“Bizim en önemli meselemiz, değişmez ve değiştirilmesi dahi teklif edilmez gündemimiz kulluktur.”
Muhammed Emin Yıldırım
Hocam hoş geldiniz. Birinci hoş geldinizi söyleşimiz için, ikinci hoş geldinizi de yakın zamanda umreden dönmeniz münasebetiyle demiş olalım.
Hoş bulduk, sefa bulduk. Allah razı olsun. Sizi, bütün kardeşlerimizi de dualarımızda andık elhamdülillah. Ben bazen öyle diyorum gelmeyenler bazen daha nasipli. Gelemeyen olunca ister istemez anıyorsunuz, Allah akıllara düşürdüğü nisbette tabi. Sizler de diğer kardeşlerimiz de dualarımızda oldunuz. Orada da bir daha buluştursun Rabbimiz bizleri.
İnşallah. Rabbim gönüllerimizi oradan koparmasın. Umre ve hac aynı zamanda bir tazelenme, kulluk akdinin/sözleşmesinin tazelenmesi, yenilenmesi olarak değerlendirebilir miyiz? Buna dair neler söylersiniz?
Aynen öyle. Mesela sadece Hacerü’l-Esved üzerinden bile baksak meseleye orada şöyle bir hakikatle karşılaşırız: Sağ elimizi kaldırarak Hacerü’l-Esved’i selamlarken adeta avucumuzu okutuyoruz oraya ve bu rüknü yaparken aslında bir ahitleşme, bir misak yenilenmesi ortaya koymuş oluruz. Hz. Ömer’in (ra) çok güzel bir hatırası var bu hususta. İnsanlardaki tevhid akidesi sarsılmasın diye Hacerü’l-Esved’i bir gün öptüğünde “Ben biliyorum ki sen bir taşsın. Ne fayda verirsin ne de zarar… Resûlullah (sas) seni öptüğü için ben de öpüyorum.” diyor. O esnada arkasından birisi “Ömer! Öyle değil. Allah Resûlü (sas) ‘O taş kıyamet gününde gelecek ve şahitlik edecek. Gelip misakını yenileyenleri orada birer birer anacak.’ dedi.” diyerek seslenir. Sesin sahibi ise Hz. Ali’dir (ra). Hz. Ömer, Hz. Ali’nin bu hatırlatmasından son derece memnun oluyor ve tekrardan sözlerini toparlar tabir caizse bir çerçeve belirler.
Onun için her umre ve hac aslında bir misak yenileme. Özellikle umrelerin böyle bir özelliği var. Malum genellikle hac insana ömürde bir kez nasip oluyor. Birkaç farklı yollar, imkânlar olursa belki insanlar ömürlerinde birden fazla hac fırsatını yakalayabilirler. Lakin umre biraz daha o noktada imkânı geniş bir durum. Ömre ömür katan bir ameldir umre. Yenilenmek için, kulluk adına bazı şeyleri tekrardan gözden geçirmek için, oradaki her bir menasikle yeniden o kulluk akdini tazelemek için… Tazeleme denince tabi akla eskime kavramı geliyor. Eskir mi bunlar? Vallahi eskir. İnsan bazı şeylere çok ülfet kesbedince; o heyecanı, o ibadet neşvesini biraz olsun kaybedebiliyor ya da zayıflayabiliyor. Bundan dolayı toparlanabilmemiz için bize vesileler lazım. En büyük vesilelerden bir tanesi de hac ve umredir kuşkusuz. Onun için gerçek kulluk noktasında belli bir bilince ulaşmak, bu hususta daha iyi bir kıvama gelebilmek için büyük bir fırsat bunlar. Allah o fırsattan ayırmasın bizleri.
Herhalde hocam önemli olan burada gündemimizin her daim bu bilinçte, bu şuurda olması diye düşünüyorum. Eğer bu bilinci ve şuuru kaybedersek her ne şekilde olursa olsun biz sanal gündemlerin, yapay gündemlerin ya da bize dayatılmış gündemlerin peşinden sürüklenip gideriz. Halbuki hiç unutmamamız gereken en önemli ve belki de tek gündemimiz kulluk değil mi?
Elbette. Yaratılış gayemiz o zaten… Onun için de bunu bizden koparmak için dış etkenler ve içimizdeki nefis her türlü imkânı kullanıyor. Aslî yaratılış gayemiz olan kulluktan bizi koparabilmek için şeytan ve şeytanın hizmetinde olan güçler, nefis her an bizi bu noktada bir kuşatma altına alıyor. Gerçekten bu konuda mesela çok ciddi argümanlar da kullanılıyor, çeşitli imkânlar seferber ediliyor, sistematik bir biçimde ellerinden gelen her şeyi yapıyorlar. İşte Bakara sûresinde[1] o zalimlerin yeryüzünde gücü ve mülkü ele geçirdiklerinde yapacaklarını Allah bizim nazarlarımıza veriyor. Ekinleri ve nesilleri ifsad edecekler, yediklerimizi içtiklerimizi bozacaklar ki yediklerimiz helal ve tayyib olmasın, davranışlarımız da ona paralel olarak helal ve tayyib olmaktan başka bir noktaya gelsin. Nesillerimizi bozacaklar, o nesillerimizi kulluktan koparmak için her türlü şeyi yapacaklar. Bu sadece tarihte bizim bildiğimiz şeylerle olmuyor. O günün dünyasında bunu çok ciddi bir biçimde yapıyorlardı özellikle güç ve mülk sahipleri. Bugün dünyayı yönetenler de benzerlerini yapıyor. Bugün bizim de gündemlerimizi bu noktada başka yerlere sevk etmek için, başka şeyleri kendi dünyalarından bizim dünyalarımıza aktarmak için ellerinden gelen her şeyi yapıyorlar. Bizim en önemli meselemiz, değişmez ve değiştirilmesi dahi teklif edilmez gündemimiz kulluktur. Ne konuşursak konuşalım o kulluk çerçevesinde konuşmamız gerekir. Maalesef bugün Müslümanlar bile bakın o sanal, sahte gündemlere mahkûm ve mecbur ediliyor.
