“Dünyaların değiştiremediği insanlar ancak dünyaları değiştirebilir”
Kıymetli hocam, Allah; ömrünüze sağlık sıhhat, ilminize de bereket versin inşallah. Malum Siyer Vakfımız her yıl Efendimiz’in (sas) dünyasından bir meseleyi gündem ederek onu bir tema halinde hicrî takvime göre bir yıl ilan ediyor. İçinde bulunduğumuz 1445 hicrî yılın temasını da “örneklik” olarak belirledi. Öncelikli olarak dilerseniz bunun üzerinden sohbetimize başlayalım. Neler planlanıyor? Sizin çalışmalarınız da olacak elbet. Yoğun bir tempo bekliyor yine değil mi?
Allah hayırla başlayıp, hayırla devam ettirsin inşallah. Örneklik önemli bir tema. Her yıl bir ana tema üzerinden çalışmaları yürütüyoruz. Bu sene de öyle olacak. Cumartesi derslerimiz zaten devam ediyor. Orada Siret-i Enbiya’da örnekliği konuşuyoruz. Yurt içi ve yurt dışı inşallah programlarımız da bu sene hep örneklik üzerinden şekillenecek. Ayrıca bu sene Hz. Peygamber’in (sas) gençliğini gençlere anlatacak bir programımız var “Gençlerle Hz. Peygamber’in (sas) Gençliği” başlığı altında. O da 20 program şeklinde gençlerimize gençlik üzerinden bazı örnekleri aktarma arzusundayız. Onunla beraber Örneklik Medresemiz var. Orada da yine birbirinden kıymetli hocalarımız 24 hafta boyunca örneklik üzerinden hem tarihten hem günümüzden hem kavramlar hem de şahsiyetler üzerinden mesajlar vermeye çalışacaklar. Bu sene inşallah yine dolu dolu bir sene bizi bekliyor. Hayırla başlayıp hayırla devam etsin diye dua ediyoruz.
Allah emeklerimizi, emeklerinizi zayi etmesin inşallah hocam. Biraz hızlı girdik söyleşiye, ben vakti çok iyi değerlendirmek istiyorum. Hem izleyenlerimizin de sabrını zorlamayalım zamanı uzatarak. Bugün de örnekliği konuşacağız. Efendimiz’in (sas) üzerinden konuyu ele alacağız. Yoğunluklu olarak da güncel meseleleri konuşmuş olacağız. Eğer izin verirseniz biraz iğneyi kendimize batırarak başlamak isterim ben.
Ona ihtiyaç var. Bazen kızıyorlar bana. “Hocam bizi çok iğneliyorsun!” diyorlar ama inanın ki ona o kadar ihtiyacımız var ki… Çünkü biz kendimize o iğneyi, hatta çuvaldızı batırmadıkça düzelmiyor işte bazı şeyler. Hep dışarıya bazı şeyleri havale ede ede bu hale girdik.
Bir de şöyle bir şey sanki var hocam: Biz hep toplum olarak, millet olarak yargıçlığı çok seviyoruz. Yani başkalarını eleştirerek ve suçlayarak, sanki bizde hiçbir suç ve hata yokmuş gibi gözlemleyip değerlendirmelerimizi yaptığımızda ben hakkaniyetli bir sonuç alınamadığını düşünüyorum. O yüzden iğneyi kendimize batıralım istedim. Şimdi bugün konuşacağımız konuları, size soracağım soruları bazı okuyucularımız biraz garip bulabilirler. Belki bazıları da bir yerlere çekebilir. Belki de okuyucularımızın “Evet ya biz bu konuları da duymak istiyorduk. Hakikaten iyi oldu.” diyebilecekleri sorular olacak. Bunu da şunun için söylüyorum hocam: Belli konular üzerinden eğer konuşacak olursak mesela aile danışmanları gerçekten -bizim camiamız için söylüyorum- Efendimiz’in (sas) ailedeki rol modelliğini bize çok iyi anlatıyorlar ama buna rağmen ailelerde bir dağılma, çözülme yaşanıyor. Bunun dışında hocalarımız, sizi tenzih ederek söylüyorum, Efendimiz’in (sas) sünnetini kürsülerden çok güzel anlatıyorlar ancak toplumda karşılığını bulamıyoruz. İlim taliplisi öğrencilerimiz üzerinden de konuşacak olursak onlar da çok idealist bir ruhla ilim hayatına, eğitim hayatına başlıyorlar ama erkenden havlu atıyorlar. Bunlar hakikaten bizim toplumumuzu yaralıyor. Yani Efendimiz’e (sas) olan sevgimizi, ona olan ihtiyacımızı arzu ettiğimiz düzeyde karşılığını bulamıyoruz maalesef. Açıkçası biz inananlar açısından düşündüğümüz zaman da inanmayanlara karşı öyle hani sadece bir kelime üzerinden “gavur(!)” yakıştırması üzerinden yaklaşımımız da maalesef hakkaniyetli bir yaklaşım olmuyor ve bundan öteye gitmediği için de hakikatlerle kendimiz de tanışamıyoruz, onları da tanıştıramıyoruz. Dolayısıyla bu anlamda hadis, sünnet, siyer bağlamında değil ama yine de kelimenin bağlamından hareketle ben onu sormak isterim. Eylemlerimizi sorgulamak amacına yönelik olacak bugün sorularım. Biz, Efendimiz’i (sas) sadece ibadetlerimizde mi örnek almak zorundayız? Bize, hayatımızın genelinde, söylemlerimiz ve eylemlerimizin/davranışlarımızın tamamında Efendimiz’in (sas) örnekliği niye ulaşmıyor?
