Dünya kevn ü fesat alemidir. Bir tarafta oluşlar olduğu gibi, diğer tarafta da yok oluşlar devam etmektedir. Yaratılan bütün varlıklar bir ecelle sınırlı olup, alınlarında fânilik mührünü taşımaktadır. Dünya hayatının musibetlerden ve afetlerden tamamen uzak olması mümkün gözükmemektedir. Bunlar hayatın bir gerçeği, ayrılmaz bir parçasıdır. Dolayısıyla dünyada hiç kimse Allah’ın azabından emin olamaz: “Yoksa o ülkenin halkı geceleyin uyurlarken kendilerine azabımızın gelmeyeceğinden emin mi idiler? Veya o ülke halkının güpegündüz eğlenirlerken kendilerine azabımızın gelmeyeceği konusunda güvenceleri mi vardı? Allah’ın ansızın gelen azabından emin mi oldular? Fakat ziyana uğrayan topluluktan başkası Allah’ın azabından emin olamaz.”[1]
Kur’ân-ı Kerîm, musibetlerin birbirine zıt iki hikmete binâen vuku bulduğunu bildirmektedir. Birinci sırada Allah’a ve O’nun peygamberlerine karşı gelen; şirk, küfür, düşmanlık gibi büyük günahlarda ısrar eden kişi ve toplulukların başına inen afet ve musibetlerdir. Bu musibetler o günaha dalmış mücrimleri cezalandırıp helak etmek için gelmiştir ve gelmektedir. Kur’an-ı Kerim’de bu konuyla ilgili geniş açıklamalar yer almaktadır. Misal olarak Ankebût suresinde Hz. Nuh, Hz. İbrahim, Hz. Lût, Hz. Şuayb, Hz. Hûd, Hz. Sâlih, Hz. Musa, Firavun, Karun ve Hâmân kıssalarına kısaca yer verildikten ve onların acı sonlarına temas edildikten sonra hülasaten şöyle buyrulmaktadır:
“Her birini günahından dolayı cezalandırdık; kiminin üzerine taşları savuran fırtınalar gönderdik, kimini o korkunç ses yakaladı, kimini yerin dibine gömdük, kimini sularda boğduk. Allah’ın muradı onlara kötülük etmek değildi, fakat onlar kendi kendilerine kötülük ediyorlardı.”[2]
Ayette işaret edildiği üzere Nuh kavmi tufanla, Firavun ve ordusu Kızıl Deniz’de korkunç dalgalar arasında boğularak, Lut kavmi üzerlerine taş yağmuru yağdırılarak, Semûd kavmi korkunç bir sayha ile, Karun ise bütün saltanatıyla yerin dibine geçirilerek helak edildiler. A’râf suresi, Hûd sûresi, Şuara sûresi gibi kavimlerin helaklerinin peşpeşe anlatıldığı yerleri göz önünde bulundurduğumuzda Kur’an-ı Kerim’in onların bu helak haberleriyle dolu olduğu görülecektir.
İkinci sırada ise peygamberlerin ve müminlerin başlarına gelen musibetlerdir. Bu konuya da pek çok ayet-i kerimede yer verilmektedir. Öncelikle şunu ifade etmekte fayda vardır ki, eğer bu hayatta sırf iman ve ihlası sebebiyle belâ, afet ve musibetlerden emin olacak bir kimse olsaydı onlar Peygamber Efendilerimiz, özellikle de Peygamberimiz (s.a.v.) Efendimiz olurdu. O halde o seçkin kulların hayatlarına bir bakalım, belâ, musibet ve eziyetlere uğramayan bir peygamber var mıdır?
Adem (as) şeytanın iğvasına aldanıp yasak ağaçtan yiyince cennetten çıkarıldı ve nice dünya mihnetlerine maruz kaldı: “Allah, Birbirinize düşman olmak üzere inin! Sizin için yeryüzünde bir süreye kadar yerleşme ve faydalanma vardır, buyurdu.”[3]
Nuh (as) 950 sene ağır bir sabır ve çile çemberinden geçirildi. Neticede şöyle yalvarmaya mecbur kaldı. “(Rabbim!) Artık yenik düştüm; yardımını benden esirgeme!” diye rabbine yalvardı.”[4] “Yeryüzünde inkârcılardan hiç kimseyi sağ bırakma!”[5] niyazında bulundu.