Şimdi meselenin farklı bir boyutunu daha iyi anlamak için şu örneğe biraz bakalım: Malum Efendimiz (sas) Mekke’de de Medine’de de Kur’ân’ın mesajlarını duyurmak için çok ciddi çabalar verdi. Mekke’de özellikle işin bidayetinde neler yaşandığına dair Siyer’de birçok örnek mevcuttur. O gün Kur’ân’ın sesi, sedası muhataplarda yankı buluyordu. Çünkü Allah Resûlü tebliğ ve tebyin vazifesini çok güzel yerine getirmesi, o günkü şeytanı ve şeytanın yandaşlarını rahatsız ediyordu. Gürültü çıkarmak için tenekelere vuruyorlardı. Gürültü çıksın da o gürültü sayesinde Kur’ân’ın sesi ve sedası bastırılsın, duyulmasın Kur’an’ın sesi, o mesaj sahiplerine ulaşmasın… Günümüzde de aynısı yapılıyor. Belki şimdikilerin ellerinde teneke yok ama çaldıkları, gürültü çıkaracakları çok şey var. Onları yaparak asıl gündem konuşulmasın, sahte gündemlerle meşgul edelim ve o gündemlerle zamanlarını geçirelim, diye düşünüyorlar. Onun için çok ciddi bütçeler ayırıyorlar, büyük planlar, programlar yapıyorlar. İnsanlığın geleceğine dair on, yirmi, elli yıllık planlamalarla küresel çapta çalışmalar yapıyorlar. Bunları bizim fark etmemiz lazım. Bizim de elimiz armut toplamıyor. Bizim de bir şeyler yapmamız lazım. Nasıl ki tarihte Efendimiz (sas), sahâbe ve ondan sonra gelenler; insanlığı aslî gayesi olan kullukla buluşturma adına büyük bir gayret ve çaba ortaya koymuşlarsa biz de günümüzde bunun benzeri gayretleri vermemiz lazım.
Şimdi siz on yıllar, yirmi yıllar programlanıyor, diyorsunuz. Biz de Vakıf olarak sadece bir yılı belli bir konuya ayırıyoruz. Belki bazıları, “Bir yıl bu konuyu mu işleyeceksiniz? günler, aylar alacak!” diye düşünebilir. Halbuki sizin az önce söylediğinize baktığımızda bir yıl çok kısa bir süre. Dahası sadece bir yılda gündeme alınan konuyu/meseleyi hakkıyla ne kadar anlatılabilir o da işin ayrı bir boyutu tabi… Malum Siyer Vakfı içinde bulunduğumuz sene hicrî 1444 yılını “Gerçek Özgürlük Kulluk” serlevhasıyla “Kulluk Yılı” ilan etti. “Hz. Peygamber ve Kulluk” konusu yıl boyunca farklı boyutlarıyla çeşitli etkinlik ve programlarla anlatılmaya çalışılacak. İşin başındaki isim olarak size sormak istiyorum: Neden kulluk ve niçin “Hz. Peygamber (sas) ve Kulluk”?…
Gündem oluşturma meselesi az önce bahsettiğimiz gibi son derece önemli bir husus. Birilerinin bize dayattıkları sahte ve suni gündemlerle meşgul olmayıp kendi aslî ve gerçek gündemlerimizi oluşturma ve o gündemler çerçevesinde mesajımızı hem başta kendimize hem de bizi dinleyen, takip eden insanlara ulaştırma bilinci ve sorumluluğuyla, Siyer Vakfı olarak 2010 yılından bugüne kadar her yıl bir tema ve serlevha ile gündem oluşturma çabasında olduk. On yılı geride bıraktık hamd olsun. Kur’ân, hadis, sünnet, sahâbe, ahlâk, tarih, aile… gibi son derece önemli konuları gündemimize taşıdık. Bunun için ne kadar hamd etsek az. Böyle fırtınalı bir zamanda gerek memleketimiz gerek dünya olarak bizi bir sürü farklı şeylere çekmeye çalışan dış ve iç etkenlere rağmen on yıl boyunca kendi gündemimizde kalabilmemiz önemli bir şeydi. Rabbimizin yardım ve inayeti, burada kardeşlerimizin de gayretleriyle hamd olsun bunu sağladık. Şimdi ikinci bir on yılı başlatıyoruz aslında. İkinci on yılın ilk konusu ise “Hz. Peygamber (sas) ve Kulluk”; esasen on yıllık programımızı da belirledik. Sırası geldikçe onları da paylaşacağız. Bütün dert aslında bu. Kendi gündemimizi oluşturmak. Başkalarının bize dayattığı şeylerle meşgul olmamak. Zira ayların günler olduğu, saatlerin ise saniyelere dönüştüğü bu zaman diliminde inanın ki bunu yapabilmek çok da kolay değil. Onun için bu gündem oluşturma meselesinde mecburen ciddi adımlar atmamız gerekiyor. Siyer Vakfı olarak İkinci on yılın gündem konularını oluştururken referans aldığımız en temel kaynak Efendimiz (sas) ve onun nebevî mesajları ve mirasıdır.
Kulluk konusunu ele alırken de elbette en üste, en öne bir değeri almamız gerekiyordu. “Hz. Peygamber (sas) ve Kulluk” başlığı da bu çerçevede ortaya çıktı. Hz. Peygamber ve kulluğun bir alt sembolü de var: el-Abd… Arapçada mâlum “el” yani “harf-i tarif” eki bir kelimenin önüne geldiğinde onu “herhangi bir anlamdan” çıkarıp, özellikle vurgulanan ve “bilenen” bir manaya işaret için kullanılır. Dolayısıyla burada “el-Abd” elbette Allah Resûlü’nü (sas) işaret etmektedir. Çünkü o, abdlığın/kulluğun en güzel örneğidir. Şimdi biz bu üst başlık altında inşallah hicrî 1444 yılı boyunca birçok çalışma yapacağız. Programlarımız, derslerimiz olacak. Gerek şehirlerarası gerekse Avrupa’daki programlarda bu meseleyi konuşacağız. Vakıfta yapacağımız programlar da var tabi. Bir yıl boyunca kulluğun ne demek olduğunu, kulluğun kodlarını, kullukla alakalı mesajları bugünün dünyasında özellikle gençlerimizin dünyasındaki karşılığını… kısaca hepimizin dünyasında kulluğun yeri ve önemine dair çalışmalar yapacağız. Artık Allah ne kadarına imkân verirse…
Kulluk yılı için belirlediğimiz serlevha “Gerçek özgürlük kulluk” şeklinde oldu. Biz bu serlevhayı belirlemek için sosyal medya üzerinden bir teklif platformu oluşturduk. Sekiz bin küsur teklif geldi. En sonda bir tane kardeşimizin teklifiyle bunu belirledik. Bilindiği üzere özgürlük kavramı özellikle de modern zamanlarda/günümüzde çok ciddi bir biçimde suistimal edilen bir kavram. Gerçekten özgürlük ne? Özgürlük deyince biz ne anlamalıyız?… Bu sene bu serlevhanın altında yapılacak derslerde bunun üzerinde duracağız. Çünkü kavramlarımızı koruyarak biz belli şeyleri hayatlarımızda ancak muhafaza edebiliriz. Zaten genelde bizi başka yerlere sevk etmek isteyenler de belli kavramlar üzerinden yol alıyorlar. Alıyor kavramı ya içini boşaltıyor ya da anlam daraltıyor veyahut anlam kırılmasına uğratıyor. Sen özgürlük, adalet, liyakat, hakkaniyet vs. diyorsun ama içeriği aslında tam anlamda istenilen mesajlarla donatılmadığı için konuşan bile yanlış konuşuyor. Özgürlük de böyle. Bugün insanlara “Özgürlükten ne anlıyorsunuz?” diye sorduğunuzda inanın çoğu özgürlükle kulluğu yan yana getir(e)meyecek. Arkadaşlarla çok tartıştık “Acaba serlevha ‘Özgürlük = Kulluk’ mu olsun?” diye. Gerçekten öyle. Özgürlük kullukla eşit. O kadar önemli bir şey ki kullukla özgürlük arasındaki bağ. Zira hakiki kul olduğunuzda gerçekten özgür oluyorsunuz. O kulluk tam anlamıyla oturmazsa siz başka bir sürü kapının, otoritenin, ideolojinin, hevânın, hevesin, hırsın kulu oluyorsunuz, farkında değilsiniz. Ama siz gerçek manada kul olduğunuzda sizi yaratan, yaşatan ve yönetene kul oluyorsunuz. Bu üçünü sağladığınız zaman da tam anlamıyla hakiki, gerçek kul oluyorsunuz. O olduğu zaman da tam anlamıyla özgürlüğün bilincine ve lezzetine eriyorsunuz.