Vallahi sorunuzla o kadar önemli bir yaraya parmak bastınız ki… Bir yara bu. Hem de öyle derinin üstünde olan bir yara da değil, derinin içinde olan bir yara. Derinin üstünde olsa yaranın iyileşmesi kolay. Sürersiniz kremi, merhemi bir müddet sonra inşallah o deri kendini yeniler ama içteyse o yara, o yara cerrahi müdahale ister. Bugün hem ferdî hem toplumsal olarak hem de ümmet olarak bahsettiğiniz sorun bizde cerrahi müdahaleye ihtiyaç duyabilecek kadar derinleşmiş bir yaraya dönüşmüş ve bu yaralar karşısında, bilmiyorum Kayserililer ne diyorlar, genelde başka yerlerde Anadolu’da böyle iç yakan bir meseleyle karşılaşınca “Ah! Anam, ah!” derler, Erzurumlular ise “Of! Babam, of!” derler. Ben de tam “Of! Babam, of!” diyorum bu yara karşısında. Çünkü içindeyiz işte, hâlimiz de ortada. Bunları gördükçe gerçekten böyle yürek yakacak şekilde “Of! Babam, of!” diyoruz. Neden? Çünkü söz çok… Çok konuşuluyor. Her tarafta konuşmaya ait şeyleri bulabiliyorsunuz, bilgiye ulaşma noktasında bir problem yok. Hangi mesele olursa olsun mesela bizim alanımız siyer. Biz 2000’li yıllarda bu yola çıktığımızda gerçekten kaynak noktasında ciddi eksiklerimiz vardı ama şu anda öyle bir noktaya geldik ki istemediğimiz kadar çok, artık biz seçmek durumunda kalıyoruz, o kadar zengin bir literatürle karşı karşıyayız yani. Bununla birlikte hayattaki karşılığına mesele geldiğinde memnun edecek bir tablo yok önümüzde. Orada da yani sizin sorunuzda söylediğiniz gibi sadece Efendimizin (sas) ibadet noktasındaki örnekliliği dikkate alınıp diğer şeyler ihmal mi ediliyor, yoksa acaba ibadetin de en önemli meselelerinden birisi Allah’a tazim ama netice itibariyle ibadetle hayat arasında çok ciddi bir bağ var. O bağ da koparılarak sadece şekle indirgenmiş bir Müslümanlık mı yaşıyoruz? Bunu iyice sorguladığımızda vallahi geldiğimiz nokta bu. Ne yazık ki İslâm’ın birçok meselesini ferdî boyutta yaşama adına yaşayanlarımız en azından yaşıyor ama ibadetin en önemli yansımalarından biri olan ahlâk meselesinde çok ciddi problemlerle karşı karşıyayız. O problem o kadar derin bir biçimde kendini hissettiriyor ki şu anda gerçekten mesela bugün Müslüman olmuş birisinin elinden tutup da bir yere götüremiyorsunuz. Bu o kadar acı bir şey ki… Birkaç sene önce İtalya Milano’ya bir programa gittik. Gezdirdiler orada arkadaşlar bizi. Bir meydana geldik, orada oturduk. Biraz böyle etrafı seyrettik. Meydanın tam ortasında bir kilise var. Kilisenin etrafında diğer yapıların çok düzenli ve nizami bir biçimde yer aldığını, şehrin düzenini gördükten sonra arkadaşlara da sordum: “Şimdi bir İtalyan ‘Ben Müslüman oldum. Hadi beni bir İslâm şehrine götürün. Bir İslâm topluluğunu göreyim ve o topluluğun içinde yaşayayım.’ dese biz ne yapacağız?” Medine’ye götürsen bile Medine Medine değil. O kadar acı bir şey ki… Gerçekten mesela yürek yakacak bir şeyi paylaşalım kardeşlerimizle. Birkaç ay önce İspanya’da Endülüs’te bir programa katıldım. Orada İspanyol Müslümanlarla da tanıştık. Güzel bir ortam oluştu. 4 milyon civarı İspanyol Müslüman’ın varlığından bahsettiler. Çok güzel bir şey bu. Orada o arkadaşlardan biri şöyle bir şey söyledi ki ben duyduğum andan beridir yüreğime hançer gibi saplanmış o söz: “Hocam! Burada Müslümanlar olmasa İspanyollar daha çok Müslüman olacaklar.” Ya bu açık bir şey ya! Yani oradaki o insanlar Müslümanlara bakarak Müslüman olmuyor. Adı Müslüman olan, Faslı, Cezayirli, Tunuslu arkadaşlar var. Tabii ki genelleme yapmak doğru değil. Muhakkak içlerinde çok çok iyi insanlar da vardır ama genel anlamda o örnekliği orada oluşturmadıkları için İslâm’ın, Müslümanlığın hayata yansımasında çok ciddi problemler yaşandığı için olmuyor işte. Hayatlarımızı ne bizi etkiliyor ne etrafımızdaki ne de yanı başımızdaki insanlara bu işin temsiliyet adına bir yansımasını koyuyor. Efendimiz’de (sas) ve sahâbede var olup da bizde olmayan en önemli özellik bu. Biz çok konuşuyor, az yaşıyoruz. Onlar çok yaşıyor, az konuşuyorlardı. Bu ikilemi ortadan kaldıracak şeyler yapmazsak söz yoruyor vallahi! “Din yorgunu” diye bir kavram kullanıyorlar ya bugün, o söz yorgunu aslında… Dinden adam yorulmaz. Din insanı niye yorsun? Niye yorgun oldu nesil? Niye insanlar artık duymak istemiyor, ilgi göstermiyor? Niye bu manada bir zafiyet yaşandı? Çünkü sözle hayat arasındaki bağ yok. O bağ kurulmayınca ben ne yapayım güzel dilli olup da hayatı güzel olmayan insanları? Bir faydası yok. İşte o faydasızlığın sıkıntısını, ceremesini en üst düzeyde çekiyoruz.
Hocam sanki burada mesele, Hz. Peygamber’e (sas) olan sevgi, muhabbetin yanısıra onu her anlamda doğru ve yeterli tanımanın da gerekliliğine geliyor. Zira biz inananlar, Efendimiz’i (ssa) doğru ve yeterli tanımazsak inanmayan insanlara da onu (sas) yarım yamalamak ulaştıracağız. Yeterli tanımak için ne yapmak lazım? Çünkü bu konu da çok istismara açık. Kimilerine göre elinden kılıç düşmeyen, hayatı boyunca hep savaş meydanlarında geçmiş bir peygamber profili var. Kimilerine göre de alnı secdeden kalkmayan, sürekli ibadet eden bir peygamber profili var. Burada bir peygamber netliği de yok. Peygamber profili anlamında netlik de yok sanki.
Aynen öyle. Şöyle bir acımız var. Bu da ciddi bir mesele. Çok farklı boyutlarıyla da ele alınması lazım. Ben İslâm’a bir kapıdan girdim. Sonra o kapıdan girdikten sonra bulunduğum konuma göre Kur’ân’ı anlamaya çalışıyorum, bulunduğum konuma Kur’ân’dan referanslar bulmaya çalışıyorum. Ayağımı bastığım zemin neyse Peygamber’i de ona göre anlamaya çalışıyorum. Bulunduğum zemini destekleyecek, ona delil bulacak şeyler arıyorum Kur’ân’dan ve sünnetten, arayınca da buluyorum çünkü karşımda öyle zengin bir sermaye var. Ama bu doğru bir şey değil. Biz zeminimizi delillendirmek için Peygamber’e referans kaynağı olarak baktığımızda oradan bir şeyler buluruz ama Allah Resûlü’nün (sas) usvetü’n-hasene; yani en güzel, en kâmil ve en mükemmel model olması, onu sadece zeminime referans bulmak için müracaat edeceğim bir kaynak olmaktan daha öteye taşır. O en güzel ya, ona uymam gerekir, ona ait bazı şeylerin hayatımda yer edinmesi gerekir. Şimdi örnek verelim, biraz daha somutlaştıralım ki anlaşılsın. Mesela ben bir tüccarım. Allah Resûlü (sas) de ticaret için birçok şey söylüyor. Geliyorum bir ilim halkasına, bir derse… Dinliyorum bunları. Dinlerken de “Ne güzel bak Allah Resûlü (sas) 14 asır önce ne önemli şeyler söylemiş, ne kadar güzel hak hukuk meselesinde taşları yerine oturtmuş, ne kadar önemli ince ayarlara dokunacak mesajlar vermiş.” Tamam… Buradan çıkıyorum ertesi gün benim ticaretimde hiçbir şey değişmiyor. O zaman ben niye öğrendim ya? O bana etki etmeyecekse niye öğrendim? Bir baba olarak, bir hoca olarak, bir anne olarak, bir kardeş olarak bana etki etmeyecekse öğrenmenin gerçekten bir anlamı yok. Sadece yük olarak taşırız; ama şu anda o taşıyıcılık noktasında bir zemin oluştu. Herkes birbirine tabir belki biraz hoş olmayacak ama satmak için öğreniyor. Öğreneyim, ders halkasında ben de başkalarına anlatayım. Öğreneyim, Twitter’da paylaşayım, Instagram’da, WhatsApp gruplarında paylaşayım. Ya bu değil ki mesele! Orada gönderdiğin arkadaşlara faydası belki olur belki olmaz ama o nasıl olsa ulaşmak istese ulaşır. En başta ben onu kendi üzerime almak durumundayım. Eğer kendime almazsam ve kendimde bir yankı uyandırmazsa vallahi hiçbir faydası yok. O yük olarak taşınıyor taşınıyor, bir müddet sonra biz de yorgun oluyoruz ve artık konuştuklarımızdan da lezzet almamaya başlıyoruz Allah korusun!
