Sözlükte “haber vermek” mânasındaki neb’ yahut “konum ve değeri yüksek olmak” anlamındaki nebve (nübû’) kökünden mastar ismi olan nübüvvet kelimesini Râgıb el-İsfahânî, “Allah ile akıl sahibi kulları arasında dünya ve âhiret hayatlarıyla ilgili ihtiyaçlarının giderilmesi için yapılan elçilik görevi” diye tarif etmiştir. Türkçede nübüvvet kökünden türeyen nebî yerine daha çok Farsçadan alınmış peygamber (peyâmber, haber getiren) ve peygamberlik kelimeleri kullanılır. Risâlet kavramı da nübüvvetle eş anlamlı kabul edilmekle birlikte dinî literatürde daha çok nübüvvet tercih edilmiştir. Her iki kavramda asıl unsuru, Allah’ın vahiy yoluyla öğrettiği bilgileri ve O’nun emirlerini insanlara ulaştırıp ilâhî elçilik görevini yapma teşkil eder. Allah’ın elçi olarak seçip görevlendirdiği kişiye nebî yanında resûl de denir (Y. Şevki Yavuz, “Nübüvvet”, DİA, 33/279).
Nübüvvet, diğer ilahî dinlerde olduğu gibi İslâm dininde de temel inanç esaslarından birisi olup bu müessese, insanlık tarihi boyunca, insanların yolunu aydınlatmak için Allah’ın çeşitli milletlere ve topluluklara peygamberler göndermesiyle ortaya çıkmıştır. Kur’ân’ın ortaya koyduğu temel anlayışa göre insanlar Allah’a kulluk etmek üzere yaratılmışlar ve ahirette bu konuda sorguya çekileceklerdir (Bakara 2/21, 155–156). Allah, bu imtihan konusunda insanları yardımsız bırakmamış, dünya ve ahiret mutluluğunu kazanmada rehberlik etmeleri için onlara peygamberler göndermiştir.
Allah’ın insanlara emir ve hükümlerinin bildirimi (vahiy), doğal olarak nübüvveti gerekli kılmaktadır. Allah’ın mesajını insanlara tebliğ ve tebyin eden bir nebinin bulunması ilâhî bir lütuftur. Peygamberler, tevhid prensibi ve ahiret inancı çerçevesinde şekillenen ve ilâhî hükümlerle anlam kazanan din olgusunu insanlığın önüne koymuşlardır. Peygamberlerin temelde vazifesi Allah’ın kullara bildirmek istediği emir ve yasakları bildirmek; iyilik yapanları müjdelemek, kötülük yapanları da uyarmaktır (Bkz. Âl-i İmrân, 3/20). Allah’ın gönderdiği peygamberlere inanmak ve ona itaat etmek kulluk yükümlülüğü bulunan insan için bir zorunluluktur.
Allah, biz insanları sağlam fıtrat üzere yaratmıştır. Ayrıca Allah, insanı birçok duygularla donatmış ve yine insanın Allah’ın varlığını ve birliğini bilmesi, rahmet ve rızasını kazanması, haramlardan kaçınması için akıl, irade, vicdan, düşünme gibi özellikler de ona bahşetmiştir. Bununla da yetinmeyip varlığına ilişkin insanın hem iç dünyasında hem dış dünyasında birtakım işaretler göstermiş, peygamberler ve kitaplar göndererek de tüm bunları desteklemiştir. Bu itibarla nübüvvetin, Allah ile insan arasındaki iletişimi sağlayan dinin en temel müesseselerinden biri olduğunu söylemek pek tabidir.
İnsanlık tarihinin en büyük liderleri, muallimleri peygamberlerdir. Zira insanlığa yol gösterecek, rehber olacak, insanların kötülük ve ezalarına katlanacak kimselerin, üstün vasıflarla, kabiliyetlerle ve iyi bir tahammül gücü ile donanmış olmaları gerekir. Peygamberler, bu manada nitelikli ve seçkin şahsiyetlerdir.
Peygamberler, beşerî bir varlıktır ve yaşadığı toplumun da bir üyesidir. Yaşamak için çalışmak, rızkını kazanmak ve çevresindeki insanlarla ilişki kurmak zorundadır. Yine bir peygamber aynı zamanda bir eş, bir baba, bir kardeş ve bir arkadaştır. Tüm bu yönleriyle insanların güvenini kazanmış olmalı ve üstün ahlâka sahip olmalıdır. İnsanların birlikte yaşamasından ortaya çıkacak problemlerin çözümünde peygamberlerin görev üstlendiği, insanları iyiliğe, doğruluğa ve hakka yöneltmenin, kötülüklerden sakındırmanın peygamberlerin temel gayelerinden biri olduğu hiç şüphesizdir.
Nitekim Peygamber Efendimiz (sas), gönderilmiş olduğu insanî değerlerden uzak, inkâr, sapıklık, ahlâksızlık gibi bir kâbusun içerisindeki Kureyş toplumunda; insanların bozulmuş, unutulmuş ve kaybolmuş güzel karakterlerini ihya ederek onları eğitmiştir. İslâm’ın dirilten mesajları ile canlı ve yepyeni bir anlayış oluşturmuş, faziletli, medeni, temel ilkeleri olan, yaşayan milletlere örnek teşkil edecek bir toplum oluşturmuştur. Peygamber Efendimiz (sas), gerek sözleri gerekse yaşayışıyla büyük etki yapmış, güzel vasıflarla donatılmış sahâbe efendilerimizden oluşan bir nesli meydana getirmiştir.