Gerçek özgürlük dememizden de bir şey anlaşılacaktır herhalde. Demek ki sahteleri de var. Bir şeyin değeri yükseldikçe, fiyatı arttıkça, talebi fazlalaştıkça ister istemez onun sahteleri de türetiliyor/üretiliyor. Her şeyde bu olduğu gibi özgürlük gibi üzerine şairlerin şiirler yazdığı, filozofların bir sürü felsefe kuramı bina ettikleri, düşünürlerin fikir beyan ettikleri, tarih boyunca binlerce insanın uğruna mücadele verdikleri, bedeller ödedikleri önemli bir kavramdan bahsediyoruz. O önemli kavramın hakkettiği oranda altını doldurmazsak özgürlük, özgürlük deriz ama biz de gider bir yere kul oluruz, bir yere köle oluruz da farkında olmayız. İşte ona en azından düşmeme adına bu sene biraz daha bu serlevhanın altında çalışmalar yapacağız inşallah.
Rabbim muvaffak eylesin inşallah. Efendimiz’in (sas) en güzel kul olma bakımından örnekliğini az da olsa dile getirdiniz. Efendimiz’in (sas) hayatından bugüne taşıyabileceğimiz bir tecrübe var. Bir de bunun dışında “hazır bulmuşluk” var. Biz belki İslâm coğrafyalarında yaşayan Müslümanlar olarak İslâmî bir beldede, Müslüman bir anne babadan dünyaya geldik. Tabir caizse “hazır bulmuşluk” modundayız yani. Dolayısıyla bazı şeyleri bizim bugünden tanımlamamız çok kolay görülebilir ama “Gerçekten öyle midir, değil midir?” sorsak birçok insanın belki bu manada kulluğa dair tarifi farklı olacaktır. Acaba gerçekten kulluk nedir? Sizin tarifiniz nedir? İlave olarak şimdi doğal olarak bulunduğumuz alan itibariyle İslâmî terminolojiden konuşuyoruz ama kulluk gerçekten sadece İslâmî bir terminoloji midir? Ve dahası fıtrî bir olgu olarak kökenleri daha mı derindir yoksa?
Sondan başlayalım. Fıtrîdir… Çünkü Allah yaratıyor. Yarattığı zaman kodları da yerleştiriyor. Üstelik kulluk sadece insanla sınırlı olan bir kavram da değil. Şuurlu varlık olarak aklımıza insan ve cinler geliyor. Lakin bunlar dışındaki varlıklar da aslında kulluğun bir parçasıdır. Onlar da Allah’ın kendilerini kodladığı şekliyle kulluklarının gereğini yerine getiriyorlar. İnancımıza göre cansız bir varlık yoktur. Hepsinin bir canı var ve hepsi lisan-ı halleriyle aslında Allah’ı tesbih ediyorlar. Onun için neye bakarsak bakalım tüm mevcudat aslında kulluğun farklı kategorilerini bizlere göstermektedir. Kulluk fıtrî olduğu için mutlaka onun bir yansıması oluyor. Allah’a kul olmayan başka şeylere kul oluyor. Bugün “Ben kul değilim!” diyen bir adam doğru söylemiyor. Hiçbir şeye kulluk etmese bile hevâsına ve hevesine ediyor. Hırsına, hamasetine, hasedine kulluk ediyor. “Ben etmiyorum!” deyince bunlar ortadan kalkmıyor. “Kâinat boşluk kabul etmez” diyorlar ya gerçekten bu alanda da öyle. Onun için bir kere bunun fıtrî olduğunu bilelim.