Hocam bu söylediklerinizden ben şunu hatırladım: Âyet-i kerimede buyurduğu gibi “And olsun sizin için Allah’ı ve ahiret gününü umanlar için, Allah’ı çokça zikredenler için Allah Resûlü’nde güzel örnekler vardır.” (Ahzab 33-21). Birçok âyet-i kerimede de iman edenlerin tarifi yapılırken “Allah’a, Resûlü’ne ve ahiret gününe iman edenler…” diyor. Acaba burada imanî noktada zafiyetlerimiz mi var? Yani örnekliği alamamamızın nedenlerinden biri de bu olabilir mi?
En büyük sebep bu… çünkü iman içselleşmeyince artık bazı şeyler de sadece yüzeysel olarak kalıyor. İnanıyormuşuz gibi davranıyoruz. Ahirete de inanıyormuşuz gibi yapıyoruz. Allah’a, peygamberine, diğer iman esaslarına da inanıyormuş gibi yapıyoruz. Böyle yapmaya başladığımız zaman da artık günü kurtarma adına bazı şeyleri söylüyoruz ama bizde içselleşmiyor, olması gereken yankı oluşmuyor. İman çok önemli bir şey. Zemin o zaten. Abdullah b. Ömer veya Cündüb b. Abdullah’a atfedilen şöyle bir hadise var: Kur’ân’ı hıfzeden bazı gençleri gördüklerinde diyorlar ki: “Bu çok güzel bir şey ama bize Allah Resûlü (sas) bunu öğretmedi. Bize ‘Kur’ân’dan önce imanı öğrenin.’ dedi. Şimdi bakıyorum siz Kur’ân’ı öğreniyorsunuz ama imanı öğrenmiyorsunuz. İman da zeminde olmayınca öğrendiğiniz âyetler bilginizi arttırıyor ama imanınızı arttırmıyor.” Bakın tam bizi tarif ediyor aslında. Evet bilgi artıyor, birçok şeyi biliyoruz ama bildiklerimiz imanımızı arttırmıyor. Mesela siyerden bazı şeyler okuyoruz. O olay bizi gerçekten sarsmalı ve imanî anlamda farklı bir noktaya vardırmalı. Bir âyet okuyoruz mesela, o âyet bizi sarsmalı ve kendine getirmeli ama o bizde içselleşmediği için, üzerinde derin derin tefekkür etmediğimiz için, biraz o manada o hakikati elde etmek için bedeller de ödemediğimiz için her şey yüzeysel yani. İnanıyormuşuz gibi, duyuyormuşuz gibi yaşıyoruz ne yazık ki…
Hocam, yavaş yavaş Efendimiz’in (sas) bizatihi şahsıyla alakalı örnekler vererek bugünkü konumuzu da irdelemek isterim, örnekliğini konuşmak isterim. Biz mesela Mekke’de gördüğümüz Muhammed’i (sas) Medine’de de görüyoruz, yani hiçbir farklılık yok. Mekke’de ne ise Medine’de de o. Yani şunu kastederek söylüyorum: Medine’de bir tabir caizse devlet kuruldu ve o devletin başkanı Hz. Muhammed (sas) ve kendisine bu anlamda hiçbir imtiyaz yüklemiyor, ayrı bir yere koymuyor. Hatta bununla ilgili örnekler anlatılırken birisi mescide girdiğinde “Aranızdan kim Muhammed?” diye gösterildiğinde fark edilmeyecek kadar oradaki insanlardan herhangi birisi olarak kabul ediliyor. Şimdi mescid yapılırken mesela herkesle beraber tuğla taşıyor, muhasara öncesinde herkesle beraber hendek kazıyor, o dönemde herkes gibi aç kalıyor ve karnına taş bağlıyor. İşin ilginç tarafı yemek yiyecek bir şey bulduğunda da herkesle paylaşıyor Efendimiz (sas). Şimdi bir gariplik var yani. Bu, bugüne, 21. yüzyıl insanlarına, bize niye yansımıyor? Burada bir yerde bir yanlışlık var. Bizde mutlaka bu yanlışlık ama anlatılan sünnetle yaşanılan sünnet arasında çok ciddi problem varken sünnet algımız mı değişiyor?
Kesinlikle o kadar önemli şeyler ki bunlar, zaten nereden neyi kaybettiğimizi de buradan görüyoruz aslında. Hz. Ömer (ra), Kudüs fethedilmiş, anahtarlarını almaya gittiğinde onu karşılayan o günkü İslâm ordusu içerisindeki sahâbî efendilerimizden bazıları Hz. Ömer’e şöyle bir şey söylüyorlar: “Şimdi Kudüs’e gireceğiz. Sen de Müslümanların emirisin. Böyle yolculuktan dolayı üstün başın toprak olmuş, bineği de yanındaki hizmetliyle paylaşmışsın, binek sırası onda. Böyle girmeyelim. Daha ihtişamlı bir biçimde girelim, farklı bir biçimde İslâm’ın izzetini ve şerefini yansıtalım onlara. İşte farklı bir hava estirelim burada.” Hz. Ömer taş arıyor onlara atmak için. “Siz geldiniz buraya da bunlara mı benzediniz? Allah Resûlü bize öğretmedi mi imandan, İslâm’dan daha büyük şeref izzet yok.” Şimdi bu terbiyeyi görüyor sahâbe. Allah Resûlü’nde de bunu görüyor. O kadar önemli bir şey ki mesela Mekke’de ve Medine’de örnek verdiniz ya, zaman uzun olsa birçok örnekler de verilebilir. Fakirliğin de en dibini, en aşağı noktasını yaşıyor Efendimiz (sas), zenginliğin de en zirvesini yaşıyor. Huneyn’de elde edilen ganimetler bir sayfa olarak bizim kaynaklarımızda aktarılır. Develer, koyunlar, keçiler, altınlar, elbiseler, köleler, neler neler… Ama inanın “Evde ne var Âişe?” dediğinde Âişe annemiz acve hurması ile suyu kastederek “İki karadan başka bir şey yok!” dediği zaman da önüne küçük tepeler oluşturacak kadar ganimetler getirildiği zaman da hayatında hiçbir değişiklik olmuyor. Yani Allah Resûlü’nde o kadar bu manada bu mesele içselleşmiş ki hiçbir şey onu sarsmıyor. Kufe’ye vali olarak atanıyor Ammar b. Yasir, Hz. Ömer döneminde, Hz. Ömer daha sonra bir mülahazayla onu alıyor valilikten. Şimdi bir makam vermişsiniz, geri alıyorsunuz. Bunların bugünün dünyasında neye tekabül