Peygamber, Allah’ın vahiy yoluyla öğrettiği bilgileri ve emirleri insanlara ulaştıran elçi anlamına gelir. Nübüvvet makamı da Râgıb el-İsfehânî’nin tanımıyla Allah ile akıl sahibi insanlar arasındaki dünya ve ahiret ihtiyaçlarının giderilmesi için yapılan elçilik görevini ifade etmektedir. Nübüvvet inancı İslâm’a yani Müslüman düşünceye mahsus bir konudur. Nübüvvet esaslı bir dini yorum ise sünnî düşünceyi ortaya çıkarmıştır.
Yahudilik “Seçilmişlik” Hristiyanlık “Teslis” üzerine kurulmuştur. İslâm, tevhid inancını ortaya koyarak teslis inancını -suçlarda, sorumluluklarda ve kemâllerde eşitliliği- getirmiş, Yahudi mensuplarının seçilmişlik inancını da ortadan kaldırmıştır. İslâm’da köle, seçkin kimse, kadın-erkek, avam-havas eşittir. İslâm’da insan, herhangi bir özür bulunmadığı yani istisnâ bir durum olmadığı sürece yükümlülüklerinde eşittir. Klasik dinlerde dinin yükümlülüğünü seçkinler üstlenirken İslâm’da hem sıradan insanlara hem seçkin kişilere sorumluluklar yüklenmiştir. Bu açıdan İslâm, avam- havas ayrımını yıkan tek dindir. Tevhidi anlayabilmek için seçilmişlik fikrinin ortadan kalkması gerekir. Nübüvvetten dolayı İslâm’ın Hristiyanlık ve Yahudilik ile ilişkisi “Tahrif” kavramı üzerinden değil “Nesih” kavramı üzerinden kurulur. Çünkü nesih kavramında şer’î bir hükmün daha sonra gelen şer’î bir delille geçersiz kılınması, ortadan kaldırılması söz konusudur yani İslâm’ın gelişiyle de Hristiyanlık ve Yahudililik geçersiz kılınmıştır.
Müslümanlık kelime-i tevhide inanmakla mümkün olur. Kelime-i tevhidde de peygambere inanmak Allah’a inanmakla birlikte zikredilmiştir. Dolayısıyla tevhid nübüvveti kabul etmekle mümkün olur. Tevhid, Allah’ı bilme ve tanıma biçimidir. Tevhid, peygamberin söylediği cihetten Allah’ın varlığını kabul etmektir. Ayrıca tevhid sadece Allah’ın sayı bakımından birliğini değil Allah’ın her şeye yeterli oluşunu, her bakımından yetkinliğini de ifade eder. İslâm’da Hz. Peygamber (sas) dinin taşıyıcısı konumundadır. Yani peygamber Allah hakkında insanlara bilgi taşır ve peygamberin öğrettiği Allah bilgisi tevhid inancıdır. Allah hakkındaki bilgilerin geçerliliği peygamberin onu meşru kılmasına bağlıdır. Peygamber, Allah’la insanların irtibatının sağlanması ve insanlara talim ve tedriste bulunması için gönderilmiştir. Peygamberler Allah’tan aldığı vahyi insanlara ulaştırır, mucize gösterirler. Peygamberler insanlar arasından seçilir yani peygamberin beşerî özellikleri vardır. Nübüvvet kesbî değil yani çalışıp kazanılacak bir mevki değil, vehbî’dir. Yani Allah tarafından tayin edilir. Peygamberlerin insanlar arasından seçilmesi Allah’ın insanlara bir lütfudur. Çünkü insan bir meleği ya da insanüstü bir varlığı örnek alamaz. Allah insanlara peygamber göndermeseydi insanlar neye nasıl inanacaklarını, nasıl ibadet edeceklerini, sosyal yaşantılarını nasıl düzenleyeceklerini bilemezlerdi. Tevhid inancını insanlar muhafaza edemez, Allah’ın yanında başka varlıklara da tazim gösterirlerdi. Nitekim Cahiliye döneminde Araplar, Allah’a inandıklarını söylüyorlar ancak O’nu ulaşılmaz, uzak ve dünya işlerine karışmayan bir yaratıcı olarak görüyorlardı. Bundan dolayı Allah’la irtibatı sağlayacak putları kendilerine aracı olarak görmüşlerdi. Bu putları tazim ediyorlar, onlar adına kurban kesiyorlar, bir iş yapacakları zaman bu putların önünde fal oku çekiyorlardı. Allahu Teâlâ, Hz. Peygamber’i (sas) bu topluluğa göndererek onları şirk inancından tevhid inancına yönlendirmesi için göndermiştir. Peygamberler tevhid inancını insanlara yerleştirmekle görevlidir.