Peki biz kulluk deyince ne anlayacağız? Aslında yine özgürlükle doğrudan bir bağı var bu sorunun cevabının. Benim şahsi kanaatim o ki: Allah bizi özgürleştirmek için kulluğa davet ediyor. Bütün prangalardan, esaretlerden, köleliklerden kurtulmak için Allah’a kul oluyoruz. Mahza/saf özgürlük aslında kulluk. Böyle anlamak durumundayız. Çünkü Allah’ın bizim kulluğumuza ihtiyacı yok. Sekiz milyar insandan bahsediliyor. Hepsi inkarda olsa Rabbimiz -hâşâ- ne kaybeder? Muhtaç değil ki bize! İstediği her şey kulları için aslında. Yani bizim iyiliğimize ve bizimim yararımıza… İstediği ibadet de kendisine yapılır ama netice itibariyle bundan kazançlı çıkacak olan da yine kullardır. Dolayısıyla kulluk da bu şekilde anlaşılması gerekir. O zaman biz kulluğu özgürlükle de bağlantısını kurarak şöyle tarif edebiliriz: Sınırlarını Allah’ın belirlediği, sorumluluklarını da Allah’ın yüklediği bir hayat tarzıdır aslında kulluk. Bugün özgürlük diye bize takdim edilen kavramda koşulsuz bir biçimde hiçbir kurala, yasaya bağlı kalmamak, canının istediği her şeyi yapmak, hiçbir şekilde hiçbir yerde zorlayarak bir şey yaptırmamak şeklinde tanımlar yapılıyor ve bunlar gençlerin de hoşuna gidiyor. İşin içinden çıkamadıkları zaman artı tanımlar geliyor. Diyorlar ki: “Senin özgürlüğün bir başkasının özgürlüğü başlayana kadar devam eder.” Hadi onları da kabul ettik ama durum öyle değil. Bir yerde sınır yoksa orada saadet yok aslında. Sınırsız yaşamak kadar gayesizlik, anlamsızlık yok. O her bir sınır hayata anlam katıyor, değer katıyor, hayatın gayesini ortaya koyuyor. Sorumsuz olarak yaşamak büyük bir zulümdür ya! Sen sorumluluğu üstlenmediğin zaman adaletsiz olursun; bedenine, etrafına, sosyal anlamda ilişki kurduğun her türlü insana karşı hatta diğer canlılara karşı zulüm işlemiş olursun. Rabbimiz kulluk ile aslında değerli bir şeref katıyor bize. Biz kullukla şeref kazanıyoruz. Biz Rabbimiz’e kul olduğumuzda beşer üstü bir otoriteye kul olmuş oluyoruz. Yaşatana, yaratana, yönetene kul olmuş oluyoruz. Bize irade veriyor Allah, irademizi de iptal etmiyor. Biz aslında özgür irademizle seçiyoruz kulluğu. Özgür irademizle seçtiğimiz kullukta gerçekleştirdiğimiz davranışlarla da tam anlamıyla gerçek özgürlüğü erişmiş biri olarak hayatımıza devam ediyoruz. Onun için o şerefi bizim başka bir yerde kazanabilmemiz inanın ki mümkün değil. Arkadaşlarımız, kardeşlerimiz muhakkak biliyordur. Bu vesileyle tekrarlayalım. Bakın biz şehadet cümlesinde bile Allah Resûlü’nü (sas) şehadetimizin meselesi ettiğimizde “Abduhu ve Resûluhu” diyoruz. Abd olmak kadar büyük bir şeref olmadığı için o abd olmayı öne alıyor zaten şehadet. Önce onu bir kul olarak kabul ediyoruz, sonra resûl… Hiçbir şeref kulluktan daha büyük değil. Elde edilebilecek en büyük rütbe peygamberlik ama peygamber olabilmesi için de önce abd olması lazım. el-Abd değilse, o abdlığı kulluğu ortaya koymuyorsa Cenâb-ı Hakk diğer rütbe ve şerefleri hiç konuşturtmuyor bile. Onun için işin bidayetinde abd oluşunu, kul oluşunu ortaya koyuyor.
Sıkça dile getirdiğiniz bir sorumluluk vurgusu var. Doğal olarak insan sorumlulukları itibariyle çok boyutlu bir varlık. Ontolojik olarak böyle. Allah böyle bir özellik, haslet yüklemiş. İnsan olmanın gerektirdiği sorumlulukları ve bu sorumluluklardan bağımsız olarak düşünecek olursak kulluğun insana yüklediklerini merak ediyorum. Bir de gerçekten kulluk sadece Allah’a mı caridir? Bu sorumluluk insana neyi yükler, neyi getirir, ne ister, ne bekler?
Cenâb-ı Hakk bizden birleştirmemizi emrettiği bağları korumamızı istiyor. O bağlar da dört tanedir. En başta bizim önce kendimizle, nefsimizle, öz benliğimizle, canımızla bir bağ kurmamız gerekiyor. Sonra Rabbimiz ile… Çünkü bakın biz önce “Eşhedü/şehadet ederim” diyoruz. Yani benlik olmazsa şahadet/şahitlik de olmuyor. Önce kişinin kendisiyle doğru bir bağ kurması gerekiyor. Belki de bugün insanî ilişkilerin krizi de buradan başlıyor. Kişi kendini tanımadan, tam anlamıyla ortaya koymadan bağlar kurmaya çalışıyor. Dolayısıyla günün sonunda büyük krizler ve hayal kırıklıklarıyla karşılaşıyor. Bağlar sıralamasında şöyledir: Önce kendi nefsiyle, sonra Rabbiyle, sonra diğer insanlarla, hemcinsleriyle ve nihayetinde kainatla, evrenle… Bizim her canlıyla bağımız var. Çevreyle, ağaçla, çiçekle, böcekle, havayla, atmosferle, uzayla her tarafla bir bağımız var. Bunların hepsinin hukuklarını Cenab-ı Hakk ortaya koyuyor. Sorumluluk biraz da bu. Biz her istediğimizi yapamayız çünkü hiçbir şeyin sahibi değiliz. Emanet istediğini yapabilmek değil ki! Emanet istediğini yapamazsın, demek. Örneğin bedenimizde her türlü tasarruf hakkına sahip değiliz. Beden bile bizim değil, emanet. Beden bile bizim değilse onun dışında bize emanet olarak verilen her şeyde bu hukuku kurmak durumundayız. İşte bu hukukun temel meselesidir aslında kulluk. Bizim Allah’a (cc) karşı bir sorumluluğumuz var, O’na kul olacağız ama o kulluğun yasalarını, kuralarını, sorumluluklarını, sınırlarını kısaca hukukunu biz Kur’an’dan ve onun en büyük müfessiri olan Efendimiz’den (sas) öğreniyoruz.
Eğer biz bunu yapmazsak inanın ki kaostan, anarşiden, karmaşadan, kargaşadan kurtulamayız. Bir beşer belirlese bu hukuku, adam durduğu yer neresiyse oradan belirleyecek. Bir ideoloji mensubuysa kendi ideolojisine göre belirleyecek. Bir filozofsa kendi felsefî perspektifine göre bunu belirleyecek. Siyasi bir önderse kendi menfaatleri çerçevesinde bunu belirleyecek. İslâm dışında bir din mensubuysa kendi dini düşüncesine göre bunu belirleyecek. Erkekse mesela erkek nazarıyla, kadınsa kadın bakışıyla bunu belirleyecek. Anne ve baba ise anne ve baba kimliğiyle belirleyecek ve belki çocuklarına zulmedecek, bazı şeyleri dayatacak. İşte bir beşer üstü bir irade ki o da âlemlerin Rabbi olan Allah’tır. O belirliyor tüm hukuku. Kimsenin aklını kimsede bırakmamak üzere belirliyor. Kimseye bir ayrıcalık vermiyor, kimseye farklı bir muamelede bulunarak hak verdiğini mağrur diğerini mağdur pozisyonuna düşürmüyor. Verdiği her şeyi mutlak adaletle veriyor. Böyle belirliyor kulluğu. Böyle belirlenen kulluk ortadayken Allah aşkına biraz insan düşünse nereye kul olacağız ya biz? Nereye teslim olacağız? Çünkü yaratana ancak kulluk yapılabilir.