ettiğini siz daha iyi biliyorsunuz. Soruyorlar Ammar b. Yasir’e -ki soranların bazıları art niyetlidir- “Acaba oradan bir şey çıkarabilir miyiz Ömer’e karşı kullanalım?” diye düşünüyorlar. Ammar diyor ki: “Vallahi hiç umurumda değil. Ömer beni atadığı zaman ben Ammar’dım, şu anda azletti yine aynı Ammar’ım. Ben atanırken sevinmedim ki azledilirken üzüleyim.” Bunlar işte dünyaların değiştirmediği insanlar. Zaten dünyaların değiştirmediği insanlar dünyaları değiştiriyorlar. Bugün niye dünyaya, hayata etki edemiyoruz? Biraz da buradan… İç dünyalarında bunu halletmiş adamlar. Böyle bir dertleri yok ki! Mevki, makam, etiket, kariyer, şu, bu… bunlara ait hiçbir şeyleri yok o insanların. Böyle oldukları için de gayet rahatlar. Onlar bu manada Allah Resûlü’nden (sas) alacaklarını alarak hayatlarını devam ettirdiler. Efendimiz (sas) de bu işin zirvesini gösterdi. Hiçbir şey onu değiştirmedi. Hep o hayata müspet manada etki etti, değiştirdi, dönüştürdü. Hayatıyla söylemi arasında o kadar güçlü bir bağ ve tutarlılık var ki muarızları bile -dostları zaten farklı yaklaşır- düşmanları bile bir tane mi bulamamıştır. Mesela, “Kime ne ikram ederseniz edin sağdan başlayın!” demiş. Bir defa bunu söylemiş Efendimiz (sas). Yani dinin temel meselelerinden bir tanesi de değil. 23 yıl yaşamış o insanların içerisinde ve bir gün olsun soldan başlamamış. Sağdan demiş ya hep sağdan… Şöyle bir örnek aktarılır: İbn Abbas, 8-10 yaşlarında bir çocuk olduğu zamanlarda Hz. Peygamber’in (sas) sağında oturmaktadır. Solunda da Halid b. Velid var. Allah Resûlü’ne (sas) o anda süt ikram ediliyor. Efendimiz Halid’i es geçip İbn Abbas’a vermeyi düşünüyor ki o zamanki Arap örfüne göre de bu doğru değil. Ne yapıyor Efendimiz? Dönüp İbn Abbas’a diyor ki: “Müsaade eder misin? Sıra senin ama Halid’e sütü ikram edeyim.” İbn Abbas devamını kendisini şöyle aktarır: “Bir ara düşündüm Halid’e versin Allah Resûlü (sas) sütü. Sonra bundan vaz geçtim ve ‘Yâ Resûlallah! Sıramı vermiyorum.’ dedim.” Bu cevap sonrasında Allah Resûlü (sas) sağında bir çocuk olmasına rağmen sütü önce İbn Abbas’a ikram etmiştir. Şimdi bu bütünlüğü görünce hayran olmamak mümkün değil ki? Şimdi ben kürsüde anlatıyorum, anlatıyorum. Sonra iniyorum aşağıya ve o kürsüde anlattıklarımın hayatta bir karşılığı yok. Kim inanır kardeşim ya? Ne zaman ki o kürsüdeki söyledikleriniz hayatta karşılık bulur, o zaman insanlar o sözden daha farklı bir biçimde bir etkilenme söz konusu olur. Allah bizi o kıvama eriştirsin.
Âmin. Zenginlik dediniz ya hocam, Efendimiz’in (sas) zenginliği, evet zenginliğin de zirvesini yaşadı, fakirliğin de tabir caizse dibini gördü. Ben inanıyorum ki Efendimiz (sas) eğer isteseydi sahabe-i kiram onu dünyanın en zengini yapabilirdi.
Sözünüzü unutmayın. Sahâbeye gerek yok. O konuda yapılan araştırmalar var. Efendimiz (sas) Medine’ye geldiğinde Allah ona bir hak olarak ganimetten pay verdi. Hadi öncesindeki o küçük seriyyeleri saymayalım, Bedir’den Tebük’e kadar Efendimiz’in (sas) katıldığı 28 gazvedeki -ki seriyyelerde de Peygamberimiz’in hakkı var-, ganimetten Allah’ın ona hak olarak verdiği kendi payı/hakkı olan 5’te 1’i Efendimiz (sas) kendi şahsına kullansaydı kendinde tutsaydı Medine’nin en zengini olurdu. Ama yok, gittiğinde yani Rabb’ine yürüdüğünde bile Yahudi’nin birinde zırhı rehin, varın gerisini siz düşünün…
Ben de bunu şöyle tamamlayacaktım hocam: Buna rağmen kendisine gelen bir tas hurmayı bile tasadduk etmeyi önceleyen bir Peygamber… Yani başka bir örneklik anlayışı var Efendimiz’in (sas) dünyasında. Şöyle ki önce kendisi yapıyor, sonra Müslümanlardan onu yapmasını istiyor. Bunu biz Hudeybiye’de görüyoruz mesela. “Kurbanlarınızı kesin” dediğinde Müslümanlar, sahâbe-i kiram gecikiyor, sonra Ümmü Seleme annemizin de yönlendirmesiyle kurbanını kesiyor, ihramından çıkıyor ve ondan sonra sahâbe-i kiram sırayla aynısını yapıyor. Bu çok önemli bir şey. Örneklikte sizin biraz önce dediğiniz gibi kürsüde anlatıp indiğiniz zaman başka bir hayat eğer insanlar tarafından gözleniyorsa elbette karşılığı olmayacaktır. Burada da yine Peygamberin örnekliği çok önemli.
Mesela burada söylediniz, normal bir zamanda ve zeminde güzel sözler söylediniz. Sonra o meclis dağıldı başka bir yerde o söylediklerinize uygun bir hayat ortaya koydunuz. İnsanlar oradaki sözle hayatı paralel gördükleri için etkileniyorlar ve sizin sözünüz çok daha farklı bir biçimde tesir ediyor. Tersi olduğunda, güzel sözler söylüyorsunuz, mesela münafıkların en önemli özelliklerinden bir tanesi de hitabetlerinin inanılmaz güçlü olması. İbn Selül için söylenen bir şey var: “Medine dışından birisi onu dinlese gözyaşlarını tutamazdı.” O kadar içli konuşur, Peygamber sevgisinden bahsediyor, neler neler anlatıyor; insanlar diyor ki: “Bu nasıl bir aşk? Bu nasıl bir sevda?” Ama aynı şahsı hayatın içinde gördüklerinde o çatışmayı görüyorlar.
