Hz. Muhammed’in (sas) peygamberliğinin beşinci yılında, Mekkeli putperestlerin işkencelerine dayanamayan bazı Müslümanlar Habeşistan’a göç etmişlerdi. Kral Ashame’nin semavî bir dine mensup adaletli bir hükümdar olması hicret için Habeşistan’ın seçilmesinde önemli bir sebep oluşturuyordu. İlk gidenlerin orada iyi karşılandığı haberi Mekke’de duyulunca bundan bir sene sonra (616) ikinci bir kafile daha Habeşistan’a göç etti.
Bu göçlerin bir sebebi de İslâmiyet’in muhacirler vasıtasıyla Habeşistan’da yayılması ihtimali bulunmasıydı. Böyle hayırlı bir gelişme İslâm ve Müslümanlar adına büyük bir kazanç olurdu. Ne var ki bu son ihtimali Mekkeli müşrikler de düşünmüş ve Müslümanlığın orada yayılarak güçlenmesinden endişe ederek Habeşistan kralına bir elçilik heyeti göndermişlerdi. Elçilerin görevi kralla görüşerek onları Mekke’ye geri götürmekti.
Elçiler oraya varınca Müslüman muhacirler hakkında asılsız şeyler söylediler. Ancak Habeş Kralı bunların iddialarına aldırmadı. Bu konuda Müslümanların fikrini sormak gereğini duydu ve onları huzuruna çağırdı. Müslümanlar adına Peygamberimiz’in amcazadesi Hz. Cafer söz alarak İslâm’ı ve onun getirdiği din ve ahlâk anlayışını veciz bir konuşma ile hükümdara anlattı. Habeş kralına anlatılan bu din ve ahlâk anlayışı, Yüce Allah’ın yardımı ve Resûl-i Ekrem’in yirmi üç yıllık çabası sonucu geniş bir coğrafyaya yayıldı.
Bu yayılışı sadece kılıçla izah etmek pek doğru olmasa gerek. Zira Müslümanların karşısında devrin iki büyük devleti, Sasaniler ve Bizanslılar bulunuyordu. Bunlar hem sayı hem askeri teçhizat bakımından Müslümanlardan çok daha güçlüydüler. Ancak Müslümanların, bu iki hasım devletin sahip olmadığı ahlâkî değerleri adalet, merhamet ve ahde vefa gibi tılsımlı güçleri vardı.
Hz. Peygamber (sas) devrinde Arabistan fethedilmiş ve hemen her yere Müslümanlık yayılmıştı. Hz. Ebû Bekir devrinde yaşanan bazı sıkıntılardan sonra Hz. Ömer’in hilafeti yıllarında (634-644) Şam, Kudüs, Antakya ve Halep alınmış; Hz. Osman (644-656) zamanında Azerbaycan fethedilmiş ve Eskişehir yakınlarındaki Amorium’a (Amûriye) akınlar düzenlemiş, Kıbrıs seferi gerçekleşmişti. Emeviler devrinde İstanbul kuşatılmış (668), Anadolu seferleri hız kazanmış, zamanla Erzurum, Malatya, Ceyhan ve Tarsus hattının güneyi İslâm toprağı haline gelmişti. Bu genişlemeye batıda Mısır’dan Atlas Okyanusu’na hatta İspanya’ya, doğuda İran ve Türkistan’dan Çin hududuna kadar yayılan fetihleri de eklemek gerekir.
Bu hızlı ve yaygın fetih hareketleri ve arkasından gelen İslâmlaşma olayı her zaman dikkat çekmiştir.
