“Ontolojik Statüsü İtibariyle Sünnet ve Din” başlığını taşıyan bu metin, ontolojik statüsü gereği insan varoluşunu Hak ve Hakikatle buluşturma iddiasıyla tebarüz eden dinin, insan varoluşu için sunmuş olduğu teklife ait mantığın, insan idrakiyle buluşturulma çabasının bir ürünü olarak görülebilir. Öncelikle burada teklifi olan din derken İslâm’ın, söz konusu dine ait mantık derken de Sünnet’in kastedildiğini belirtmek gerekmektedir. Dolayısıyla İslâm ve Sünnet’in birbirini mütemmim, birbirinden ayrılmazcasına içe içe geçmiş haliyle dinin ontolojik anlamını belirlediğini söylemek mümkündür.
Felsefede unsur veya element dendiğinde anlaşılan şeyin, herhangi bir şeyin yapısı için özsel bir statüye sahip olan, eksikliği halinde o şeyin o şey olmaktan çıktığı kurucu öğe şeklinde anlaşıldığını da nazar-ı dikkate alarak bir dini, din kılan ontolojik unsurlardan hareketle Sünnet’in din için arz ettiği ontolojik ehemmiyeti irdelemek yerinde olacaktır. Tam da bu bağlamda ifade edilmelidir ki dinin ontolojik unsurlarına yönelik bir soruşturmanın; dini, felsefî bir bakış açısından hareketle üzerinde epistemik tanımlamalar yapılan soyut bir düşünce nesnesi kılmaktan sakınmak suretiyle dinin bizatihi kendi iddia ve teklifinden hareket etmesi son derece önemlidir. Hiç kuşku yok ki dine yönelik böyle bir kaygıdan beslenen bir soruşturma, dini hümanistik onto-teolojiler yani, beşerî epistemik sınırlar içerisine hapsolmaktan koruyacağı gibi, dinin bütün bir insanlık için arz etmiş olduğu ontolojik ve varoluşsal ehemmiyetin idrak edilmesini de mümkün kılacaktır.
Bir dini din kılan, herhangi birisinin eksik olması durumunda dinin din olma vasfını yitirmek suretiyle bir öğretiye dönüşmek durumunda kalacağı üç temel ontolojik unsurdan bahsetmek mümkündür. Aslına bakılırsa peygamberini/sünneti yitirmemek suretiyle bir öğretiye dönüşmemiş olan yegâne din olarak İslâm’da karşılığını bulabileceğimiz dinin temel yapı taşı niteliğindeki söz konusu unsurlar Allah, Kitap ve Peygamber’dir. Meselenin söz konusu üç ontolojik unsur düzleminde ele alınması; dinin, insanın dünya-içre varoluşu açısından nasıl bir ontolojik statüye sahip olduğuna yönelik bir açıklık sağlamanın yanı sıra, insan varoluşunun anlam ve istikametine dair bir ufuk kazandırması bakımından da son derece önemlidir. Burada ifade edilmelidir ki bu yazıda din için olmazsa olmaz bir ehemmiyete sahip olan Allah ve Kitab’ın dindeki yerinden ziyade, Peygamber ve Sünnet’in genelde din özelde ise insan için önem ve gerekliliğine odaklanılacaktır. Bu aynı zamanda peygamber kavrayışı veya kavramı bağlamında, nübüvvetin ontolojik statüsünü konuşmak anlamına gelecektir. Yani “Ontolojik statüsü itibariyle peygamber kimdir?” sorunsalı bağlamında dinin niçin peygambersiz olamayacağı meselesi ve nübüvvetin, insan oluşun dünya-içre anlamı için gerekliliği bu metnin nirengi noktasını oluşturmaktadır.
Kuşkusuz paradigmatik bir duruş noktasına sahip olan bu metin açısından gerçek anlamda din, hümanistik metafiziksel söylemler ve epistemik temsil pratikleri yoluyla din hakkında ortaya konulan teorik söylemlerde karşılığını bulan din değil, “ed-Din”, yani Allah, Kitap ve Peygamber’i muhtevasında buluşturan ve insana dünya-içre varoluşunun anlam ve istikametini kazandıran, böylelikle de insan oluşun anlamı için yegâne imkân statüsüne sahip olan İslâm dinidir. Kanaatimiz odur ki Sünnet’in din içerisindeki ontolojik statüsünü açığa çıkaran bir düşünme pratiği, modern ve çağdaş zamanlarda peygamberin dindeki yerinin anlaşılma noktasında neden ciddi bir kafa karışıklığı, şaşkınlık ya da bir kararsızlık içerisinde olunduğunun yanı sıra, İslâm’ın insana nasıl bir varlık-oluşsal teklif sunduğunun anlaşılması açısından da son derece önemlidir.