Şimdi o mecliste güzel sözleri söyleyip de hayatta da güzel hayatlar yaşamadığınızda o güzel sözler artık mıknatısın kutupları gibi birbirini itmeye başlıyor. Çünkü sizin hayatınız onu itiyor, oradaki bütün şeye karşı düşman ediyor. Mesela bugün bazı gençlerimizin bu ikilemi yaşayıp da dine karşı mesafe koymalarının altında bu yatıyor. Ben burada bir sürü gençle konuşuyorum, iletişimimiz oluyor. Dine karşı mesafesi olan gençleri de görüyorum. Oturup konuştuğumuzda o gençlerin dinle problemleri yok. Dini anlatanla problemleri var. O dini altını doldurmadan anlatan anneyle, babayla, hocayla, diyanetle, hükümetle, devletle… kimse yani, kim ne anlatmışsa altını doldurmamışsa, ona karşı bir soğukluk oluşuyor, günün sonunda dönüp dolaşıp mesele dine ait bir hesaplaşmaya dönüşüyor. Ben gençlerimize “Dindara bakıp da dine küsmeyin.” diyorum. Dinin sahibi Allah’tır. Dinin sahibi dindar değil ki! Onun için bunu ayırmaları gerekiyor ama gençlerimiz bazen ayırabiliyor, bazen ayıramıyor. Bazen onların yerine kendimizi koyduğumuzda bizim de zorumuza gitmiyor mu? Mesela Müslüman bir insanla ticaret yapıyorsun, annenden emdiğin sütü burnundan getiriyor. Beri taraftan bir gayrimüslim veya İslâm’la, imanla bağı olmayan seküler bir düşüncesi ve hayat tarzı olan bir insanla bir ticaret yapıyorsun veya komşuluk yapıyorsun ondan insanlık adına, dürüstlük adına bir şey gördüğün zaman da diyorsun ki: “Ne kadar güzel. Keşke bu insanda imanî anlamda da bir şey olsaydı.” Ondan da o arzuyu duymuş oluyorsun. Dolayısıyla hayatla sözü çatıştırmamak gerekiyor. Eğer bunu çatıştırdığımızda zarar ederiz ve en büyük zararı da inandığımız o değerler görmüş olur.
Hocam belki belli konulara değinmeye çalışıyorum ama en önemli konulardan bir tanesi de Efendimiz’in (sas) örnekliliğinin bugüne taşınması meselesi sanırım. Elbette 21. yüzyılın zemininde yaşayan insanlar olarak şunu da düşünmüyor değiliz: Yani birçok sosyolojik, kültürel, tarihsel farklılıklar var. Bunları dikkate alacak olursak Efendimiz’in (sas) sünnetinin örnekliliğinin her döneme hitap etmesi gerçekçi midir sizce? Yani bir çelişki oluşturur mu? İşte çoğu insanın belki de farkında olarak ya da olmayarak söylediği bir şeydir. Efendimiz milâdî 6. asırda yaşadı, biz 21. yüzyılda yaşıyoruz. Teknoloji, ekonomi, sosyolojik gerçeklikler çok farklı. Bu durum sünnetin örnekliliğini bugüne taşımaya/yaşamaya müsaade eder mi?
Bu tespitin gerçeklik payı var mı? Kesinlikle var. Bugünün dünyasına örnekliliği olur mu? Kesinlikle olur ama bir problemimiz var burada bizim. O da şu: Sünnet dediğimiz şeyi biz tam olarak anlamamışız. Sünnet mesela sadece Efendimiz’in (sas) hayatındaki belli yaptığı davranışlar değil. Yani onu bir kere anladığımızda daha iyi anlamış olacağız. Bir de Efendimiz’in (sas) söylediği “Ben güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim.” Hadisi bağlamında meseleyi düşünürsek örneğin burada ahlâka ait bazı şeyler var belki ama “Ben onu ikmal ettim, tamamladım.” diyor. Sünnet de o tamamlanan şeyin hayata yansıması. Sünnet eşittir aslında Müslümanca yaşamak. Müslümanca yaşamak için Müslümanca düşünmek gerekiyor. Dolayısıyla Allah Resûlü (sas), Müslümanca düşündürdü ve Müslümanca yaşattı, yaşatılması için de bir zemin hazırladı. Efendimiz (sas) zamana ve zemine sıkışacak şeyler de söylemedi. Mesela zaman ve zeminin değiştireceği şeyleri o çağın insanına bıraktı. O manada içtihadın kapısının kapanmaması, bu konuda 14 asırdır ümmetin ortaya koyduğu gayret ve çaba da bunun bir göstergesi.
Eğer donuk olsaydı, statik olsaydı, belli şeyleri belli dar kalıpların içerisine sıkıştırmış olsaydı İslâm evrenselliğini koruyabilir miydi? Evrensel bir dinden bahsediyoruz, evrensel bir dinin peygamberinin hayat tarzından bahsediyoruz. Efendimiz’in (sas) mesela hayatın belli alanlarına söylediklerini şöyle bir zihnimizde canlandırsak… Bir baba olarak, bir kardeş olarak, bir devlet başkanı olarak, bir hâkim olarak, bir komutan olarak, bir mürebbi olarak bir âlim olarak söyledikleri ve yaptıkları ila ahir… Bu örneklikler çok ciddi bir biçimde çoğaltılabilir. Hangi ehl-i insaf çıkıp da bunun 6. asra sıkıştığını söyleyebilir? Allah Resûlü’nün (sas) söylediklerinin hepsine suya, ekmeğe ihtiyaç duyduğumuz kadar bugünün dünyasında ihtiyaç duyuyoruz ama biz, belli kalıplara sıkıştırmışız sünneti, o kalıplar etrafında dönüp dolaşıyoruz. Sadece dine ait olan konular söz konusunu olduğunda üç beş tane husus üzerinden meseleyi değerlendiriyoruz. Dolayısıyla da az önce dile getirdiğiniz şüpheler gündeme geliyor doğal olarak. Göreceğiz biz ne kadarını Allah bize yaşatacak bilmiyoruz ama şu anda insanlık her alanda çok ciddi bir krizde. Birçok şeyi denediler, birçok şeyi denemeye de devam ediyorlar. Halen çözülmüyor, halen o krizler devam ediyor. Bu krizlerin aşılacak tek bir şeyi var. Allah’tır hayatı yaratan ve yaşatan. Elbette yöneten de Allah olacaktır. Başka çaresi yok bunun! Siz, Allah’ın dünyasında farklı bir şey yaptığınız zaman yaratanın amacına aykırı şeyler yapmış olursunuz. Bunu iyi anlasak ve örneklik noktasında altını doldurarak takdim etsek o zaman insanlar “Gerçekten oluyormuş!” diyecek. O zaman inandırabilirsiniz. Şimdi istediğiniz kadar asr-ı saâdeti övün… Ben, o gençlere de kızmıyorum. Haklı olarak diyorlar ki: “Bu tarihte kaldı. Nerede bugünün dünyasında?” Ama ben küçük de olsa bir numunesini kendi evimde, işimde, vakfımda oluşturabilsem, giren adam diyecek ki: “Demek ki oluyormuş ve hayal değilmiş.” Bunu dedirttiğimiz zaman işte belli şeyler ortaya çıkmış olacak.
Belki 21. yüzyıldan 1400 sene öncesine gitsek hocam milâdî 6. asırda da benzer sorunlar vardı. İnsanın olduğu her dönemde benzer sorunlar illaki vardır.