Bu hususta ibretlik bir hatıra vardır Asr-ı Saâdet ikliminde. İmran b. Husayn adlı sahâbînin ve babasının yaşadıkları çok güzel bir örnektir bu konuda. İmran b. Husayn daha önceden Müslüman olmuş ancak durumunu babasından gizlemektedir. Bir gün babası Husayn b. Ubeyd Dâru’n-Nedve’de İslâm aleyhine yapılan konuşmalardan etkilenir ve öfkeyle Efendimiz’in (sas) bulunduğu yere gelir. O esnada İmran ve birkaç sahâbî, Efendimiz (sas) ile birlikte bulunmaktadır. İmran da babasını o halde görünce; “Ya Resûlallah! Ben gizleneyim babam görmesin.” der ve bir yere gizlenir. Husayn b. Ubeyd gelip yüksek sesle şiddetle bir şeyler söyler. Allah Resûlü (sas) de onu sakince dinler. Bu hususta Efendimiz (sas) çok iyi bir yol öğretiyor bize. Tebliğ her zaman konuşmak değildir. Tebliğin zemini dinlemektir. Dinle muhatabını. Niye korkuyorsun? Allah Resûlü (sas) dinliyor. Husayn, “Sen aramıza fitne ektin, bizi birbirimize düşürdün, atalarımızın dininden kopardın!” gibi şeyler söylüyor. Allah Resûlü (sas) “Bitti mi sözün? Şimdi beni dinler misin?” dedikten sonra Efendimiz (sas) bazı sorular üzerinden yol alır. “Ey Ebû İmrân! Kaç ilâha ibadet ediyorsun?” “Yedi ilâha. Altısı yerde, biri gökte.”, “Malın helâk olduğu zaman kime dua edersin?”“Göktekine!”, “Yağmursuzluk çektiğin zaman kime dua edersin?” “Göktekine!”… Efendimiz (sas) ne sorsa, Husayn’ın cevabı aynı olur: “Göktekine!…” Bunun üzerine Allah Resûlü (sas), Husayn’a son olarak şöyle bir soru sorar: “Peki öyleyse tüm duana icâbet eden sadece gökteki olduğu halde yerdekileri ona ortak kılarak göktekini niye kızdırıyorsun?” Husayn bu sorudan epey sarsılır. Günün sonunda da imanla müşerref olur ve o saate kadar bir yerlere gizlenen oğlu İmran ortaya çıkar, baba ve oğul iman nimetinin bereketiyle kucaklaşırlar.
Bugün ateist ve deist olan bazı kimseler, özellikle ateistler inanmıyorlar ya Allah’a, dönüp kendi dünyalarında bunun bir muhasebesini yapsalar içlerindeki o gelen sesi nasıl susturduklarına iyice bir baksalar emin olun Husayn’ın yaptığının aynısını yapacaklar. Kulluk dedik ya yaratılışın bir parçası. Bizi o noktaya sevk edecek. Ama ne yazık ki iç, dış etkenler bizi başka yerlere sevk ettiği için kulluk duygusunu bastırıyoruz aslında. Aklımıza gelen çoğu şeyle yüzleşemiyoruz. Yüzleşemeyince de başka yerlere mesele sevk olmuş oluyor.
Kulluğun kodlarını Rabbimiz belirlemiş ama bugün itibariyle özellikle de gençlerimizi dikkate alarak ele aldığımızda içinde bulunduğumuz sosyo-kültürel çevrenin bu hususta ciddi bir etkisini gözlemliyoruz. Bir kültür mozaiği içerisinde düşünürsek dünyayı, farklı kültürler farklı gelenekler farklı coğrafyalarda yaşıyoruz, yaşatılıyoruz. Bir de mensubu olduğumuz bir medeniyet çevremiz söz konusu. Bunların kulluğumuzu etkileyen unsurlar olması açısından önemi nedir, değeri nedir? Buna dair neler söylersiniz?
Yaşadığımız zeminler, zamanlar, sosyal çevreler bizi elbette etkiler ama İslâm öyle bir din ki evrensel olma özelliği de bu zaten, böyle değişken şeylerle çok uğraşmıyor. Neticede zaman, zemin, âletler değişir ama İslâm esasen değişmeyen âdetlerle ilgileniyor. Zaten öyle olmasaydı on dört asır geçmiş -ki İslâm’ı biz Efendimiz’den (sas) değil Hz. Âdem’den (as) başlatıyoruz, bunu da burada hatırlatmış olalım- dinin özünde, esasında hiçbir acziyet yaşanmamış. Gerçekten bir Müslüman olarak meseleye bakınca biz hemen belki heyecanla bir şeyler söyleriz ama ben bazen üstten de bakma taraftarıyım. Gerçekten dışarıdan bir gözle de okuyalım, dışarıdan bir gözün okuduğunu okuyalım en azından bazı şeyleri anlamak için. Ya on dört asırdır hiç mi aciz kalmaz bir din, değişen bu kadar şartların ve zeminin altında? İnanın ki kalmadı. Evet, Müslümanlar bazen mağlubiyetler yaşadılar, şu anda da yaşıyoruz ama dinin aslında ve sabitelerinde bir acziyet göremezsiniz. İşte bu İslâm’ın Allah’ın dini olmasının en büyük ispatıdır. Mesela o ilk döneme, sahâbe dönemine gidelim. Allah Resûlü’nden (sas) sonra bazen fetihlerle bazen davet için dünyanın dört bir yanına dağıldılar. Bizans ile en büyük hesaplaşma biliyorsunuz Hz. Ebû Bekir (ra) ile başladı. O günün dünyasının en önemli siyasi, ekonomik ve kültürel güçleri olan Bizans, Pers, Mısır ve Yemen’in karşına çıktılar. Sahâbî efendilerimiz bunların karşısına geçiyor, onların sultanlarının, krallarının önünde iki üç cümleyle bir şeyler söylüyorlar adamların dilleri tutuluyor. Rebî b. Amr’ın Rüstem-i Zâl’ın karşısına çıkıp söylediği “Biz sizi kula kul olmaktan kurtarıp, Allah’a kul olmaya çağırmaya geldik.” sözü nasıl bir sözdür? Bu işte İslâm’ın özgüvenidir, kendi mensuplarına kazandırdığı bir şereftir.