Süleyman (as) büyük bir imtihana tabi tutuldu, bütün dünyalara hükmeden bir kral peygamber iken bir ara tahtını, saltanatını kaybetti: “Andolsun biz Süleyman’ı bir sınavdan geçirmiş, onu tahtının üstüne bir ceset olarak koymuştuk; sonra o bize yöneldi.”[6]
Eyyub (as) amansız bir hastalıkla imtihan edildi: “Kulumuz Eyyûb’u da an. O, rabbine, “Şeytan bana sıkıntı ve acı vermektedir” diye seslenmişti.”[7] “Eyyûb’u da an! Hani rabbine, “Başıma bu dert geldi. Ama sen merhametlilerin en üstünüsün” diye niyaz etmişti.”[8]
Yakup (as) kaybettiği oğlu Yusuf’un hasreti ve acısıyla gözlerinden oldu: “Yakup, onlardan yüz çevirdi, “Âh Yûsufum âh! İçim yanıyor!” diyordu. Sonunda üzüntüden gözlerine boz geldi. Artık kederini içine gömüyordu.”[9] “Ben acımı ve kederimi ancak Allah’a arzediyorum ve ben sizin bilmediklerinizi Allah gelen bilgiyle biliyorum” diyordu.[10]
Nice peygamberler can düşmanları tarafından acımasızca öldürüldü. Zekeriya ve Yahya (as) bunun en acı örnekleridir.
Peygamberimiz (sav) ise en çok eziyete uğramış savaşlar, ölümler, kıtlıklar gibi büyük musibetlerle imtihan edilmiştir. Sadece Uhud’da gözünün önünde çok sevdiği amcası Hz. Hamza olmak üzere 70 sahabisinin şehid edilmesi ne kadar büyük bir musibettir. Demek hayat hep gül pembe değildir; hayatın acı gerçekleri vardır. Şu âyet-i kerime bu açıdan ne kadar önemli bir gerçeği dile getirmektedir. “Yoksa sizden öncekilerin çektikleriyle karşılaşmadan cennete girebileceğinizi mi sandınız? Onlar öylesine yoksulluk ve sıkıntı çekmişler, öyle sarsılmışlardı ki peygamber ve yanındakiler, “Allah’ın yardımı ne zaman gelecek?” diye niyaz etmişlerdi. Bilesiniz ki Allah’ın yardımı yakındır.”[11]
Özellikle şu âyet-i kerime müminlerin imtihan gereği bir kısım musibetlere maruz kalacağını açık bir şekilde dile getirmektedir:
وَلَنَبْلُوَنَّكُمْ بِشَيْءٍ مِنَ الْخَوْفِ وَالْجُوعِ وَنَقْصٍ مِنَ الْاَمْوَالِ وَالْاَنْفُسِ وَالثَّمَرَاتِۜ وَبَشِّرِ الصَّابِر۪ينَۙ
“Andolsun ki sizi biraz korku ve açlıkla; mallardan, canlardan ve ürünlerden eksiltmekle sınayacağız. Sabredenleri müjdele!”[12]
Ayet-i kerimede kulların başına gelebilecek belli bir kısım musibetler hülasa olarak haber verilmektedir:
– Korku
– Açlık
– Mallardan noksanlaşma
– Canlardan noksanlaşma
– Ürünlerden noksanlaşma
Bu ayetin indiği dönemi ve bununla bağlantılı olarak Peygamberimiz ve ashabının durumunu dikkate alarak sözkonusu musibetlerle ilgili müfessirlerimiz şu açıklamayı yapmışlardır:
1) Ayette bahsedilen şiddetli korku, Peygamberimiz ve ashabı, inandıkları yepyeni tevhid dini olan İslâm sebebiyle bütün Arapları karşılarında gördükleri zaman meydana gelmişti. O vakit onlar, müşrik Arapların kendilerine yönelip, aleyhlerinde bir araya gelmelerinden emin değildiler. Böyle bir korku duymalarında da haklıydılar. Nitekim Ahzâb (Hendek) gazvesinde böylesine bir korku yaşanmıştı. Âyet-i kerimelerde bu durum şöyle dile getirilmektedir: “Ey iman edenler! Allah’ın size şu lutfunu hatırlayın: Üzerinize düşman ordusu gelmişti de onların üzerine şiddetli bir fırtına ve göremediğiniz bir ordu göndermiştik. Allah bütün yaptıklarınızı görmekte idi. Yukarınızdan ve sizden aşağıda bulunan bölgeden üzerinize gelmişlerdi; korkudan gözler kaymış, yürekler ağızlara gelmişti; bu esnada Allah hakkında olmadık zanlara kapılmakta idiniz. İşte o zaman müminler büyük bir imtihan geçirdiler ve adamakıllı sarsıldılar.”[13] Yine onların yaşadığı bu korku bir başka ayet-i kerimede şöyle dile getirilmektedir: “(Ey müminler!) Bulunduğunuz yerde önemsenmeyecek kadar az olduğunuz, insanların sizi kapıp götürmelerinden korkar halde bulunduğunuz zamanı hatırlayın. O durumda Allah size sığınacak yer verdi, yardımıyla sizi destekledi, size güzel rızıklar ihsan etti; umulur ki şükredersiniz!”[14]
2) Ayetlerin indiği dönemde bölgesel olarak açlığın, kıtlığın yaşandığı yerler ve zamanlar oluyordu. Özellikle Peygamber Efendimiz’in Medine’ye hicretinin başlarında insanların mallarının azlığı sebebiyle ciddi bir açlık tehlikesi gelip çatmıştı. Öyle ki Hz. Peygamber (s.a.v.) ve sahabe, açlık sebebiyle karınlarına taş bağlamışlardı. Hatta Hz. Peygamber bir akşam dışarı çıktığında Hz. Ebu Bekir ile karşılaşır, Hz. Ebu Bekr’e, “Seni dışarı çıkaran nedir?” diye sorar, “Açlık!” diye cevap vermesi üzerine Hz. Peygamber (s.a.v.), “Seni dışarı çıkaran beni de dışarı çıkarmıştır” buyurur. Açlık bazan, yiyecek bittiği zaman cihâd yolculuğu esnasında da olmuştur. Nitekim Cenâb-ı Hak şöyle buyurmuştur: “…Çünkü onlar Allah yolunda ne zaman bir susuzluk, yorgunluk ve açlığa mâruz kalsalar, kâfirleri öfkelendirecek biçimde bir yere ayak bassalar veya düşmana karşı bir başarı elde etseler, bunların her biri mutlaka onlar için iyi birer amel olarak yazılır. Allah iyilerin emeğini asla boşa çıkarmaz.”[15]
3) Mallardan noksanlaşma, müslümanların cihada hazırlanmak için mallarını infak etmesiyle gerçekleşmiştir. Canlardan noksanlaşma da Bedir, Uhud gibi savaşlarda bir kısmının ölmesiyle meydana gelmiştir. Nitekim Cenâb-ı Hak, “Kolay da olsa zor da olsa sefere çıkın ve mallarınızla canlarınızla Allah yolunda cihad edin. Bilirseniz, bu sizin kendi iyiliğinizedir”[16] buyurmuştur. Canlar hususundaki noksanlık bazan, Hak Teâlâ’nın, “Birbirinizi öldürmeyiniz”[17] ayetinin tefsirine göre, kardeş ve akrabalardan bazılarının öldürülmesiyle de gerçekleşebilmektedir.
4) Mahsullerin noksanlaşmasına gelince bu, bazan kuraklık, bazan da düşmanla savaşıldığı için, toprağı işleyememekle, bazan da Hz. Peygamber’e gelen elçilere harcamada bulunmak suretiyle meydana gelmiştir.
