki hadiselerdedir. Allah Resulü bir İslam toplumu kurmuştur. Cami eksenli bir medeniyet inşa etmiştir. Kardeşlik üzerine kurduğu bir İslam toplumunda çok temel meseleleri sahâbeye ve sahâbenin üzerinden bizlere ulaştırmıştır. Bir medeniyetin temellerini atarken ilim üzerinde özellikle Medine’de Suffa’da, Mekke’de Dârü’l-Erkam’da çok önemli şeyler yapmıştır. Sahâbenin birçoğunu ilmi alanlarda Efendimiz (sas) tabiri caiz ise istihdam etmiş ve onları geliştirmiştir. Başka devletlerle başka kabilelerle çok ciddi ilişkileri olmuştur, anlaşmalar yapılmıştır, elçiler gitmiştir, elçiler gelmiştir. Bütün bunların hepsi siyer dediğimiz o zengin hazinenin içerisinde yer almıştır. Dolayısıyla savaşlar yüzde onluk kesimi oluştururken yüzde doksanlık bir kesimi başka şeyler oluşturuyor. Biz siyer dediğimiz zaman kamilen o hayatın tamamına bakmak durumundayız ve o hayatın içerisinde savaşlar ne kadar yer almışsa o kadarla sınırlı tutmalı, ama geri kalan kısımda neleri anlatmışsa biz onları daha doğru anlayıp onlarla da bu işi devam ettirmemiz lazım. Eğer böyle yapmazsak ne yazık ki parçacı bir okuyuşa mahkum ederiz ve sadece siyerin bir kısmını alıp diğer büyük bir kısmını terkederek böyle eşsiz ve büyük bir hazineden yeterince istifade etmemiş oluruz.
Efendimiz (sas) vahiy ile beslenirken kendisi de sağında ve solunda yer alan ashâbını da gelen vahiy ile beslemeye son derece gayret gösteriyordu. Bu ilişkiyi Kur’ân bize nasıl anlatmaktadır? Efendimiz (sas) ve sahâbenin gayretini biz günümüze nasıl yansıtabiliriz?
Peygamber’in (sas) eğitim alanında, talim alanında, terbiye alanında yaptıklarını biz nübüvvetin tamamını bir medreseye benzeterek anlayabiliriz. Bir nübüvvet medresesi var. Bu medresenin muallimi Allah Resulü (sas), müteallimi/talebeleri sahâbe, yapılan yer bazen Suffa bazen Dârü’l-Erkam yani siyer coğrafyası dediğimiz Mekke ve Medine, menheci bu işin sünnet, müfredatı ise bu işin Kur’an’dır. Dolayısıyla Efendimiz (sas) müfredatı Kur’an olan bir medresenin muallimidir, sahâbe ise müfredatı Kur’an olan bir medresenin müteallimi yani talebeleridir. Efendimiz (sas) onları Kur’ânla yetiştiriyor, onun için sahâbeye biz bir Kur’ân cemaati diye bakarız. Onlar bir Kur’ân cemaatidir, canlı olarak Kur’ân’ın tanıklarıdırlar. İnen ayetleri Efendimiz (sas), onların üzerinde bir şekliyle hayata dönüştürüyor ve onlar da kendileri bu işin kurbanları, bu işin seçilmiş ve istihdam edilmiş görevlileri olarak kendilerinden sonra gelen nesillere bu mesajları ulaştırıyorlar. Allah Resûlü (sas) bunu yaparken birçok yol izliyor. Mesela bazen minberde, bazen hutbelerde, bazen sahâbeyle direk konuşurken, bazen bir olay olmuştur o olaya konu olanları ortaya koyarak, bazen namazlarda, bazen başka alanlarda Kur’ân ayetlerinin sahâbeyle buluşması adına elinden gelen herşeyi yapmıştır. Efendimiz’in (sas) özellikle Medine’ye gelip Hicrî 2. yıldan itibaren oruçla tanıştıktan sonra Ramazan’ın Efendimiz’e (sas) kazandırdığı önemli şeylerden bir tanesi de Cebrail ile beraber Kur’an ayetlerinin o günki nazil olanlarının mukabele esasıyla yani karşılıklı okuma esasıyla okunmasıydı. Efendimiz (sas) bu okuyuşların bazılarına sahâbenin eşlik etmesini isterdi. Mesela en son okuyuşuna Abdullah b. Mes’ud eşlik ettiği için ‘Her kim Cebrail’in getirdiği tazelikte Kur’ân okumak isterse İbn Mes’ud’un okuyuşuna müracaat etsin’[3] diyerek onu işaret göstermesi boşuna değildir. Çünkü onlar Kur’an’ı çok iyi anlayacaklardı ki kendilerinden sonra gelen insanlara da Kur’ân ayetlerini anlatsınlar. Onun için Efendimiz (sas), sahâbeyle böyle bir ilişki kurdu ve onları Kur’an ile yoğurdu. Tabiri caiz ise eğer, o potanın içinde olan en temel şey Kur’an’dı. Kur’an ile beraber onları yoğura yoğura belli bir kıvama getirdi ve bir Kur’an cemaati olarak sahâbeyi ortaya koymuş oldu. Hiçbir ayet yoktur ki sahâbenin dünyasında onun ile ilgili bir hatırası olmasın, özellikle Hz. Peyamber (sas) ile yaşadıkları dönem ait bir anı veya bir iz akıllarına gelmiş olmasın. Dolayısıyla böyle canlı bir irtibat vardı onların arasında. Efendimiz (sas) de bu irtibatın sonuna kadar canlı bir biçimde gitmesini sağladı ve onlar Kur’an ile tabiri caiz ise büyüdüler, belli bir olgunluğa erdiler ve o olgunluk üzerinden de Kur’an’ın mesajlarını âleme duyurma adına bir gayret içerisinde oldular.