Mesela ilk insanın en büyük imtihanı Habil-Kabil meselesi haset değil miydi? Değişti mi? Değişmedi bakın. İnsanlığın başından beridir devam eden bir hastalık. Onun için kabiliyetleri, zafiyetleri değişmiyor insanın. Menfi olan o özellikler değişmiyor, müspet olan özellikler de değişmiyor. Yani âdetler değişmiyor. Değişen ne? Aletler… Âdetler devam ettiği için Kur’ân da sünnet de âdetlerin üzerinden mesajını veriyor. Âletlere bakılmıyor. Ben, Efendimiz’den (sas) öğrendiğim üzere bir bineğe bindiğimde binek duası okuyorum. O zaman biniyordu deveye insanlar, o âyeti okuyorlardı. Ben şimdi uçağa, otobüse, arabama biniyorum o âyeti okuyorum, o duayı okuyorum. “Bu binekleri bize boyun eğdirten/musahhar kılan Rabb’imize hamd olsun.” diye Rabb’ime o hamdimi ortaya koyuyorum ama aletlere takılmıyorum. Aletler değişecek. Yarın belki de ışınlanacağız. Işınlanırken de o duayı okuyacağız. Onu bize nasip eden Rabb’imiz yani. Onun için aletlere hiç takılmamak gerekiyor. Asıl olan yasalar ve âdetlerdir ki onlar hiç değişmiyor.
Hz. Peygamber (sas), Allah’ın insanlar için öngördüğü bir hayatı yaşadı. Yaşamakla kalmadı, insanlara anlattı. Ama temelde bir gayesi vardı: Allah’ı razı etmek. Sahâbe de doğal olarak Hz. Peygamber’den gördüğü üzere vahiyde de karşılığını bulan “Allah onlardan razı, onlar da Allah’tan razı…” (Beyyine 98/8) bir şekilde yaşadılar ama şöyle bir gerçeklik yok mu: Biz şu anda dezavantajlı durumda değil miyiz sahâbeye göre? Çünkü onlar Hz. Peygamber’in yanı başlarındaydı ve başlarına bir iş gelse hemen vahiy inzal oluyordu ve karşılaştıkları sorunlara çözüm buluyorlardı. Bu anlamda onlar bize göre avantajlı durumda değiller mi?
Avantaj ve dezavantaj açısından değerlendirildiğinde bu dediğiniz sahâbe açısından inanılmaz derecede bir avantaj, bizim için de dezavantaj. Bir de bizim tarafımızdan bakalım. O gün içinizden geçen meseleler için bile âyet geliyor. Bu çok zor bir şey. Düşünün mesela evde hanımla bir şey yaşıyorsunuz. Mescid-i Nebevî’ye yürürken ayaklarınız gitmiyor. Genelde gece yaşanan hâdiseler üzerine inen âyetleri Efendimiz (sas) sabah namazında okuyor. “Acaba bugün semadan gelen vahiy benden bahsedecek mi?” diye tir tir titriyor. Mesela Hucurat sûresinde “Seslerinizi peygamberin sesinin üzerine çıkarmayın!” (49/2) âyeti indiğinde Sabit b. Kays üç gün evden çıkmadı. Kendisiyle de alakası yok ama gür bir sedası olduğu için kendisinden bahsedildiğini düşünerek böyle bir tereddüt geçiriyor. Onun için evet avantajları da var, dezavantajları da var. Bize yönelik avantajlarına da baksak, o gün sahâbî efendilerimizin büyük bir kısmı Kur’ân’ın âyetlerinin hepsini bir arada görmediler. Ellerinde mushaf bile yoktu. Allah Resûlü’nden (sas) duydukları kadarı vardı. Çünkü o günkü şartlar öyleydi. Şu anda biz Kur’ân’ın tamamına vakıfız. Bu çok büyük bir avantaj bizim için. Duyan sahabi duyduğu kadarıyla Allah Resûlü’nün (sas) sözlerini biliyordu. Bazen birbirlerine sorarak öğrendikleri de oluyordu. Biz bugün mesela Riyazü’s-Salihin’i elimize aldığımızda Allah Resûlü’nün (sas) söylediği en önemli hadislerin tamamına bir anda ulaşabiliyorum. İmam Buhârî’nin Sahîh’ini elime aldığımda tamamına ulaşıyorum. O gün bir hadisi doğrulatmak için işte yanı başımızda Ebû Eyyûb el-Ensârî -binlerce selâm olsun- örneğinde olduğu gibi kalkıp Medine’den ta Kahire’ye kadar yolculuk ediliyordu. Bugün ise bir hadisi değil bin hadisi bir anda elde edebiliyoruz. Avantajlarıyla ve dezavantajlarıyla baktığımızda bunu görebiliyoruz.
Şimdi bir mesele de var. Onu da bu vesileyle kardeşlerimizle paylaşalım. Bir meclise denk geliyor Mikdad b. Amr. Onun geldiğini görenler “Ne mutlu Peygamber’i gören bir sahâbî geliyor bize. Ah keşke biz de onun gibi olsaydık, biz de o günlerde yaşasaydık, biz de şu gözlerle Resûlullah’ı (sas) görseydik, Bedir’de, Uhud’da olsaydık!” diyorlar. Biz de söylüyoruz bazen böyle şeyleri ama Mikdad b. Amr diyor ki: “Böyle söylemeyin! Vallahi biz nice adamları gördük, siz onları gördüğünüzde ihtişamlarından, heybetlerinden dolayı onları adam zannederdiniz. Her birisi bir hurma ağacı gibiydi ama imansızlıktan ve nifaktan dolayı burunlarının üzerine devrilip gittiler. Siz şimdi halinize şükredin ki Allah sizi iman üzere kıldı.” Onun için vallahi bilmiyoruz o dönemde yaşasaydık ne olacağımızı. Onun için bunların hepsini iyi değerlendirmemiz lazım ama bir şeyin çok ciddi bir biçimde hasretini çekiyoruz: Ben mesela çocukluğumda 16 yaşıma kadar Erzurum Horasan’daydım. Sonra 1989’da geldim İstanbul’a. 20’li, 25’li yaşlarımıza kadar memleketimizde de burada tanıdıklarımızda da Peygamberimiz’in (sas) kokusunu hissettiğimiz büyüklerimiz vardı. Vallahi vardı. Onlar kayboldu. Yani onların yanına gittiğinizde, ocaklarına oturduğunuzda ayaklarınız yerden kesilirdi, bir hava hissederdiniz. Peygamber’in hasretini gidereceğiniz mevzileriniz, meclisleriniz vardı. Az da olsa vardı. Biz yetiştik mesela elhamdülillah bazılarına. Babalarımız daha fazlasına yetiştiler. Şimdi derneklerimiz, vakıflarımız, tekkelerimiz, dergahlarımız, binalarımız çoğaldı ama o koku gitti. O koku yok işte. O sevdayı, hasreti giderebileceğimiz yerler azaldı. Yerler azaldığı için bir sıkıntıyı yaşıyoruz. Onun için
Eyvallah hocam. Yine buna dair bir soru gelsin o zaman hocam. Siz her zaman dersiniz ki “Biz zaferden değil seferden sorumluyuz.” Yani aslında şunu söylemek istiyorsunuz: Biz sonuçla ilgilenmiyoruz. Sorumluluk bilinciyle yapacağımız vazifeleri bihakkın yerine getirmeye çalışıyoruz. Buradan yola çıkarak şunu söyleyebilir miyiz: Hira sürecini yaşamadan, içinde bulunduğu toplumun sorunlarını günlerce, aylarca, yıllarca, defalarca -tabir caizse- bedenini patlatırcasına Hira’ya çıkıp saatlerce Mekke’yi gözleyerek o sancıyı yaşamadan ve o sancıyı yaşayan Hz. Peygamber’i anlamadan yola çıkmak ne kadar doğru? Yani böyle bir Peygamber profili ortada dururken bir de bugüne gelelim. Aileler dağılıyor, toplumun her tarafında bir problem var. Yanı başımızdaki çocuklarımızla ilgili belki hiç aklımıza gelmeyecek imtihanlarla karşılaşıyoruz. Kendi etrafımızdaki insanların, çağdaşlarımızın yani aynı çağda yaşayan insanların dertleriyle çok kafa yormadığımızı düşünüyorum. En azından kendi adıma bunu söyleyebilirim. Sizi tenzih ederim. Yoruyorsak da yeteri kadar yormuyoruz. Ve bu konuda da Müslümanlar olarak çok samimi olmadığımızı düşünüyorum. Belki bu sancıyı yaşasak, bu sancı belki bizi alıp Hira’lara götürecek ve orada Allah’ın inayetine de ulaşacağız diye düşünüyorum. Sanki Efendimiz’in (sas) bu yönünü de örnek almak gerekiyor.