Grekçe’de açığa çıkmak anlamına gelen ve Hakikat kavramının karşılığı olan aletheia kavramından mülhem, bu metinde açığa çıkarmak ifadesini bilinçli olarak tercih ettiğimizi vurgulamamız gerekmektedir. Kökeni itibariyle Grekçe’de aletheia kavramı gizli olmamak, açığa çıkmak anlamlarını ihtiva ettiği gibi, Hakikat meselesi de özü itibariyle insanî bir tayin ve tespit meselesi olarak görülmez. Buna göre düşüncenin görevi veya bilme isteğimizin nihai ideali, Hakikati insani epistemik temsil pratiklerince nesneleştirip inşa etmek değil, ontolojik bir bağlantı içerisinde onunla “ne ise o olarak” irtibat halinde olmaya çalışmaktır. Bunun için ise insanın varlığını Hakikate açan bir varoluş ve düşünme pratiğine sahip olması gerekir. Zikredilen açma eylemi, basit bir epistemolojik eylem olmaktan ziyade varlık-oluşsal, yani ontolojik bir eylem olup insana bir bütün olarak düşünme biçimini değiştirmesi anlamında, soru sorma veya soruşturma tarzında da köklü bir değişiklik yapmasını salık veren bir mahiyete sahiptir.
Elbette ki burada, bütün bir Batı düşüncesi geleneği boyunca felsefenin soru sorma biçimini temsil eden “bu nedir?” sorusu herhangi bir işe yaramayacaktır. Dolayısıyla mahiyet (öz, essence) arayışı içerisinde, özü soruşturma iddiasıyla yola çıkarken aslında kurgusal bir öz inşa eden hümanistik düşünme pratiği, epistemolojik kaygılarla tebarüz etmesi nedeniyle insanın Hakikatle ilişkisine dair bir açıklık sunma imkânına sahip değildir. Dinin ve Sünnet’in insan için arz ettiği ontolojik ehemmiyete odaklanan bu yazı açısından bakıldığında, hakiki anlamda düşünülmeye değer olan husus, insanın dünya-içre varoluşunun anlamı veya hakikati meselesidir. Burada işbaşında olan düşünmenin asıl hedefi, insanın dünya-içre varoluşunun yanı sıra sahip olduğu tüm güçlerini, “olması gereken istikamet” üzere seferber etmesini sağlamaktır. Bunun gerçekleştirilmesi için ise, insan varoluşunun mahiyeti itibariyle eşyaya ait parametrelerden farkını temyiz eden bir düşünme pratiği içerisinde belli bir amaç doğrultusunda toparlanıp, sahip olunan tüm güçlerin Yaratıcı’nın insan için belirlemiş olduğu istikamet doğrultusunda seferber edilmesi gerekmektedir. Zira ancak böyle bir varoluşsal seferberlik içerisinde insan/beşer, kendisini çıplak varoluş içerisindeki değer, anlam ve amaç boşluğu anlamında, nihilistik varoluştan kurtaracak olan çareye kulak kesilebilir ve söz konusu çare doğrultusunda “var-olmak” suretiyle gerçek anlamda bilme imkânına açılabilir.