Şu an çok hızlı bir zamanda yaşıyoruz. Gerçekten hiç tarihte olmadığı kadar ciddi bir biçimde bazı imkânlarımız var. Bunu inkâr etmemek gerekiyor ama bunlara rağmen bizim karşılaştığımız birçok soruna nasıl çözüm yolları bulacağımıza dair İslam’ın en temel kaynağı Kur’ân ve Kur’ân’ın en temel beyanı olan sünnet ancak bize yol gösterebiliyor. Bunları anladığımızda bugün biz birçok meseleyi, bir krize mahkûm etmeden anlayabiliriz, en azından farklı şeyler söyleyebiliriz. Coğrafyalar değişir, insanlar değişir, zamanlar ve zeminler değişir ona göre değişkenlik arz edecek birçok şeyle karşılaşırız. İslam bu kapıları kapatmıyor. Yine sahâbeden örnek verelim. O günlerde o büyük coğrafyalara yayıldığında sahâbe gittiği hiçbir yeri Araplaştırmadı. Böyle bir şey yok. Araplaştırma diye bir tebliğimiz yok zaten, olmamalı da… Birçok sahâbî efendilerimiz İran’a gitti. Kufe, Basra, Irak, Anadolu’ya gidenler oldu. Sonraki süreçte daha başka yerlere gidenler oldu. Aslı korudular, esası korudular. Ondan sonrası örf. Örfü de yaşatsın insanlar. Bu din örfleri iptal etmez ki! Bu din zenginliği, farklılığı seven bir dindir. Onun için biz bunu anladığımızda İslam’ın bugünün dünyasına da evrensel anlamda nasıl büyük mesajlar verdiğini, özellikle de kulluk üzerinden nelere vardırmak istediğini daha iyi anlamış oluruz.
Aslında Hz. Âdem’den (as) bu tarafa insanoğlunun farklı deneyimleri olmuş, üstün bir güç ve varlığa inanma noktasında. Hz. İbrahim’in (as) de böyle bir dönemi oluyor. Oradan hareketle şunu söyleyebilir miyiz gerçekten, insanoğlu kulluk noktasında dinamik bir arayış içerisinde olması lazım. Yani bazen yıldıza, bazen güneşe gönlün kayabilir ama o bilinç ve şuur halini, o dinamizmi kaybetmeden bu halet-i ruhiye içinde yaşamak lazım.
Hz. İbrahim’in (as) arayışı kendisi için değil, esasen bizim içindir. Öyle düşünürsek daha isabetli anlamış oluruz. Zaten insanın doğası gereği hep arayış içerisindedir. Diyelim ki Hay b. Yakzan kıssasında olduğu gibi bir adada doğsa birisi, hiçbir insanla teması olmasa… Ne yapıyor Hay? Arayışa giriyor. Arıyor. Çünkü o arayış var aslında insanın fıtratında. O arayışı samimi bir biçimde devam ettirse Allah’ı buluyor. İşte Hz. İbrahim’in o örnekliliği üzerinden de baksak yıldızdan, aydan, güneşten ya da başka varlıkların üzerinden, bir yaratıcının ve o gördüklerinin hepsinin üstünde daha büyük bir kudrete sahip olan bir yaratıcının olduğunu fark ediyor, bir yaratıcı bulabiliyor. Ancak o yaratıcıyı tanımak için vahye ihtiyaç var. Çünkü Allah akıl ile bulunur ama akıl ile tanınmaz. Tanımak için sahih bilgiye ihtiyaç var ki o sahih bilgi de ancak vahiydir. Günümüz dünyasında da bu arayışlar bitmiş değil. Mesela bugün inanç noktasında sıkıntı yaşayan bir sürü arkadaşlarımız var. Bazen gençlerimiz birtakım sorgulamalarla ya da farklı mülahazalarla çeşitli düşüncelere doğru kayıyorlar. Bunda telaşlanacak bir şey de yok esasında. Aileler, arkadaşlar telaşlanıyor ama telaşlanacak bir şey yok. Bu arayış gerçekten samimi ise ve bir art niyet yoksa bu güzel bir şey. Sonrasında güzel bir doğum olacak Allah’ın izniyle. Oluyor da yani. Ben bazen inanç problemi yaşayan gençlerle bir araya geliyorum, konuşuyoruz. Eğer arayış noktasında bir derdi varsa ve samimiyeti de varsa bazılarınınki biraz sancılı geçer, bazılarınınki daha az sancılı geçer ama neticede geçer, belki de İbrahimvari bir inancı elde eder işin nihayetinde. Çünkü bedel ödüyor. Düşünebiliyor musunuz mesela bir genç o gecenin karanlıklarında herkes uyurken bir şeyleri kendine dert etmiş, bir şeyler arıyor, bir şeyler okuyor, merak ediyor, soruyor, sorguluyor. Bu güzel bir şey. Neticede o genç bedel ödeyerek bazı şeyleri elde edecek. Bazıları sadece babalarından devraldığı ile yetiniyor. Birçok insanda bir kültür Müslümanlığı var. Bazı gençler de böyle. Aslında “lâ ilahe/ilah yoktur” da biraz o sorgulamayı bize yaptırtmak istiyor. Biz söyleyip geçiyoruz. Rabbimiz de bize aslında şöyle demektedir: “La ilahe de ve bütün hepsini reddet. Ne varsa kazı at, hiçbir şeyi bırakma. Zihninden sil süpür. Ondan sonra illallah demenin bir anlamı olsun.” Onun için bu noktadaki o sorgulamalar, o meraklar, o hakikat noktasındaki gayretler bence ihtiram edilmesi gereken şeyler.
Günümüzde gerçekten hasbi, samimi bir şekilde arayan gençleri olduğu gibi; belki tam öyle olmasa da sorgulayan fakat tabir caizse işin altında bir bit yeniği arayan bir kesim de var sanki. Konumuzun diğer bir kısmına gelirsek malum dinimiz aslında bir ahlâk dini ama bazı şeyleri tanımlarken ibadetlerle sanki tanımlıyoruz ve ibadetlerle özdeşleştiriyoruz. Ona büründürüyoruz, tanımlamayı ibadetlerle yapmış oluyoruz, belki de sınırlandırıyoruz. Peki bu tanımlamalar kulluğu anlatmak için yeterli mi? Mesela diyoruz ki iyi ibadet eden, ibadetlerini yerine getiren bir insan iyi bir kuldur. Allah için iyi bir kul olma yolunda cehd ve gayret gösteren bir insan için ibadetlerle sınırlandırılmış bir kulluk yeterli midir? Böyle bir limit var mıdır?
