Bu soruyu cevaplandırabilmek için, önce Resûlullah Efendimiz’in (sas) şahsiyetinin, biz Müslümanlar için yalnızca anlamak ve anlatmak konularıyla sınırlandırılamayacağını bilmemiz ve bu noktayı daima göz önünde tutmamız gerekiyor. Onun şahsiyeti ve müminlerin nezdindeki mevkii, başka tarihi şahsiyetlerle kıyas kabul etmeyen bir noktada bulunmaktadır. Allah’ın en son gönderdiği peygamber olması yanında, son dinin ve son kitabın da muhatabı, onu insanlara okuyarak tebliğ etmesi, kitabı ve hikmeti öğretmesi, ashabını tezkiye etmesi gibi çok mühim vazifeleri yerine getirmiş bulunduğunu unutmamamız gerekir. Onun peygamberliğine iman etmemiz yanında, kendisine itaat etmemiz, örnek almamız, canımızdan daha fazla kendisini sevmemiz gerektiğini daima hatırlamamız gerekir. Hz. Âişe’nin ifadesiyle kendisinin Kur’an ahlâkıyla ahlâklandığını düşünerek, onu anlamanın aynı zamanda Kur’an’ı anlamak olduğu hiç unutulmamalıdır. Bu noktadan hareketle İslâm Dini’nin Kur’an yanında ikinci kaynağının onun sünneti olduğu gerçeğini de daima düşünmeliyiz. Yaradılış gayemize uygun bir hayat yaşamanın temel esası Allah’ın kulu olduğumuzu idrak etmek ve kendisine daima muhtaç olduğumuzu bilerek O’nu sevmemiz gerektiğini hiç unutmamalıyız. Kur’ân’da, Allah’ı seviyorsak, O’nun Habibine tâbi olmamız emri verilirken, mükafatının da Allah’ın bizi sevmesi olduğunu anlar ve idrak edersek, Resûlullah Efendimiz’in hayatımızdaki gerçek yerini en iyi şekilde tayin ve tespit etmiş oluruz. Bu nokta bizi, Resûlullah Efendimiz’i gerçek ma’nâda anlamak ve anlatmanın başta Kur’ân olmak üzere onun sünnetini, sîretini, ahlâk-ı hamîdiyesini yakından yalnızca anlamamızı değil, aynı zamanda kendimize mal edeceğimiz bir özümseme seviyesine ulaşmamız gerektiğini gösterir. Sorunuz cevabını herkes kendisini hesaba çekerek verebilmelidir: “Onu böylece anladım mı? anlatabildim mi?”