İnsan varoluşunun anlamı meselesinin epistemolojik bir meseleden ziyade ontolojik, yani varlık-oluşsal bir mahiyete sahip oluşu, Sünnet’in dindeki yerine yönelik tartışmanın da farklı bir soruşturma pratiği içerisinde gerçekleştirilmesini gerektirmektedir. Dolayısıyla din nedir?, Peygamber nedir?, Sünnet nedir? şeklinde ortaya atılan soru formları, meselesini epistemolojik bir mesele olarak kavrama çabasından neşet etmiş olmaları nedeniyle, soru konusu kılınan şeye açıklık getirmek şöyle dursun, meselesini belirsizleştirmek ve hatta karartmak gibi bir fonksiyon icra etmek durumundadır. Daha farklı bir biçimde ifade edildiğinde, anlama müteallik meseleler, “Bu nedir?” soru formunda olduğu üzere, felsefedeki hâkim soru sorma biçimi içerisinde, yani öz inşa edici zihinsel bir faaliyetin parçası kılınarak soruşturulduğu taktirde, düşünce konusu kılınan şeyi ne ise o olarak açığa çıkarmak yerine, insanî epistemik temsil pratiklerine indirgemek ve karartmakla malüldür. Zira muhtevi olduğu soru sorma veya düşünme biçimi nedeniyle nesnesiyle hakiki bağlantısından koparılan epistemik temsil pratikleri, her ne kadar epistemik bir temsil düzeni içerisinde, zihindeki imgenin gerçekliği olduğu gibi temsil etmeye muktedir olduğu inancına/önyargısına bağlı olarak, insana zihinsel/epistemik bir konfor sağlasa da düşünceye konu kılınan şeyi, ne ise o olmak anlamında kendisi olmaktan koparan ve başka türlü olma imkânına hiçbir biçimde fırsat tanımayan bir mahiyet arz etmektedir. Bundan dolayı, Batı düşüncesine hâkim olan ve çoğunlukla da felsefeyle özdeşleştirilen düşünme veya soru sorma biçiminin, epistemoloji öncelikli karakteri nedeniyle soruşturulan her şeyi beşeri düşüncenin soyut bir düşünce nesnesi kılmak suretiyle karartması, gerek dinin kendisini gerekse nübüvvet, Peygamber ve Sünnet’i hümanistik olmayan bir düşünme biçimi içerisinde kavramayı gerektirmektedir. Böyle bir kavrayış ise, dinin ve peygamberin insan varoluşu için nasıl bir ontolojik statüye sahip olduğunu düşünmeyi gerektirir.
Hiç kuşku yok ki dinin ontolojik statüsünü düşünmek, her ne kadar hâkim felsefe kavrayışında bir bilgi imkânı olarak görülmese de haberin/vahyin ontolojik statüsünü düşünmeyi gerektirir. Burada söz konusu olan, ontolojik bir mahiyetteki, haberin kimden, kime veya nereye ve niçin geldiği sorularıdır. Kanaatimizce bu soruların hakiki anlamına kavuşması ontolojik statüleri itibariyle fizik, metafizik ve gayb arasında bir ayrım yapılmasını gerektirir. Kabaca ifade edecek olursak fiziği duyulur-düşünülür âlem, metafiziği yalnızca düşünülür âlem, gaybı da duyulur ve düşünülür olanın ötesi anlamında Hakikat alemi olarak görmek mümkündür. Fizik ve metafizik, içerisinde bilim ve felsefenin icra edildiği insanî epistemik bir evrene karşılık gelmekte olup, buralarda insanın kendi epistemik pratiklerinin dışına çıkabilmesi mümkün değildir. Buna göre fizik ve metafizik varlık alanında insanın bizatihi kendi epistemik evreni tarafından kuşatılmış oluşu, yalnızca “gerçekten varolanın ne olduğu?” sorusuna dolayımsız bir yanıt verilebilmesini değil, aynı zamanda insan oluşun değer, anlam ve amacına dair soruların da, insanî değerleme mantığının dışına çıkan bir yanıt bulmasını imkânsızlaştırmaktadır. Bu durum ise, fizik ve metafizik içerisindeki insanı, “olanı, olduğu gibi bilmek”ten ziyade, kendi epistemik dolayımından geçtiği şekliyle bilmek anlamında kurgusal veya dolayımlı bir Hakikat deneyimine mecbur etmektedir. Şayet bilmekten murad; insanı, kendi varlığı da dahil olmak üzere, olanı olduğu haliyle bilmek ise, bu durumda insanın dünya-içre varlığını anlamlandıracak ve onu, kendi epistemik evreninin dışında olanla buluşturacak bir imkâna ihtiyaç söz konusudur. İşte tam da gayb kavramı bu noktada anlam kazanmakta ve dinin, bir değer, anlam ve amaç varlığı olarak insan için ontolojik statüsünü açığa çıkarmaktadır.