Eyvallah. Sorunun başında dediniz ya bazıları işte art niyetli, bir bit yeniği arıyor. Neyi ararsa arasın vallahi korkmamamız lazım. Ben özellikle gençlerime bunu tavsiye ediyorum. Bizim yüzümüzü kızartacak bir şeyimiz yok. İstediği kadar arasın. İstediği kadar kurcalasın, istediği kadar çarpıtsın. Emin olun öyle bir dinimiz ve kaynaklarımız var ki yeter ki biz anlayalım. Mesela ben bu yaşıma kadar ilimle uğraşan bir kardeşleriyim. Vallahi ben “Şurayı görmesin ateistler, burayı görürlerse utanırız.” diyebileceğim bir şey yok. Onun için ne olursa olsun bu konuda bizim inancımızla çok selim, sahih bir bağ kurmamız lazım. O noktada bizim tabularımız yok. Bunu bilmemiz lazım. Bazı şeyler akıllarımızı bir süreliğini ikna etmeyebilir, Hz. İbrahim’de olduğu gibi kalbimiz tam anlamıyla itminana ermeyebilir. O bizlerin eksikleri. Yani onu gidermenin yollarını aramak durumundayız.
Şimdi gelelim sorunun diğer önemli kısmına. Kur’ân’ın bir konular manzumesi var. Kur’â birçok meseleden bahseder. Bir de bir nüzûl süreci vardır. Milâdî 610’da başlayıp 632’ye kadar devam eden canlı bir süreci var, canlı muhataplar üzerine iniyor. Biz, gerek nüzûl sürecini dikkate alsak gerek şu andaki tertip sıralamasını dikkate alsak çok rahat bir biçimde şunu görebiliyoruz: Dört tane ana konusu var. Bunlar akide, ahlâk, ibadet ve muamelattır. İbn Abbas (ra) bu konuda bir bina benzetmesi yapar. Binanın zemine/temeline akaidi koyuyor ki bu çok önemli çünkü tevhid olmazsa olmaz bir mesele, kaldı ki tevhidin de imanın da ahlâkla doğrudan bir bağı vardır. İman-ahlâk ilişkisini de göz ardı etmeden meseleye bakmamız gerekiyor. Ahlâksız iman da var. Eğer bir imanda güven yoksa ahlâk yok. Onun için onu zeminde konuştuğumuzda yine ahlâkla irtibatını konuşmuş oluyoruz.
Düşünebiliyor musunuz bugün bizim ibadet olarak bildiğimiz namaz dışında birçok şey zekat, oruç, hac, cihad, tesettür, içkinin yasaklanması, faizin nihai anlamda yasaklanması bütün bunların hepsi nübüvvetin 12., 15., 17., 19. yıllarında hatta 23. yılında belli oldu. Mesela faiz meselesinde işin ne kadar uzadığını biliyoruz. Neden? Çünkü en başta iman ve ahlâk meselesini Cenâb-ı Hakk muhataplarına, mü’min kullarının dünyasında inşa etmek istiyor. Bunları kopardığınızda kulluğu sadece belli birkaç ibadetle sınırlandırdığınızda kullukla hayat arasındaki bağı koparıyorsunuz, imanla ahlâk arasındaki bağı koparıyorsunuz, ortaya ucube bir şey çıkıyor. Görünürde dindar, konuşurken besmele ile konuşuyor, Kur’ân da okuyor, tesettür de var, İslâmî kıyafet kisveler altında birçok şey de var ama ticaret yaptığınızda, komşuluk yaptığınızda, ailesine ve başka insanlara karşı bir bakıyorsunuz ki bambaşka bir şey çıkıyor. Bunu biz gidermezsek eğer kulluğu bir yere sıkıştırmış oluyoruz. Namaz kılıyor mu? Kılıyor. Tamam bitti. Öyle değil ki! Zaten o namazı da Allah’ın istediği gibi sadece şeklen değil özünü de ihmal etmeden kılsaydı o namaz onu her türlü kötülükten, çirkinlikten alıkoyacaktı. Namazın en önemli hikmeti de bu değil miydi zaten? Onun için ahlâkla kulluk arasında kopmaz bir bağ var. Gerçekten emin olun kulluğumuzun tezahürüdür aslında ahlâk. Eğer o ahlâk yoksa ortada bir kulluktan bahsedemiyoruz. Rabbimiz, “Bana kul olan şunları yapsın!” diyor ve bize sınırlar çizdiği gibi sorumluluklar da yüklüyor. Emanete riayeti, ehliyet ve liyakata hürmeti, adaletin ikamesini, hak hukuk meselesinde hassasiyet yüklüyor. Bütün Müslümanlar olarak başımızı ellerimizin arasına alarak bunları ciddi bir şekilde içtenlikle konuşmamız lazım. Bunların hepsi daha Mekke döneminde Müslümanların gündemine giriyor. Kaybettiğimiz şeyi buradan anlıyoruz. Onun için kullukla ahlâk ilişkisi çok önemli bir ilişkidir. Israr ve tekrar ile üzerinde durulması gerekir.
Allah razı olsun hocam. Siz bazı kavramlar veriyorsunuz ve bu kavramlar üzerinden kulluğun kodlarını yeniden hatırlamamıza yardımcı oluyorsunuz. Bunları yaparken de bazı sahabi efendilerimiz üzerinden bize bunları veriyorsunuz. Peki belli kavramlarla bazı sahâbî efendilerimiz üzerinden bu meseleyi anlatmak yeterli oluyor mu?
Efendimiz (sas) zaten bunu yaptı aslında. Diyelim ki sadakati Hz. Ebû Bekir ile özdeşleştirdi. Bazen bir lakap verdi bir sahâbî efendimize, o lakap onun üzerinden o meselenin daha fazla öne çıkmasına vesile oldu. Hz. Osman için, “O, meleklerin haya ettiği insandır.” dedi. Hz. Ali için “İlim şehrinin kapısıdır.” dedi. Efendimiz’in bunları söylemesi sadakât Ebû Bekir’de var da Ömer’de yok anlamına gelmiyor. Ömer’de adalet var da Osman’da yok demek değil ama bu kavramlar nübüvvet bahçesinin güllerinden bir tanesinde daha zirvede. Gerçekten de Efendimiz’in (sas) işaretleriyle okuduğumuzda bunları daha net görebiliyoruz. Adaleti birçok sahâbîde okuyoruz ama Ömer’de (ra) bambaşka okuruz. Bazı sahâbî efendilerimiz de var ki Efendimiz (sas) onlar hakkında beyanlarda bulunmadı ama biz onların hayatlarını daha detaylı incelediğimizde bazı kavramların daha belirgin olduğunu görebiliyoruz. İşte “Abdullah Olmak” adlı programlarda bu hususlara değindik. İsimleri Abdullah olan sahâbî efendimizle bir kavramı özdeşleştirdik ve anlatmaya çalıştık. Bu örneklere çok ihtiyacımız var. Çünkü güzel örnekler, iyi örnekler hem bizi güzelleştirir hem bizi iyileştirir. Örneklerimiz eğer kötü olursa, yanlış olursa, eksik olursa -ki aslında bugün pek çok gencimizin temel problemi kendilerine rol-model olarak edindikleri kaynağın sıkıntılı olmasıdır. – onlara benzemeye çalışan insanın iyi olabilmesi mümkün değildir. Diyor ya İmam Gazzâlî, “Eğri ağacın doğru gölgesi olmaz.”