Hz. Peygamber devrinde Müslümanlarla müşrikler bir süre birlikte yaşadılar. Medine’ye hicretten sonra Yahudiler de bu birlikteliğin parçası oldular. İslâm fetihleri genişleyince, daha Hz. Peygamber devrinde, Arabistan’ın Necran gibi Hristiyanlarla meskûn olan bölgeleri de Müslümanların hâkimiyetine geçti. Bu durum çok erken bir devirde “zimmet” kavramının doğmasına sebep oldu. Hz. Peygamber’in Necran Hristiyanlarına verdiği “emannâme” işte böyle bir nitelik taşıyordu.[1]
Zimmet akdi, İslâm hukukunda İslâm ülkesinde anlaşma gereği devamlı oturma hakkına sahip Gayrimüslimlerin durumunu belirleyen bir statüyü ifade eder. Buna göre devlet; gayrimüslimlerin inanç, ibadet ve vicdan hürriyetlerini, mal ve can güvenliklerini, çalışma ve seyahat haklarını korumayı garanti eder. Ayrıca bu himaye, onların ailelerini, çevrelerini, o günkü ve gelecekteki nesillerini, mabetlerinin korunmasını, rahiplerinin görevlerine müdahale edilmemesini de teminat altına alır. Buna karşılık onlar da İslâm devletine bağlı kalır, belirlenen malî ve sosyal yükümlülükleri yerine getirirler. Cizye vergisini ödeyeceklerine, isyan etmeyeceklerine söz verirler. Müslümanların askeri sırlarını ifşa etmeyeceklerini, onların ibadetlerine saygı göstereceklerini, ikramlarında haram olan içki bulundurmayacaklarını, İslâm düşmanlarına destek vermeyeceklerini, yürürlükte olan anlaşma hükümlerine uyacaklarını taahhüt ederler.
Bu prensipler asla sözde kalmamıştır. İslâm tarihi, halka merhamet ve şefkati esas alan âdilâne yönetimlerin sayısız uygulamalarına şahitlik etmektedir. Üstelik bu uygulamalar “ahde vefa” prensibi de gözetilerek Müslümanlar tarafından asırlarca sürdürülmüştür. Büyük İslâm bilginlerinin de devlet adamlarını daima bu konuda uyardıkları görülür. İmam Ebû Yusuf meşhur eseri “Kitabü’l-Harac”ında Abbasi halifesini şöyle uyarmaktadır: “Ey Müminlerin Emiri! Allah seni te’yid etsin, senin zimmet ehline iyi davranmakta önde olman gerekir. Ayrıca onların işlerini teftiş etmende de yarar vardır. Böylece zulme, ezâya, haksızlığa uğramaları ve kendilerine güçleri üzerinde iş yaptırılması önlenmiş, mallarına haksızlıkla el konulmamış olur. Hz. Peygamber’den (sas) şöyle rivayet edilmiştir: “Kim zimmet ehlinden birine zulmeder veya ona gücünden fazla yük yüklerse ona karşı ben onun savunucusuyum.”[2]
İşte bu anlayış bir taraftan fetihleri kolaylaştırırken diğer taraftan İslâmlaşmaya da zemin hazırladı. Müslümanların adalet ve merhametine şahit olan, ahde vefa hususundaki titizliklerini gören gayrimüslimler onlarla birlik olmaktan çekinmediler. Ebû Ubeyde b. el-Cerrah, Suriye fetihleri sırasında, Humuslularla görüşme yapmak için bir elçilik heyeti görevlendirmişti. Bu heyetin içinde bir Hristiyan da yer alıyordu. Humus papazı Müslüman heyetinde bu Hristiyanı görünce biraz da hayretle, “Sen dininden mi döndün?” diye sordu. Adam, “Hayır, ben Hristiyanlıkta devam ediyorum. Fakat biz bir süredir Müslümanlarla birlikte yaşıyoruz ve onlardan hiçbir kötülük görmedik.” cevabını verdi.
Anadolu, verimli toprakları ve ticareti ile Bizans için çok önemliydi. Ne var ki aralarındaki siyasî mücadeleler bu topraklarda büyük tahribata yol açmıştı. Müslümanların yüzyıllarca devam eden Anadolu seferleri de bu tahribatı artırdı. Selçuklu akınları da aynı ölçüde ülke ekonomisini sarsmıştı. Bu durum Anadolu’da güçlü bir feodal yapı ortaya çıkardı. Süryani tarihçisi Ebu’l-Ferec (1286) bunun sosyal sonuçlarını şöyle anlatır: “Bu sırada (990) Tagrit ahalisi insafsız arazi sahiplerinin aldıkları ağır vergilerin tazyikinden kurtulmak için şehirlerini bıraktılar ve yabancı yerlere dağıldılar.”[3]