Aslına bakılırsa aşkın/müteal olduğu vurgulanan tüm kavramlar gibi, Hakikat kavramının da müteal oluşunun hakkını takdir eden bir düşünme pratiği için gayb, söz konusu aşkınlığın ontolojik zemini olmak durumundadır. Zira insanı, gaybla irtibatlı kılacak bir imkân söz konusu olmaksızın, insanın duyulur ve düşünülür alemin (kendi epistemik evreninin) ötesine geçme şansı yoktur. Öyle ki hem fizik hem de metafizik insanî bilgi evreninin içerisinde kalırken, yani fizik duyulur düzlemde, metafizik ise düşünülür düzlemde beşerî düşüncede zuhura gelen bir imge dünyası statüsündeyken, gayb insanı söz konusu sınırlılığın ötesine taşıyan yegâne imkâna karşılık gelir. Burada yapılagelen en büyük hata ise, gaybı, insan tarafından düşünülürlük düzleminde ortaya konulan ve duyulur olanın ötesine işaret eden metafizikle karıştırmak veya gaybı metafizik içerisinde kaybetmektir. Gaybın metafizikle özdeşleştirilmek suretiyle, metafiziksel söylem pratikleri içerisinde kaybedilmesi, varlığın da düşünülür olan (hümanistik temsil pratikleri) ile tanımlanıp, insanî idrak düzleminde hakiki anlamdaki aşkınlığını kaybetmesi demektir.
Bizim soyut-antropomorfizm olarak adlandırdığımız böyle bir düşünme tarzı, insanın sahip olduğu epistemik enstrümanları, varlığın içeriklendirilmesinin yegâne imkânı kıldığı gibi, varlık ve Hakikatin de tam da insanî düşüncenin sınırlarına indirgenmesi anlamında hakikatinden edilmesine yol açmaktadır. Oysa gayb, insanî epistemik evreni sınırsızca aşan mahiyetiyle, insanın Hakikatle hakiki irtibatının yegâne zemini olmak durumundadır. İnsanın kendi epistemik imkânlarına referansla gaybla irtibat halinde olamayışı, bir yandan oluş halindeki dünyanın nihilistik tabiatını ifşa ederken, diğer yandan da söz konusu nihilizmden kurtuluşun biricik imkânı olarak dinin gaybla olan ontolojik bağlantısını düşünmeyi gerektirir.
Zira özü veya varlık iddiası itibariyle ed-Din; gaybtan, yani Allah’tan gelerek, insanı kendi epistemik evreninin ötesiyle irtibatlı hale getiren, böylelikle de fizik ve metafiziği içeriklendirmek suretiyle insanî varoluşu asıl anlamıyla buluşturan yegâne imkândır. Bu imkânın haber ve kitap formu vahiy, vahyin ete kemiğe bürünmüş hali ise Peygamber ve Sünnet olmak durumundadır. Böylelikle insan, dünya-içre varoluşunun anlam, değer ve hakikatine dair bir bilinç elde ettiği gibi, haber yoluyla gaybla kurduğu irtibat sayesinde belli bir istikamete koyulmak suretiyle varoluşsal olarak kendi epistemik sınırlılıklarını aşma imkânına açılabilir. Dinî düşünce ile felsefî düşünce arasında kökensel farkı da açığa çıkaran bu yaklaşım, aynı zamanda insandan düşünme biçimini de köklü bir dönüşüme uğratmasını ister. Haber/vahiy yoluyla gelene kulak kesilmeyi ve vahyi şahsında ete kemiğe büründüren Peygamber’in eylemlerine dikkat kesilmeyi gerektiren bu düşünme biçimi, teorinin pratiği belirlediği felsefî düşünceden ziyade; teorinin, pratiğin bir izdüşümü olarak sökün ettiği bir mahiyete sahiptir. Bu anlamıyla din, sünnette ete kemiğe bürünmüş ve teorisini, sünnete ait pratiklerin mantığında gizleyen karakteriyle sünnet dinidir. Bundan dolayı hakiki anlamda dinî bir düşüncenin, haddi zatında Allah, Kitap ve Peygamber üçlüsünün zemin teşkil ettiği ontolojik bir bağlam içerisinde, Peygamber/Sünnet yoluyla açılan ve bu yönüyle de hümanistik olmayan bir düşünce pratiğine karşılık geldiği söylenebilir.