Kesinlikle. Bu çok doğru ve önemli bir şey. Belki de bugün sadece hocalarımız değil, davetçilerimiz, insanlara İslâm’ı anlatma adına mevzilerde olan, kürsülerde olan, sosyal medya platformlarında olan insanlarımızın da en büyük eksikliklerinden bir tanesi bu değil mi? Bir şeyler söylüyor ama o gün karşısında olan gencin, babanın, annenin, her ne ise, belki o gün çok derin bir yarası var ve o yaraya derman olabilecek bir şeyler duymak isterken bambaşka şeyler duyuyor ve haklı olarak muhatap “Ya bu din benim sorunumu çözmüyor, benimle alakalı bir şey söylemiyor” diyor. Düşünün Efendimiz (sas) 35 yaşından itibaren 40 yaşına kadar o Hira’da geçirdiği süreçte bu sancıları çekti. Sonra o sancının arkasından gelen doğumla da insanların karşısına geçtiğinde mesela Mekke’de diyelim ki o gün kölelik diye bir mesele var, “Kölelere özgürlük!” diye bağırdı Efendimiz (sas). Yani yaşanan sosyal bir yaraya merhem olacak, ilaç olabilecek, deva olabilecek bir şey söyledi. Sen bugün bu toplumda yaşıyorsun. Kadınların bir sürü sorunu var, gençlerin bir sürü sorunu var, yetişkinlerin bir sürü sorunu var. Bu sorunlara derman olabilecek hiçbir şey söylemiyorsun. Hiçbir şekilde bir yol gösterecek bir durumda bulunmuyorsun. “Faiz haram! Gitmeyin bankalara, çekmeyin kredi!” diye bağırıyorsun çok güzel ama genç evlenecek. Bir ev lazım. Ev kirası bugün İstanbul’da en kötü şartlarda 15.000 lira. Ne yapacak bu genç? Sen hayatın içerisinde hayatın soğuk yüzüyle, gerçekliğiyle alakalı ne söyleyeceksin? Dinin ahkâmını bağırmak şeriatçılık değil. Bazıları şeriatçılığı bu zannediyor ve sadece slogan atmakla aslında bu işin halledileceğini zannediyor ama öyle değil. Sen onu söylediğinde bir alternatif adına da bir şey sunmadığın zaman topluma, o toplum nasıl bu dinle gerçeklik üzerinden bir bağ kuracak? Dinle sahih ve selim bir bağ nasıl kuracak? Allah Resûlü (sas) bunu yaptı işte. Bugün bizim de anlamamız gereken şey bu. Eğer bunu yapmadığımız zaman zarar veririz. Belki de sükût etmemiz, susmamız emin olun konuşmamızdan daha fazla fayda sağlayacak çünkü her konuştuğumuz şey yaranın derinleşmesine sebebiyet veriyor. İyice o yarayı derinleştirecek şeylere sebebiyet veriyor. O zaman en iyisi sükût etmek oluyor. Onun için bunların hepsini bu çerçeveden anlamak durumundayız.
Allah razı olsun hocam. Geçim derdinin öne çıktığı, ailelerin dağıldığı, insanların çocuklarıyla ciddi sorunlar yaşadığı, insanın kendisiyle ilgili birçok sorun yaşadığı, kendisine yabancılaştığı, hız ve hazların tercih edildiği, teknolojinin bu kadar yaygın bir hale geldiği; spot başlıklarla 3-5 dakikalık videoların hayatı esir aldığı, hayatın her anlamda sosyal medyada yaşandığı ve maalesef ölümden sonraki hayat için değil günübirlik bir hayat anlayışının öncelendiği; bilgi, ahlak, merhamet, sevgi, saygı, vefa, tecrübe, çaba, fedakarlık, güvenin de itibar görmediği bir dönemden geçiyoruz. Evet bu halde yaşayan insanları eleştirelim ama rehberlik niteliğine sahip insanların da kendilerini sorgulamaları gerekmiyor mu? “Gençler neden bu halde?” derken “Biz bu gençler üzerinde neden etkili olamıyoruz?” demesi gerekmiyor mi? Bu halde biz Peygamber’i nasıl anlatırız? Bir karşılığı olur mu?
Bunun cevabı da “Of! Babam, of!”tur zaten. Aynen öyledir. Gerçekten öyle. O söyledikleriniz ve saydıklarınızın her alanını çok derin bir biçimde yaşıyoruz. Mesela birkaç gün önce bir kardeşimiz bir evladıyla ilgili sorununu anlatıyor bana. Çok da ağır bir imtihan. Allah yardımcıları olsun. “Hocam aklımın ucundan geçmezdi bu imtihanı benim yaşayacağım.” diyor. “Ben duyuyorum sosyal medyada, haberlerde, falanca bunu yapmış, filanca bunu yapmış. Benim de bir gün o imtihanı yaşayacağım aklımın ucundan geçmezdi.” Vallahi böyle. Şu anda hepimiz her an bu imtihanları en derin bir biçimde yaşıyoruz yani. Bu kadar imtihanın yaşadığı bir yerde hele hele bu meselelere işte dinî anlamda referanslar sunan, topluma bir şeyler söyleyen insanlar olarak ki ben en başta kendimi o sınıfa dahil ediyorum, çok ciddi bir biçimde bir sorumluluğumuz var. Yani öyle böyle değil. Ve inanın ki hiç bu kadar mesela kaç yıldır siz beni tanıyorsunuz, yıllardır beraberce elhamdülillah hizmet ediyoruz, ben son birkaç senedir zorlandığım kadar hiç zorlanmadım. Son birkaç senedir o kadar zor ki kürsüden konuşmak çünkü her söylediğiniz sözü öncelikle kendi üzerinize alıp, kendi dünyanızda bir yere konumlandırmak durumundasınız. O konumu iyi yapmadığınız zaman yani sadece eğer nakilciyseniz, naklediyorsanız işiniz kolay. Alırsınız, verirsiniz yani. Arapların bir sözü vardır: “Nakilci bakkal gibidir. Alır, satar.” Öyleyse sorun yok ama alıp da onu yaşama adına, alıp da onu üzerinize giydirme adına bir sorumluluğunuz varsa ki en önemli sorumluluk o, vallahi çok zor. Allah hepimizin yardımcısı olsun. Burada bir şeye belki dikkat etmemiz lazım. Bu vesileyle onun da altını çizelim. Neden örnekliklerin sayısı çoğalmıyor? Hep birbirimizden beklediğimiz için. Yani ben iyi örnek olurum ama işte Mehmed de şöyle davranırsa, ben iyi bir baba olurum ama o da böyle olursa… Böyle değil işte. Karşıya beklenti adına bir şeyi bağladığınızda orada işte başka bir şey devreye girmiş oluyor. Hatta çok ilginçtir Efendimiz (sas) iyiliği devam ettirme, iyi kalma ve iyiliği devam ettirme noktasındaki meseleyi karşıya bağlayana şahsiyetsiz insan diyor. Bizim şu anda en büyük problemimiz de bu aslında. Ben kendim olmalıyım. Bana ne ya o olur olmaz, ben söylerim etki eder etmez, ben ne yapayım yani? Ama ben eğer bunu hep karşıya bağlarsam, ki şu anda öyle oluyor ne yazık ki, iyi olan kardeşlerimiz de iyi olan insanlarımız da iyi kalmamalarının sebebi bu. Bir yanlış gördüklerinde onlar da yanlış bir şey yansıtmaya başlıyorlar. Ama biz bunu bir anlasak vallahi bazı şeyleri değiştiririz Allah’ın izniyle.