Anadolu’daki etnik gurupların, Bizans Ortodoks kilisesi dışında kalan kiliselere mensup olmaları, kilise mücadelesini zaman zaman siyasî çekişmeler haline getiriyordu. Bizans oldum olası doğu kiliselerine karşı sert davranmıştı. 1045 yılında Constantine IX. Monomachus, Ani’yi zapt edip Ermeni Bagratlar’ın hâkimiyetine son verince, Rum rahiplerinden haris bir zümre Ani Krallığı içindeki zengin piskoposhaneleri, manastırları ve bunlara ait gelirleri ele geçirdiler ve üstelik halka eziyete başladılar. Bu durumun Ermeniler üzerinde meydana getirdiği memnuniyetsizlik Selçuklu başarısının sebeplerinden biridir. Antakya Rumların eline geçince, buradaki Süryaniler de çeşitli sıkıntılara uğramış, Rum patriğinin emri ile Süryanilerin İncilleri yakılmıştı. Rumlarla Ermeniler arasındaki mücadele XI. yüzyılda son haddine ulaştı. Selçuklular bu mücadeleden büyük ölçüde istifade ettiler. Çünkü Ermeniler, Rumlar tarafından vatanlarından sürülmüş, kralları öldürülmüş, malları yağma ve ırzlarına tecavüz edilmiş, mezheplerini değiştirmeleri için kendilerine her türlü zulüm yapılmıştı. Tabiatıyla bütün bunlar, Ermenilerin Rumlara karşı Türk idaresini tercih etmelerine sebep oluyordu.[4]
Ermeniler gibi Anadolu’nun Rum halkı da Türk idaresini kendilerini Bizans zulmünden kurtaracak ilâhî bir lütuf olarak gördü. Bu da İslâmiyet lehine Anadolu topraklarında yeni gelişmelere zemin hazırladı.[5]
Selçuklu tarihçisi İbn Bibi, muhtemelen Türkçe, Farsça, Rumca, Ermenice ve Süryaniceyi kastederek “Anadolu’da beş dil konuşuluyordu.” diyor. Aslında Anadolu’nun sosyal yapısı bundan çok daha karmaşıktır. Böyle bir sosyal yapıya sahip olan Anadolu’da yukarıda kısaca ifade etmeye çalıştığımız sosyal, siyasal, dinî hatta askerî karışıklıkların çözümü Müslüman hükümdarlarla ve Müslüman idarelerle mümkün olabilmiştir.[6]
Selçuklular devri Ermeni tarihçisi Urfalı Mateo’nun Anadolu’nun fâtihleri ve yöneticileri olan üç önemli Selçuklu hükümdarı hakkındaki şahitliği bunun tarihi delili olarak önümüzde duruyor. Mateo kısa bir süre yönetimi altında yaşadığı Alparslan’ın vefatından bahsederken “O, âdil ve merhametli bir hükümdardı,” diyor. Oğlu Melikşah için ise şunları söylüyor: “Mesih’in ümmetine karşı iyi, merhametli ve son derece müşfik davrandı… Geçtiği memleketlerin halkına baba gibi davranırdı, bu sebeple birçok vilâyetler, 1086’da, kendiliğinden onun idaresine girdiler. Ermenistan ve Rum memleketleri onun kanunlarını tanıdılar. Onun idaresinde on iki millet yaşıyordu… Melikşah’ın saltanatı Allah’ın tevfikine mazhar oldu…” Anadolu fetihlerinin unutulmaz simalarından olan Danişmend Ahmed Gazi için de şöyle diyor: “İyi adamdı, halka karşı müşfikti ve Hristiyanlara karşı son derece merhametliydi. Tebaasından olan Hristiyanlar onun ölümünden son derece müteessir oldu.”[7]
1147 yılında geçekleşen II. Haçlı Seferi sırasında yaşananlar da üstün ahlakî davranışların insanları nasıl etkilediğini göstermesi ve İslâmlaşmaya etkileri bakımından şayan-i dikkattir. 1147 yılında II. Haçlı ordusuna mensup Hristiyanlardan bir kısmı Antalya civarında kalmış ve Türklerle Rumların hücumları ile hayli yıpranmışlardı. “Türklerin kılıcından ziyade Rumların hıyânetinden” kayıplara uğrayan ve perişan olan bu Haçlı artıklarına Türkler acıdılar. Bu aç, hasta, fakir insanlara karşı savaşmaktan vazgeçip merhamet gösterdiler. Açları doyurdular, hastaları tedavi ettiler. Dindaşları olan Rumların zorla ellerinden aldıkları paralarını kendilerine geri verdiler. Sonunda dindaşlarının zulmüne karşılık Müslümanların âlicenaplıkları ve merhametleriyle karşılaşan bu insanlardan üç bin kişi Müslüman oldu ve Türklere iltihak etti. Bu sefere iştirak eden Papaz Odon de Deuil, Haçlıların Müslüman olmalarından müteessir olarak “Ey hıyânetten daha zalim olan merhamet! Müslümanlar Hristiyanlara ekmek vererek dinlerini satın alıyorlardı. Bununla beraber Türkler onları Müslüman yapmak için bir zorlamada bulunmadılar.” demek suretiyle Müslümanların örnek ahlâkî davranışlarının İslâmlaşmaya nasıl yol açtığını, bu gelişmeleri bizzat müşahede eden bir kişi olarak itiraf etmektedir.[8] Selçuklular devri Anadolu’sunda benzer başka olaylara da rastlıyoruz.