Bu bağlamda Suffa İlim Meclisleri, Peygamber Efendimiz’in (sas) toplumu ihya ve inşa ettiği, güzide nesil olan sahâbe efendilerimizi yetiştirdiği ve nebevî mirasın yaşandığı bir kulluk mektepleridir. İslâm medeniyetinin kurulması ve yaşaması konusunda bu meclislerin katkıları yadsınamaz bir yere sahiptir. Kur’ân vahyinin ilk muhatapları olan sahâbe efendilerimiz, vahiy süresince Peygamber Efendimiz’in (sas) yanı başında vahyin nüzûl sebeplerine muttali olmuş ve onun eğitimiyle kendilerini yetiştirmişlerdir. Ashab-ı Suffa modelli kardeşlik müessesesi günümüzde de muhteşem bir emsaldir, örnek bir yapıdır.
Bilgisiz olarak dünyaya gelen insan, eğitime-öğretime muhtaçtır. Aksi halde ilkel arzuların esiri olacağı ve bu durumda insanın bencil isteklerinin artarak idrakinin bozulacağı, doğru düşünme ve gerçeği görme yetisini kaybedeceği, hak yoldan uzaklaşacağı hiç şüphesizdir. Dolayısıyla da insanın eğitildiği bir ilim yuvası olan Suffa, İslâm’ın temellerinin öğrenildiği ve İslâm’ı tebliğ için muallimlerin yetiştirildiği en önemli kurum olma özelliğine sahiptir.
Bir Müslüman için İslâm’ı hakkıyla yaşayabileceği kadar temel bilgiyi öğrenmesi farzdır. Zira ilmin öğrenilmesini temel ilke kabul eden din-i mübin-i İslâm’ın ilk emri, “Yaratan rabbinin adıyla oku!” olmuştur (Alak 96/1). Her Müslüman öğrenmekle yükümlü olduğu gibi öğrendiklerini, bildiklerini öğretmekle de mükelleftir. Dolayısıyla “Sizden, hayra çağıran, iyiliği emredip kötülüğü meneden bir topluluk bulunsun. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir.” (Âl-i İmrân, 3/104)ilâhî emri doğrultusunda tebliğ ve irşad faaliyetinde bulunmak her bir Müslüman için kıymetli ve zaruri bir vazifedir.
Nebevî öğretimin yegâne gayesi ilâhî mesajların tüm insanlığa duyurulması ve buna göre bir yaşayış oluşturulması olduğundan bizler de birer Suffa talebesi olarak bu nebevî mirasa sadık olmalı, bu yaşayışı hayatımızın ana gayesi edinmeli ve buna göre hareket etmeliyiz. Yüce Allah (cc) Kur’ân-ı Kerim’de Peygamber Efendimiz’e (sas) yönelik “Rabbinin yoluna hikmetle, güzel öğütle çağır, onlarla en güzel şekilde mücadele et!” (Nahl 16/125) buyurduğundan bu temel ilkeler ışığında insanlara zorluk çıkarmadan, nefret ettirmeden, kolaylaştırarak İslâm’a davette bulunmalı; bunu yaparken de karşı karşıya kalınabilecek güçlüklere, sıkıntılara, ezalara karşı en güzel sabrı göstermeliyiz. Muhataplarımıza hoşgörüyle ve yumuşaklıkla davranarak manevî, ahlâkî, insanî değerleri yüceltmeli ve erdemli bir toplumun oluşması için mücadele vermeliyiz.
Peygamber Efendimiz’in (sas) kabile esaslı yapıyı kırıp yerine inanç esaslı bir yapı ikame etmek ve Müslümanların kaynaştırılması için Ensar ile Muhacirleri kardeşleştirme uygulaması olan muahatı yeniden bizler de gündem etmeliyiz. İman kardeşliğinin, inanç bağının, birlik ve beraberlik için ana unsur olduğunu gözden kaçırmadan, bu ilâhî emaneti bütün dünyaya ulaştırma azim ve kararlılığıyla nesiller yetiştirmeliyiz. Bunu yaptığımızda değişim ve dönüşümün toplumun dinî, sosyal, kültürel, siyasal, ekonomik, ahlâkî ve hukukî tüm alanlarında görüleceğinin farkına varmalıyız. Sorunlara, sıkıntılara, olumsuzluklara duçar olsak bile âlemlere rahmet olarak gönderilen Peygamber Efendimiz’e (sas), en güvenilir örneğe ve en güzel rehbere sahip olduğumuzu hatırlayarak yeniden ayağa kalkmalıyız.
Bu mücadele tevhid merkezli, ahiret eksenli bir zemine oturduğunda; elbet İslâm davası, toplumda baş gösteren dinî ve ahlâkî çöküntüyü önleyip toplumu yeniden ıslah edecektir.
Güzel günler ve iki cihan saadeti için vakit bu kutlu davaya bir nefer olma vaktidir…