İnşallah hocam. Dua niyetine olsun. Hocam bazı kelimeler var ki bugüne, 21. yüzyıla ait kelimeler. Acaba diyorum Hz. Peygamber için “karizmatik bir insandı” desek toplumdan nasıl bir tepki alırız?
Diyenler de var ama bu çok da iyi bir ifade değil. Neden? Efendimiz’in (sas) gerçekten karizması var mı? Hem de o biçim… Ama bu sadece bugün bazı insanlar için kullanılan “karizmatik lider” ifadesine tam uymuyor Efendimiz’in (sas) örnekliliği… Çünkü orada bambaşka bir şey var ve hayatın bütün alanlarında sadece liderlik noktasında değil, tarihte de bugün de liderlik özelliği olan nice insanı görürsünüz devletler yönetir, devletlere ait nice nice şeyler ortaya koyar ama aynı lideri evde iyi bir örneklikte göremeyebilirsiniz. Hayatın bir alanında çok üst düzeyde olabilir, başka bir yerde o kadar başarı ortaya koyamayabilir. Mesela Allah bize belli alanlarda bazı kabiliyetler vermiştir, biz de onları geliştirmişizdir ama zafiyetlerimiz de çoktur. Allah Resûlü’nde (sas) böyle bir şey yok. Onun önderliğini, üsve-i hasene olma özelliğini böyle anlamak lazım. Bütün alanlarda olabilecek en güzel numune… Tek bir alana sıkıştıramıyoruz. Onun için “karizmatik bir lider” dediğimizde o özelliği öne çıkardığımızda başka şeylerini biraz devre dışı bırakmış olabiliriz. Dolayısıyla biz Kur’ân’ın kullandığı ifadeyi kullanalım ve “en güzel örnek, en ideal rehber, en kâmil numune” diyelim ki ona bakarak kendimize çeki düzen verelim.
Sizin “Yaşayan Kur’ân” ifadeniz var zaten. O da çok güzel. Hz. Âişe validemizin de ifadesi de bu yönde. Hocam her halimizle bugünün insanı için söyleyecek olursak bir soğukluk ve donukluk var. Bu soğukluk ve donukluk hissiyatımızın da gitmesine sebep oldu. Yani samimilikten ziyade sıcak bir Müslüman olmadığımız için belki etkisini göremiyoruz. İbadetlerimizde, sorumluluklarımızda ve temsiliyetimizde de hâli müşahede ediyoruz. Bununla beraber şöyle bir şey var: İnsanlar her geçen gün yalnızlığa itiliyor, kendileri de yalnızlığı tercih ediyorlar. Sosyal hayatın içinde bile olsa aktif insan bile olsa kendi iç dünyasına çekildiğinde o yalnızlığıyla baş başa kalıyor. Bu yalnızlığa alternatif bir Peygamber kimliği sunabilir miyiz insanlara?
Vallahi sunabiliriz. Bu din cemaat dinidir aslında. Cemaatle ancak yaşanabilir, cemaatle o bereket tam anlamıyla sağlanabilir. Eğer biz bunu anlamazsak zaten o dinin temel bir meselesini de devre dışı bırakmış oluruz. Bununla birlikte o tespitiniz de doğru esasında. Ne yazık ki samimiyetin, o hissiyatın azalmasının çok üst düzeyde yaşadığımız bir zamanı ve zemini yaşıyoruz. Burada da yapmamız gereken bir şey var. En azından bu işi anlayan insanlar, bu işin gerekliliğini bilen insanlar iyi bir numune ortaya koyarlarsa, işte Kur’ân’ın ifadesiyle bütün ehl-i imana hitap ederek diyor ki: “Sizin içinizden iyiliği emredip kötülükten nehyeden bir cemaat olsun/oluşsun.” (Âl-i İmrân, 3/200). Yani bir maya oluşsun. Bu mayaları oluşturabilmek asıl mesele. Düşünün koca bir tencere sütü bile bir kaşık maya yoğurda dönüştürüyor. O az olan ama o az olup kaliteli olan, hakkını veren, gerçekten bunun örnekliliğini yansıtan o maya eğer olursa o mayalar. Onun için o mayaları arttırmanın aslında gayretini vermeliyiz. Ne kadar zor olursa olsun, ne kadar bedeli ağır olursa olsun o örnekliliğin altını doldurabilecek şekilde bizim korumamız ve yansıtmamız gerekiyor. Eğer bunu yapabilirsek Allah’ın izniyle küçücük bir maya, koca koca cemaatleri, koca koca kitleleri mayalayacak bir noktaya gelir. Niyazımız da bu esasen…
İnşallah. O da dua olsun hocam. Hocam söyleşimizi tamamladık. Allah sizden de razı olsun. Benim de ümidim, arzum o ki koca bir sahâbe neslini yetiştiren ve onları daha sonra dünyanın dört bir tarafına dağıtan o numune-i imtisal Efendimiz’in (sas) manevi şahsiyetinin bugüne de o anlamda etkisini, tesirini görürüz, o anlamda biz de hayatlarımıza örnek alırız. Ben sözümü böyle tamamlayayım ve son sözleri de size bırakayım.
Sizin temennilerinizi aynen ben de dile getiriyorum. Allah bizi iyi etsin, iyilikten ayırmasın, iyilerle beraber yaşayacak bir hayatı bizlere nasip etsin. Sâdık ve sâlih insanlar az da olsa vardır dünyada, hiçbir zaman eksik değillerdir. Biz sâdık ve sâlih olursak Allah yollarımızı onlarla kesiştirecek. Onun için bütün derdimiz o sâdık ve sâlihlerden olma adına bir gayret içerisinde olsun. Eğer olursa Cenâb-ı Hakk bizi de onlarla beraber kılar ve bu dünyada iyilerle beraber olan öteki dünyada da iyilerle beraber olur. Allah bizi iyilerden ve iyilikten ayırmasın. Teşekkür ediyorum ben de bu emeklerinizden dolayı. Rabb’im bu çalışmalarınızı sizden de salih bir amel olarak kabul buyursun.
Âmin inşallah hocam. Çok teşekkür ediyoruz. Allah razı olsun.