Bizans İmparatoru Alexius III.’ün (1195-1203) Konya-İstanbul arasında ticaret yapan bazı Selçuklu tüccarlarını hapis ve mallarını müsadere etmesi iki devlet arasındaki antlaşmanın bozulmasına ve Selçuklu hükümdarı I. Giyaseddin Keyhüsrev’in Bizans topraklarına girerek Menderes vadisi boyunca fetihlere başlamasına sebep olmuştu (1196). Sultan çok başarılı geçen bu seferden dönerken Karya ve Tantalus bölgesinden toplanan esirleri memleketine götürdü. Sürgüne tâbi tutulan bu insanları, isimlerine, ailelerine ve memleketlerine göre defterlere yazdırdı. Erzaklarını da vererek, guruplar halinde yola çıkardı. Uyguladığı sıkı askeri tedbirlerle hepsinin can, mal ve namus güvenliğini sağlamıştı. Böylece kalabalık bir esir kitlesi emniyet içinde Orta Anadolu’ya getirildi ve Haçlı seferi sırasında nüfusu bir hayli azalmış olan Akşehir bölgesine yerleştirildi. Kendilerine köyler, arazi, tohumluk ve ziraat âletleri dağıtıldı. Sultan, ayrıca bu Rum ahaliyi beş yıl süre ile vergiden muaf tuttu. Daha sonra Bizanslılarla barış antlaşması imzalanınca, bu insanlara arzu ederlerse tekrar memleketlerine dönebilmeleri hakkını tanıdı. Fakat yeni vatanlarından çok memnun kalan bu Rum göçmenler ülkelerine dönmediler. Üstelik onların refah içinde yaşadığını gören ve Bizans idaresince ağır vergilerle ezilen başka Hristiyan guruplar da Selçuklu topraklarına göç ettiler.[9]
Ünlü Osmanlı tarihçisi Âşıkpaşazâde, Osman Gazi’nin dirayetli ve âdil uygulamalarını görünce Bilecikli kadınların Eskişehir pazarında “Ne olurdu, bunlar daha önce bize beğ olsalardı…” dediklerini anlatır. Aynı tarihçi İznik’in fethini anlatırken şöyle demektedir: “…Memleketteki köyleri Müslümanlara tımar vermişlerdi. Türkler de asla bu kâfirleri incitmezlerdi. Vakit olurdu ki Müslümanlarla birlikte savaşa giderlerdi. İznik halkına da ‘Gelin bîçâreler! Rahat olun ki rahat olak.’ derlerdi… Orhan Gazi’ye kâfirlerin hâllerini bildirdiler. O da İznik üzerine geldi. Kâfirler de bir güvendikleri kâfiri gönderdiler. ‘Bizimle anlaşın ki bizi kırmayasınız. Gidenimiz gitsin, duranımız dursun, Hisarı size teslim edelim.’ dediler. Orhan Gazi dahi kabul etti. Onun için ki ‘yiğitlik gazalarının en iyisidir’ dediler. Hem de bu yiğitliği görünce niceleri Müslüman oldu.”[10]
Osman Gazi Rum tekfurları ile yaptığı Koyunhisar Savaşı’nı kazanınca Kite tekfuru kaçmış ve Ulubat kalesine sığınmıştı. Osman Gazi, Ulubat Köprüsü’nün başına kadar gitti ve haber gönderip Kite tekfurunu kendisine teslim etmelerini istedi. Osman Gazi’nin gazabından korunmak isteyen kale halkının ısrarı üzerine Ulubat tekfuru, “Anlaşalım, sen ve senin neslinden kimse bu köprüden geçmesin, ben de Kite tekfurunu sana vereyim.” dedi. Osman Gazi bu teklifi kabul etti ve savaş sırasında yeğeni Aydoğdu Bey’i şehit eden Kite tekfurunu böylece ele geçirdi ve cezalandırdı.