Şimdi biz güzel, doğru örnekleri edindiğimizde onların üzerinden bazı şeyleri alırız. Bütün mesele de dönüp dolaşıp kavramlara gelip odaklanıyor. O zaman belli kavramlar var kulluğumuz için olmazsa olmaz kavramlar. Teslimiyet, cesaret, fedakârlık ve vefa gibi. Bir sürü bu tarz kavramlardan bahsedebiliriz. Bu kavramları, o güzel örneklerin hayatlarındaki karşılıklarını bulduğumuzda canlı örnekler oldukları için Allah’ın izniyle çok istifade ederiz. Bu sene de inşallah biz “Gerçek özgürlük kulluk” dediğimizde o canlı örneklerden misaller vereceğiz ve onların hayatlarının üzerinden belli kavramları öne çıkararak anlattığımızda kavram şahıs bütünlüğünü sağlayarak bizim de şahsiyetlerimizde, hayatlarımızda eksik olan bazı şeyleri bu vesileyle gidermiş olacağız.
İnşallah. Yeri gelmişken soralım. Bir yıllık bir takvim çıkarıldı ve hicrî 1445 yılına kadar birçok programa imza atılacak. Takvim hazır. İsterseniz onlardan da biraz bahsedebilir misiniz? Bir yıl boyunca neler yapılacak?
Başlayan birçok proje vardı, onlar zaten devam edecek ama kulluk olduğu için bu sene mesela Tarihin Mümtaz Anneleri diye hanımlarımıza yaptığımız programları, biraz daha kullukla irtibat kurarak bazı hanım şahsiyetler anlatılacak. Serlevhamız olan “Gerçek özgürlük kulluk” adı altında her hafta bir bölüm yayınlayacağız kardeşlerimize. Gerçekten hem kulluğu hem özgürlüğü iyi anlayabileceğimiz canlı örneklerle. Gençlerle yaptığımız programlarda o kulluğun kodlarına ait temel kavramlar üzerinden çalışmalar, dersler yapacağız. Bu sene Cumartesi derslerimizdeki konumuz Hz. Musa (as). Zaten kulluğun en güzel örneklerinden bir tanesidir. Onun üzerinden birçok şeyi öğreneceğiz, konuşmaya çalışacağız. Şehirlerarası programlarımız var, Avrupa’da programlarımız olacak. O programlarımızda buna ait şeyler yapacağız. Bir de her sene o özel konumuzla alakalı bir medrese çalışmamız oluyor. Bu sene de kulluk medresesi olacak. O kulluk medresesinde birçok meseleyi sadece ben değil başka hocalarımız da anlatacaklar. Şerafeddin Kalay hocamızın dersleri olacak, Rize’den Molla Abdullah Yıldız hocamızın her hafta gelerek burada vereceği dersler olacak, Haydar hocamızın, Muhammed Ali hocamızın dersleri olacak. Ekim’den başlayıp Nisan’ın sonlarına kadar devam edecek olan medresede böyle bir çalışmamız olacak. O medresenin bir de atölye çalışmaları olacak. Atölye çalışmalarında da yine kullukla ilgili farklı kategorilerde çalışmalar olacak. Hepsinin temel konusu kulluk olacak ve kulluğun daha iyi anlaşılması noktasında gayretler ortaya koyacağız.
Allah razı olsun hocam. Allah emeklerinizi zayi etmesin. İnşallah karşılık bulur. Son bir soruyla söyleşimizi tamamlayalım izin verirseniz. Rabbimizin bizim kulluğumuzdan faydası yok, buna ihtiyacı yok dediniz. Peki kullarının kulluğundan maksadı nedir Rabbimizin?
Cenâb-ı Hakk’ın bize yüklediği en temel sorumluluk O’na kul olmak ve yeryüzünü imar etmektir. Aslında kulluğumuzun en önemli işareti de yeryüzünü imar etmek. Yeryüzünü imar faaliyetlerinde ne kadar sorumluluğumuzu yaparsak kulluğumuzu da o noktada yerine getirmiş oluyoruz. Onun için mesela Efendimiz (sas) bu hakikate işaret edercesine “Kıyamet kopsa bile elimizde fidanı dikin.” buyurmuştur. Çünkü imar gibi bir sorumluluğumuz var bizim. Onun için biz ne olursa olsun bir taraftan Allah’a hakiki kul olma yolunda ilerlerken bir taraftan da O’nun halifesi olarak son nefesimize kadar yeryüzünü imar faaliyetlerine devam etmeliyiz.
Allah razı olsun. İnşallah imha, ifsad edenlerden değil inşa edenlerden oluruz.
İnşallah. Bana müsaade eder misiniz biraz bununla alakalı bir şey söyleyeyim. Gerçekten iftihar edeceğimiz bir derginin çıkmasına vesile oluyorsunuz. Müslümanların böyle güzel işler yapmaları gerçekten sevindirici bir durum. Bizim inanç kodlarımızı güzel bir biçimde yansıttığı için iftihar ettiğimiz bir değer bu dergimiz. Böyle güzel bir yayının oluşmasında başta siz, yayın kurulundaki hocalarımızın ve diğer kardeşlerimizin çok ciddi emekleri var. Ben görüyorum, şahidim. İnşallah daim olsun diye dua ediyorum. Daha nice nice güzelliklerde de Cenab-ı Hakk sizi, bizi kullansın diye niyazımı ortaya koyuyorum.
Allah razı olsun hocam. Bu ifadelerinizi bir dua olarak kabul ediyoruz. Elimizden geldiğince yapmaya, gayret etmeye kulluk bilinci sorumluluğunun bir gereği vazifemizi yerine getirmeye çalışıyoruz.
Buradan da bir selam gönderelim Ahmet Mercan hocamıza, Abdulaziz Tantik hocamıza, Muhammed Ali hocamıza, Mikail hocamıza, Muhammed kardeşimize… Hepsinin Allah emeklerini zayi etmesin, kat kat emeklerinin karşılıklarını kendilerine versin.
Allah razı olsun hocam, kıymetli zamanınızı ayırdığınız için teşekkür ederiz.
Ben de teşekkür ederim, Allah razı olsun. Hayırlara vesile olsun inşallah
[1] “İş başına geçti mi yeryüzünde bozgunculuk çıkarmak, ekini ve nesli helak etmek için koşar. Allah ise bozgunculuğu sevmez.” (Bakara, 2/205)