İmam Şafiî (r.a) ise ayette geçen, havf kelimesini Allah korkusu; açlığı ramazan orucu, mallardaki meydana gelen noksanlığı zekât ve sadaka, canlarda meydana gelen noksanlığı hastalık, muhsüllerdeki noksanlığı ise çocukların ölümü diye açıklamıştır.[18]
Şunu ifade etmek gerekir ki burada örnek kabilinden bahsedilen korku, açlık, can, mal ve ürünlerden noksanlaşma musibetleri, farklı zamanlarda daha farklı sebeplerle de vuku bulabilmektedir. Bunlar, sebepleri, şekilleri ve dereceleri değişse de özü itibariyle aynı musibetlerdir. Ama netice itibariyle bu musibetler müminler için rahmet olmaktadır. Ancak böyle musibetlerin rahmete dönüşebilmesi için Allah Teala’nın bize gösterdiği çok mühim çıkış yolları vardır:
1) “Sabredenleri müjdele” ifadesinin telkin ettiği üzere bu musibetler karşısında sabra sarılmaktır. Tıpkı Firavun’un ölüm tehditleri karşısında “Ey rabbimiz! Bize sabırlar ver ve müslüman olarak canımızı al!”[19] diye yalvaran sihirbazlar gibi Yüce Allah’tan sabır niyazında bulunmaktır. Çünkü sabreden, mutlaka muradına erecek, hakkıyla sabredenlere mükafatları tastamam verilecektir.
2) Musibetin geldiği zamanda istircâ’ yani “İnnâ lillâh ve innâ ileyhi râciûn: Biz Allah’a aitiz, O’ndan geldik yine ona döneceğiz” demektir. Hem mebdemizi/nereden geldiğimizi hem de meadımızı/nereye gideceğimizi hatırlamaktır. Gelen musibetin her şeyin sonu olmadığını, esas dikkate alınması gerekenin ahiret olduğunu, asıl gayenin orada rabbimizin rıza ve mükafatına ermek olduğunu bilmektir:
اَلَّذ۪ينَ اِذَٓا اَصَابَتْهُمْ مُص۪يبَةٌۙ قَالُٓوا اِنَّا لِلّٰهِ وَاِنَّٓا اِلَيْهِ رَاجِعُونَۜ
“Onlar, başlarına bir musibet geldiğinde: Doğrusu biz Allah’a aidiz ve kuşkusuz O’na döneceğiz, derler.”[20]
Rabbimizin gösterdiği bu yoldan gittiğimiz ve ona uygun davrandığımız takdirde:
اُو۬لٰٓئِكَ عَلَيْهِمْ صَلَوَاتٌ مِنْ رَبِّهِمْ وَرَحْمَةٌ وَاُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الْمُهْتَدُونَ
“İşte rablerinin lütufları, yardımları, övgüleri, mağfireti ve rahmeti bunlar içindir ve işte doğru yola ulaşmış olanlar da bunlardır.”[21]
Bu ayet-i kerime bize musibeti ilahi yardıma, lütfa, mağfirete, rahmete ve hidayete vesile kılabilmenin mümkün olduğunu açıkça göstermektedir. Bu hususta Resûlullah (sav) şöyle buyurmaktadır:
“Belâya uğrayan bir kul: “Bizim bütün varlığımız Allah’ındır ve biz ancak O’na dönüyoruz. Ya Rabbi bu musîbet sebebiyle bana ecir ver ve bana aldığından daha hayırlısını bağışla” derse, Allah onu bu vesileyle mükâfâtlandırır ve ona daha hayırlısını verir.”[22]
Buna göre müminlerin başlarına gelen musibetlerin zahiri musibet, batını ise rahmet olabilmektedir. Tıpkı şu âyet-i kerimede de dile getirildiği gibi: “Size zor geldiği halde savaş üzerinize farz kılındı. Hakkınızda hayırlı olduğu halde bir şeyden hoşlanmamış olabilirsiniz. Sizin için kötü olduğu halde bir şeyden hoşlanmış da olabilirsiniz. Yalnız Allah bilir, siz ise bilemezsiniz.”[23]
Buraya kadar yaptığımız açıklamalardan anlaşıldığına göre zahiren musibet gibi gözüken şeyler müminler için rahmet vesilesi olmaktadır. İman, tevekkül ve teslimiyet o musibetlerin rahmete tebdil edilmesine sebep teşkil etmektedir. Müminin her hali güzeldir ve rahmettir; her şey onun faydasınadır, zararına olan bir şey yoktur. Ama kafir ve münafıkların durumu böyle değildir. Şu ayet ve onunla ilgili anlatılan bir hadise bu gerçeği ortaya koymaktadır:
“Gerçek, ne sizin boş temennîleriniz ne de Ehl-i kitabın asılsız kuruntularına bağlıdır. Gerçek şudur ki; kim bir kötülük yaparsa onun cezasını görecek ve Allah’tan başka da ne bir dost bulabilecek ne de bir yardımcı.”[24]
Hz. Ebubekir şöyle anlatır: Birgün Resûlullah (s.a.s.)’in yanında bulunurken “Gerçek şudur ki; kim bir kötülük yaparsa onun cezasını görecek ve Allah’tan başka da ne bir dost bulabilecek ne de bir yardımcı”[25] âyeti nâzil oldu. Efendimiz: “Ebubekir, bana indirilen bu âyeti sana okutayım mı?” buyurdu. Ben: “Tabii ki ya Rasûlallah” dedim. Bana bu âyeti okuttu. Sanki belimin kırılıp ayrıldığını hissettim ve öylece kasılıp kaldım. Peygamberimiz: “Neyin var, ne oldu?” diye sordu. Ben: “Anam babam sana fedâ olsun ya Rasûlallah, hangimiz günah işlemez ki! Şimdi biz işlediklerimiz yüzünden mutlaka cezalandırılacak mıyız?” diye üzüntümü ifade ettim. Bunun üzerine Allah Resûlü (s.a.s.) şu açıklamayı yaptı: “Ey Ebubekir! Sen ve diğer mü’minler hatalarınız sebebiyle dünyada bazı sıkıntı ve meşakkatlere uğratılarak cezalandırılırsınız. Öyle ki Allah’a günahsız olarak kavuşursunuz. Diğerlerine gelince onların yaptıkları biriktirilir ve cezaları kıyamet gününe bırakılır.”[26] Yine bu âyetin tesiriyle sarsılan müslümanlara Allah Resûlü (s.a.s.) şu teskin ve teselli edici nasihatte bulunmuştur: “İtidali kaybetmeyin, doğruluktan ayrılmayın. Şunu bilin ki, müslümanın karşı karşıya kaldığı her bir musibette -ayağının sürçmesi, parmağının kanaması gibi küçük sıkıntıları ve herhangi bir tarafına batan bir diken de dâhil olmak üzere- günahlarına bir kefaret vardır.”[27]
Bu ve benzeri ayet-i kerimelerde Yüce Allah’ın önceden kullarını böyle musibetlerle denemesinin olabileceğini haber vermesinin sebep ve hikmetleri üzerinde şu değerlendirmeleri yapmak mümkündür:
1) Allah Teala, sözü edilen musibetlerden biri veya birkaçı gelip imtihan bilfiil tahakkuk ettiği zaman, kulların gönlünde o musibete karşı sabrı iyice yerleştirmek istemektedir. Böylece musibet karşısında daha çok feryâd ü figân etmekten onları uzaklaştırmış ve belâ geldikten sonra ona sabredip katlanmayı onlara kolaylaştırmış olmaktadır.
2) Kullar, önceden başlarına böyle belâların geleceğini bildiklerinde, endişeleri artar ve artan bu endişe onlarda hemen imtihan edilme isteğini uyandırır. Bu sebeple de onlar daha çok mükâfatı hak ederler.
3) Kâfirler, Hz. Muhammed (s.a.s) ile ashabını dinlerinde sebatlı ve son derece zarar, mihnet, açlık üzere olmalarına rağmen o dinde kararlı olduklarına görünce, onların kesinkes bu dinin sıhhatine inandıkları için onu tercih etmiş olduklarını anlarlar. Bu durum o kâfirleri İslam dininin delilleri hususunda daha ciddi düşünmeye sevkeder. Açıkça bilinen hususlardır ki birine tâbi olanlar önderlerini, sürdürdüğü dâvadan ötürü çok büyük meşakkatler içinde olmasına rağmen yine de o yolda kararlı görürlerse, bu durum, onların kendisine uymaları konusunda daha etkin olur. Aksine onu refah içinde, zahmetsiz gördüklerinde aynı durum hâsıl olmaz.