Bu olayı kitabında anlatan Âşıkpaşazâde diyor ki: “O zamandan tâ bugüne değin Osmanlı hanedanı Ulubat Köprüsü’nden geçmediler. Sudan kayıkla geçerler.” [11]
Ünlü tarihçi 1481 yılında vefat ettiğine göre anlaşmadan yüz elli yıl sonra bile, artık her taraf Osmanlı toprağı olduğu hâlde, Osmanlı padişahlarının dedeleri Osman Gazi’nin verdiği sözü yerine getirmek düşüncesiyle Ulubat Köprüsü’nden geçmedikleri anlaşılıyor.
İşte bu ahlâkî salâbet yerli halkı kendine çekiyor ve İslâmlaşmaya sebep oluyordu. Üstelik bunun yalnız fetih yıllarıyla sınırlı olmadığını biliyoruz. Mayıs 1839 tarihli bir ferman suretinden anlaşıldığı kadarı ile Ermeniler arasında da değişik boylar vardı. Bu fermandan Ermeni “Boşyan” taifesinin göçebe (konar-göçer) olduğunu ve elek ve kalbur yaparak geçimlerini sağladıklarını öğreniyoruz. Yine aynı fermandan bunların Bursa, Kocaeli, Menteşe, Teke, Hamid, Ankara, Çankırı, Bolu, Kastamonu sancaklarına dağıldıkları, bir kısmının XVIII. yüzyıl ortalarında Müslüman olarak Kütahya’ya yerleştikleri, bunlardan bazısının Bursa’da ikâmet ettikleri anlaşılıyor.
21 Haziran 1793 tarihli Bursa kadısına gönderilen bir “emr-i şerîf” suretinde, daha önce Avusturyalılardan (Nemçeli) alınan ve o anda köle ve cariye olarak halkın elinde bulunan esirlerin mahkemeye getirilerek içlerinden “cebr ve ihâfe/zorlama ve korkutma” olunmaksızın Müslüman olanların “sahipleri elinde” bırakılması, “Hristiyanlıkta ısrar” edenlerin ise sadrazam çuhadarlarından Abdi Ağa eliyle Avusturyalı memurlara teslim edilmesi emredilmektedir.[12]
Bursa kadısının cevabî yazısında 47 kişinin elinde bulunan 83 kişinin mahkemeye getirildikleri, bunlardan 64’ünün kendi rızaları ile Müslümanlığı kabul ettiklerinden sahiplerinin elinde bırakıldıkları, 19’unun ise Hristiyanlıkta ısrar ettiklerinden ülkelerine iade edilmek üzere ilgililere teslim olundukları belirtilmektedir.
Ekim 1789’da Avusturyalılarla yapılan savaşta Osmanlılar yenilmiş ve başta Belgrat olmak üzere bazı şehirler Avusturyalıların eline geçmişti. Bundan bir süre sonra da Osmanlı-Avusturya orduları Rusçuk yakınlarındaki Yergöğü’de harbe tutuşmuşlardı. Bu savaşta Avusturya ordusuna büyük kayıplar verdirilmiş, bin asker de esir edilmişti (8 Haziran 1790). İşte bu muharebeden sonra 4 Ağustos 1791 tarihinde iki devlet arasında Ziştovi Antlaşması imzalandı. III. Selim’in Bursa kadısına hitaben yukarıdaki emri göndermesi, bu antlaşma sırasında esirlerin değiştirilmesi hususunda bir karar alındığını gösteriyor.