Dinin söz konusu üç unsuru, birbiriyle olan bağlantısı sayesinde bir yandan gerçek anlamda dinin nasıl bir ontolojik statü içerisinde kavranması gerektiğini, diğer yandan da peygamberini/sünnetini yitiren dinlerin neden din olma vasfını kaybederek bir öğretiye dönüşmek durumunda kaldıklarını açığa çıkarmaktadır. Açıktır ki böyle bir yaklaşım için peygamber veya sünnet adeta dinin din olma vasfının muhafızı statüsüne sahiptir. Peki, peygamber ne yapmaktadır ki veya ne yapmıştır ki bir dinin din olması açısından yitirilmemesi gereken ontolojik bir statüye sahiptir. En yalın haliyle ifade edilecek olursa, Allah’ı, beşeri düşüncenin soyut bir tasavvur nesnesine, Kitabı da epistemik kaygılarla kendisine yönelinen bir metne dönüşmekten kurtarması nedeniyle peygamber söz konusu ontolojik statüye sahiptir.
Zira Peygamber sayesinde Allah, beşerî düşüncenin çeşitli epistemolojik enstrümanlarla üzerinde güç kullanarak oluşturduğu soyut bir tasavvur nesnesi olmaktan kurtulduğu gibi, Kitap da, sahip olunan epistemik güçlere referansla anlam empoze edilip, anlam çıkarılan, dolayısıyla epistemik kırbaçlarla konuşturulan bir metin olmaktan kurtulur. Kuşkusuz Peygamber’in söz konusu öneminin gereği gibi takdir edilmesi, Kitap ve metin arasındaki fark üzerinde düşünmeyi gerektirir. Kitabı metinden ayıran en önemli husus, Kitabın vahye dayalı olması nedeniyle insanı sınırsızca aşan Gaybla olan irtibatı olmak durumundadır. Çıplak varoluşunun nihilistik formundan kurtarılıp, hakkı verilmiş anlamla bütünleşmesi için insana Gaybtan gelen haber olması nedeniyle Kitap işitilir. Buna karşın metin insani entelektüel güçlerin sınırları muvacehesinde inşa edilmiş olması nedeniyle epistemik bir çözümlemeye tabi tutularak okunan bir muhtevaya sahiptir. Tam da bu bağlamda ifade edilmelidir ki Kur’ân, üzerinde epistemik cambazlıklar yoluyla anlam çözümlemesi yapılabilecek bir metin değil, insan varoluşunun anlamı için en hayati haber statüsünde olması nedeniyle, tam bir teyakkuz hali içerisinde işitilmesi gereken bir Kitaptır. Kitapla olan ilişki takvalı bir işiticinin varlığını en hayati olana açmasını mümkün kılan ontolojik bir ilişkidir.
Kitabın işitilmesi gereken karakteri, haber yoluyla gelmiş olması nedeniyledir. Peygamber ise, Allah tarafından seçilmiş ve Gayb’tan gelen Habere/Vahye muhatap olan ilk kişi olmanın yanı sıra, yanlış anlama ihtimali de bizatihi Allah tarafından ortadan kaldırılmış kişi olarak hem mesajın taşıyıcısı hem de mesaja muhatap olarak varolmanın en güzel örneği olması bakımından hayati bir konumdadır. Hatta Peygamber’e iman etmeksizin vahyin işaret ettiği Allah’a iman etmek söz konusu olamayacağından ötürü, ontolojik bakımdan olmasa da epistemolojik bakımdan Peygamber öncelikli olduğu kadar, Sünneti yoluyla kurucu bir statüye sahiptir. Peygamber’in Sünnet’i yoluyla zuhura gelen kuruculuk statüsü, Sünnet’in aynı zamanda Allah’ı hesaba katan bir düşünme ve varolma pratiğinin mantığına karşılık gelmesi nedeniyledir. Belli bir zaman dilimi içerisinde, belli bir tarihsel-toplumsal pratikler ağı içerisindeki insanlığa belli bir dil ile gelen vahiy, Peygamber’in Sünneti’nde ete kemiğe bürünür ve bu yüzden Sünnet bir Müslümanın, karşı karşıya kaldığı veya kendisini içinde bulduğu olaylar karşısında nasıl bir mukabele mantığına sahip olması gerektiğini ifade eder. Bu anlamıyla sonraki Müslüman alimlerin geliştirmeye çalıştıkları usullerin de dinin mantığını muhafaza etme çabasına karşılık gelmeleri bakımından Sünnet’in mantığı, İslâm’ın da Sünnet dini olduğunu dahi söylemek mümkündür.