4) Allah Teâlâ, böyle bir imtihanın, daha olmadan önce, olacağını haber vermiştir. Böylece o kimse, bu haberi veren zatın, doğru haber verdiğini görür. Bu da bir gâibten haberdir. Bu sebeble de bu bir mucize olur.
5) Münafıklardan, Hz. Peygamber’den mal ve bol rızık umarak ona uymuş olduğunu söyleyenler vardı. Cenâb-ı Hak, böyle bir belâyı indirmekle kullarını denediği zaman, münafıklar münafık olmayanlardan ayrılır. Çünkü münafık bu haberi duyduğu zaman, Peygamber (s.a.s)’den uzaklaşır ve dini terkeder. Bu manada ayet-i kerimelerde şöyle buyrulur: “İnsanlar, denenip sınavdan geçirilmeden, sadece “İman ettik” demekle bırakılacaklarını mı sanıyorlar? Andolsun ki biz, onlardan öncekileri de sınamıştık. Allah, elbette doğru olanları ortaya çıkaracaktır; kezâ O, yalancıları da mutlaka ortaya çıkaracaktır.”[28] “Eğer siz (Uhud’da) bir yara aldıysanız bilin ki o topluluk da benzeri bir yara almıştı. Allah’ın gerçek müminleri ortaya çıkarsın ve uğrunda şehitleri olsun diye o günleri biz insanlar arasında döndürüp duruyoruz. Allah, zalimleri sevmez.mBir de Allah, iman edenleri günahlardan arındırmak, kâfirleri de yok etmek için böyle yapıyor.”[29]
6) İnsanın belâlar karşısındaki ihlâsı ve Allah’a yönelmesi, dünyanın o insana yönelmesi halindeki ihlâsından daha çoktur. İşte bu imtihanın hikmeti budur.[30] Ayet-i kerimelerde buyrulur: “İnsanın başına zararlı bir şey geldiğinde yan üstü yatarken veya otururken ya da ayakta iken hemen bize dua etmeye koyulur; onu zararlı durumundan kurtardığımızda ise -sanki başına gelen zararı gidermeye bizi çağırıp yalvarmamış gibi- inkârcılığa dönüp yoluna devam eder; haddi aşanlara işte bu şekilde yaptıkları güzel görünmektedir.”[31] “Andolsun ki senden önceki ümmetlere de elçiler gönderdik. Ardından, belki yalvarıp yakarırlar diye onları darlık ve hastalıklara uğrattık.”[32] “Karada ve denizde yol alıp ilerlemenizi sağlayan O’dur. Gemide bulunduğunuzda, güzel bir rüzgârla gemiler onları kaydırıp götürdüğü ve bu yüzden sevinç içinde oldukları sırada onları bir fırtına yakalar, üzerlerine her taraftan dev dalgalar gelmeye başlar, kuşatıldıklarını zannederler, (işte bu durumda) “Eğer bizi bu felâketten kurtarırsan vallahi sana şükredenlerden olacağız” diye – din ve ibadeti yalnız O’na özgü kılarak- Allah’a dua ederler.”[33]
Bütün bunların ötesinde yeriyle gökleriyle bütün kainatı bekleyen büyük bir afet, büyük bir musibet bulunmaktadır ki, o bütün afetlerin ötesinde bir afet, bütün musibetlerin ötesinde bir musibettir. Kur’an-ı Kerim’in bununla ilgili onlarca beyanından birkaçı şöyledir.