Yukarıdaki kayıttan da anlaşılacağı gibi Osmanlı Devleti’nin gerilediği, ordularının yenilmeye başladığı, toprak kayıplarının arttığı dönemlerde bile Osmanlı şehirlerine esir akışı devam ediyordu. Fakat bu kaydın asıl orijinal yönü, gerileyiş ve çöküş devrinde bile esirlerin hâlâ büyük bir oranda eski dinlerini terk ederek Müslüman olmalarıdır. 83 Avusturyalı esirden 64’ünün Müslüman olması, esirler arasındaki İslâmlaşma oranının % 77 olduğunu gösteriyor. Bundan daha önemli olan husus, bu sürecin yani esirlerin eski dinlerini terk ederek Müslümanlığı kabul etmelerine kadar geçen zamanın son derece kısa olmasıdır. Bu 83 Nemçeli esirin bir kısmının daha önceki harplerde ele geçirildiğini düşünsek bile, çoğunun son harple ilgilerinin bulunduğunu ve bu sebeple anlaşma konusu yapıldıklarını kabul etmek akla yakın bir izah olur. Harple bu emrin yazıldığı tarih arasında üç-dört yıllık bir sürenin geçmiş olması ise bize, İslâmlaşmanın çok kısa bir süre içinde gerçekleştiğini düşündürüyor.[13]
Müslüman olmayanların bile üstünlüğünü kabul ve itiraf etmek zorunda kaldıkları bu ahlâkî güzellikleri atalarımız yüzyıllar boyu yaşattılar. Bizler bunun meyvelerini bugün de devşirmeye devam ediyoruz. Bize düşen görev, Sevgili Peygamberimiz’den devraldığımız ahlâkî güzellik ve yücelikleri Cenâb-ı Hakk’ın buyruk ve uyarıları, Peygamberimiz’in tavsiye ve işaretleri doğrultusunda hem kendi benliğimizde hem bizden sonra gelecek kuşakların ruh dünyalarında yaşatmaya çalışmaktır. Bunu başarmanın en kestirme yolu Müslümanların güzel olan her konuda çevrelerindeki insanlara örnek olmalarından geçiyor.
Her gün dünyanın değişik yerlerinde sayısız insan Müslüman oluyor. Yazılı ve görsel basında bunların haberlerini görüyor ve okuyoruz. Şüphesiz ihtida edenlerin birçoğu kendi araştırma ve gayretleriyle İslâm diniyle tanışıyor, tanıdıkça onu seviyor ve sonunda Cenâb-ı Hakk’ın lütfuna eriyor, mühtedi oluyorlar. Ancak yeni mühtedilerin oldukça önemli bir kısmının, çevrelerindeki Müslümanların İslâm’ın güzelliklerini yansıtan örnek ahlâkî davranışlarından etkilendiklerini ve bu sebeple Müslüman olduklarını söyledikleri asla gözden kaçırılmamalıdır.
[1] Geniş bilgi için bkz. Nebi Bozkurt, “Emannâme”, TDV İslâm Ansiklopedisi, İstanbul, 1995, 11/ 75-77.
[2] Ebû Yusuf, Kitâbu’l-Harac, çev. A. Özek, İstanbul, 1973, 124-I25.
[3] Ebü’l-Ferec Bar Hebraus, Ebu’l-Ferec Tarihi, çev. Ö. Rıza Doğrul, Ankara, 1950, 1/ 273.
[4] Urfalı Mateos, Mateos Vekâyi-nâmesi ve Papaz Grigor’un Zeyli, çev. Hrant D. Andreasyan, Ankara, 1962, s. 98, 162; M. Halil Yınanç, Ermeniye, MEB İslâm Ansiklopedisi, 4/320.
[5] Thomas W. Arnold, İntişar-i İslâm Tarihi, çev. M. Halil Halid, İstanbul, 1343, 73, 173.
[6] İbn Bibi, el-Evâmiru’1-‘Alâiyye fl’l-Umûri’l-‘Alâiyye, tıpkıbasım nşr., A.S. Erzi, Ankara, 1956,
[7] Mateos, Mateos Vekâyi-nâmesi ve Papaz Grigor’un Zeyli, 146.
[8] Osman Turan, L’Islamisation, 140 (O. de Deuil, I, 244)’den.
[9] Osman Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, İstanbul, 1971, 180-186; G. Orstrogorsky, Bizans İmparatorluğu Tarihi, çev. F. Işıltan, Ankara, 1981, 352-353; Claude Cahen, Osmanlılardan Önce Anadolu’da Türkler, çev. Yıldız Moran, İstanbul, 1979, 110-111; August Bailly, Bizans Tarihi, çev. H. Şaman. İstanbul, ts., 2/331-337.
[10] Âşıkpaşazâde, Aşık Paşaoğlu Tarihi (Tevârih-i Âl-i Osman), haz. N. Atsız, İstanbul, 1970, 41.
[11] Âşıkpaşazâde, Tevârih-i Âl-i Osman, 25-26.
[12] Bursa Şeriye Sicili, B 84/286, 100b-101a.
[13] Ayrıca bkz. Osman Çetin, Sicillere Göre Bursa’da İhtida Hareketleri ve Sosyal Sonuçları (1472-1909), Türk Tarih Kurumu, Ankara, 1994, 57 vd.
.