Peygamberlik müessesesinin Allah, tevhid ve iman ile ilişkisi anlaşılmadan nübüvvetin doğru tanımlanması mümkün değildir. Müslüman toplumda dini düşüncenin neyin üzerine kurulu olduğu meselesi tartışılmıştır. İbnü’l Arabî’ye göre dini düşünce nübüvvet üzerinden Tanrı’nın kabul edilmesi esasına dayalıdır. Müslüman düşünürler nübüvvet müessesesinin gerekliliğine dair birçok delil ortaya koymuştur. Allah insana düşünmesi, bilmesi, doğruyu yanlıştan ayırt edebilmesi, davranışlarını denetleyebilmesi için akıl vermiş ve insanı yükümlülüğe tâbi tutmuştur. Allah bu yükümlükleri yani emir ve yasaklarını da peygamberler aracılığıyla insanlara ulaştırır. Dolayısıyla Allah’a iman eden kimse Allah’ın teklîflerini ulaştırmak için peygamber göndereceğine de iman etmiş olur. Her insanın akıl seviyesi, tecrübesi, yaşadığı ortam aynı olmadığı için akıl mutlak olarak hüküm verme yetkisinde değildir. İnsan aklı Allah’ın varlığını bulabilse de (Maturîdî ve Mutezile’ye göre) Allah’ın sıfatlarını, emir ve yasaklarını, ibadetleri nasıl yapacağını ancak nübüvvet ile öğrenebilir ve insan aklı bunları bilme konusunda yetersizdir. İnsanlar arasında dini ve dünyevi sebeplerden ötürü meydana gelen tartışmalar Allah’ın kendilerine göndermiş olduğu peygamberler vasıtasıyla çözüme kavuşturulmuştur. Peygamberler hem dini hükümleri hem de evrensel ahlâk değerleri insanlara açıklamak ve bunların uygulamalarını hayatlarına tatbik ederek insanlara örnek olmakla görevlendirilmişlerdir. Onlar ilahi emirlerin uygulanması konusunda insanlara rehberlik etmişlerdir. Nübüvvetin gerekliliği bunun gibi birçok delillerle açıklanabilir.
Tasavvuf ilmindeki nübüvvet anlayışı, sûfî gelenekte benimsenen peygamber tasavvuruyla açıklanabilir. Sûfîler, Hz. Peygamberin (sas) dinî ve ruhânî yaşantısını yaşayıp yaşatarak nesilden nesle aktarılmasını sağlamışlardır. İlk dönem sûfîleri ibadet ve Zühtü ile çokça meşgul oldukları için zâhid, âbid, nâsik şeklinde nitelendiriliyordu. Tasavvuf, Hz. Peygamberin (sas) sahâbe ilişkisinden kaynaklanır. Sûfiler de bu geleneği devam ettirmek için sohbet meclisleri oluşturmuşlardır ve bu sohbetlerdeki ilim, takva ve hitabet bakımından diğerlerinden daha önde olan kimseler rehber olarak görülmüştür. Tasavvuf zincirinin ilk halkasında Hz. Peygamber olduğu, Onun miracının tasavvuf ehli için Allah’ın huzuruna manevi yükseliş olduğu, hâl ve makamları kendilerine göre yorumlayan sûfilerin bu tasavvufi eğilimlerini Hz. Peygamber dönemine dayandırdıkları, tasavvuf erbâbı onu insan-ı kâmil, üsve-i hasene, insanlığın önderi, ümmetin şefaatçisi ve kendilerinin pîri olarak gördükleri için Hz. Peygamber’i rehber olarak görmüşlerdir. Sûfiler salavat-ı şerifeye özel vurguda bulunmuşlar ve zikir meclislerinde en çok salavatı tekrar etmişlerdir. Sûfîlerin peygamber tasavvurunda silsile geleneği önemlidir ve bu silsilenin Hz. Peygambere (sas) kadar ulaştığı anlayışı vardır. Zira tasavvufi hayatın temelinde de Hz. Peygamberin dini ve ruhâni yaşantısı yer almaktadır.
Bütün peygamberler Allah’tan aldıkları vahyi artırma ve eksiltme yapmaksızın doğrudan insanlara aktarmışlardır. Peygamberlerin görevi sadece vahyi aktarmak değildir. Bu vahiy doğrultusunda yaşayarak temsil görevini de yerine getirirler ve üsve-i hasene olarak toplumlara en güzel örnekliği teşkil ederler. Nitekim ashâb-ı kiram sosyal hayatlarını nasıl düzenleyeceklerini, Allah’ın emir ve yasaklarını, ibadetleri nasıl yerine getireceklerini bizzat Hz. Peygamberin (sas) yaşantısından görerek öğrenmişlerdir. Nübüvvete iman etmeyen kimse Müslüman olamaz çünkü kelime-i tevhidde Allah’a iman ve peygambere iman bir arada zikredilmiştir. Bununla ilgili Kur’an-ı Kerim’de birçok âyet vardır. “İşte bunlar Allah’ın belirlediği sınırlardır. Kim Allah’a ve Peygamberi’ne itaat ederse Allah onu, içinde ebedî kalmak üzere altlarından ırmaklar akan cennetlere yerleştirir. İşte en büyük başarı ve kurtuluş budur.” (Nisâ, 4/13) Peygambere inanmayan Kur’ân-ı Kerîm’deki pek çok âyeti, ibadeti, dini hükümleri inkâr etmiş olur ve Kur’ân-ı Kerîm’i işine geldiği gibi kendi aklıyla yorumlamaya çalışır. Dolayısıyla İslâm dinini doğru anlamada ve yaşamada nübüvvetin rolü oldukça büyüktür.
Gayet güzel bir yazı olmuş. Maşallah, emeğine sağlık.