“Ey insanlar! Rabbinize karşı gelmekten sakının. Kıyamet sarsıntısı gerçekten büyük bir olaydır. Onu göreceğiniz gün, her emzikli kadın emzirdiği çocuğu unutacak, her gebe kadın karnındaki çocuğu düşürecektir. Ve insanları sarhoş olmadıkları halde sarhoş gibi göreceksin; çünkü Allah’ın azabı (kıyametin dehşeti) çok çetindir!”[34]
“O büyük felâket (kıyamet) geldiğinde.”[35]
“Kulakları sağır eden o ses geldiğinde.”[36]
“Yer o dehşetli sarsıntısıyla sarsıldığında ve yer ağırlıklarını dışarı attığında ve insan, “Ne oluyor buna!” dediğinde, o gün yer, bütün haberlerini rabbinin ona vahyettiği şekilde anlatır.”[37]
“O kıyametin haberi sana geldi mi? O gün kimi yüzleri zillet kaplamıştır. Bitkin ve yorgun.”[38]
Bundan sonra sonu olmayan bir gün başlayacak; kafirler için sonsuz bir bedbahtlık ve acı akıbet olsa da müminler için sonsuz mutluluk olacaktır. Müminleri bekleyen mutlu sonla ilgili onlarca ayet-i kerimeden şunları zikredebiliriz:
“Rabbimiz Allah’tır” deyip de dosdoğru çizgide yaşayanlar, işte onların üzerine melekler şu müjdeyle inerler: “Korkmayın, kederlenmeyin, size vaad olunan cennetle sevinin! Biz, dünya hayatında da âhirette de sizin dostunuzuz. Orada, çok bağışlayıcı, çok merhametli olan Allah’tan bir ikram olarak sizin için canınızın çektiği her şey bulunacak, yine orada umduğunuz her şeyi elde edeceksiniz.”[39]
“Daha önce bizden en güzel sonucun vaadini almış olanlara gelince, işte onlar cehennemden uzak tutulurlar. Onlar cehennemin uğultusunu işitmezler, canlarının istediği nimetler içinde ebedî olarak kalırlar. En büyük dehşet bile onları tasalandırmaz. Melekler onları, “İşte bu size vaad edilmiş olan (mutlu) gününüzdür” diyerek karşılar.”[40]
“Rablerine karşı gelmekten sakınanlar da gruplar halinde cennete sevkedilecek. Nihayet oraya vardıklarında cennetin kapıları açılmış olacak; bekçileri onlara, “Selâm size! Hoş geldiniz! Ebedî olarak kalmak üzere buyurun girin cennete!” diyecek. Onlar da “Bize verdiği sözü yerine getiren ve cennetten bize dilediğimiz yerinde mesken kurabileceğimiz yurt bağışlayan Allah’a hamdolsun!” diyecekler. (Bunun için) çalışıp çabalayanların ecri ne güzel!”[41]
[1] A’râf 7/97-99.
[2] Ankebût 29/40.
[3] A’râf 7/24.
[4] Kamer 55/10.
[5] Nûh 71/26.
[6] Sâd 38/34.
[7] Sâd 38/41.
[8] Enbiyâ 21/83.
[9] Yûsuf 12/84.
[10] Yûsuf 12/86.
[11] Bakara 2/214.
[12] Bakara 2/155.
[13] Ahzâb 33/9-1
[14] Enfâl 8/26.
[15] Tevbe 9/120.
[16] Tevbe 9/41.
[17] Nisa 4/29.
[18] Fahreddin Râzi, Mefâtihu’l-gayb, IV, 166-167.
[19] A’râf 7/126.
[20] Bakara 2/156.
[21] Bakara 2/157.
[22] Müslim, Cenâiz 4.
[23] Bakara 2/216.
[24] Nisa 4/123.
[25] Nisâ 4/123.
[26] Tirmizî, Tefsir 4/3039.
[27] Müslim, Birr 52.
[28] Ankebût 29/2-3.
[29] Âl-i İmrân 3/140-141.
[30] Fahreddin Râzi, Mefâtihu’l-gayb, IV, 165-166
[31] Yûnus 10/12.
[32] En’âm 6/42.
[33] Yûnus 10/22.
[34] Hac 22/1-2.
[35] Naziât 79/34.
[36] Abese 80/33.
[37] Zilzâl 99/1-5.
[38] Gâşiye 88/1-3.
[39] Fussilet 41/30-32.
[40] Enbiyâ 21/101-103.
[41] Zumer 39/73-74.