Konuğumuz, 40 yılı aşkındır İslâm siyasî ve iktisadî düşünceleri üzerinde çalışan, emek veren, konuşan, yazan ve bunu dert edinen Temel Hazıroğlu hocamızdır. Kendisiyle dosya konumuz olan “öz eleştiri” kavramını çeşitli boyutlarıyla değerlendirmeye çalıştık. Hasbihal tadındaki bu söyleşi bizler için oldukça istifadeli ve ufuk açıcı olmuştu, umarız ki sizler için de öyle olacaktır…
Hocam hoş geldiniz, öncelikle değerli vaktinizi bizim için ayırdığınız için teşekkür ederiz.
Hoş buldum, ben teşekkür ediyorum nazik davetiniz için.
Muhasebe-i nefs olarak da ifade ettiğimiz hem kişisel hem de toplumsal olarak önemli bir mesele olan “öz eleştiri” nedir ve neden gereklidir? Dilerseniz buradan başlayalım.
Öz eleştiri bizim dışa dönük yaptığımız kritikler sonucunda ortaya çıkan bir tabloyla şekillenir. Kendimize dönüp bakmak, kendimizle yüzleşmek anlamına gelir. İnsanın kendisiyle yüzleşmesi, kendisini bir öz eleştiri disiplinine tâbi tutması, onun hem kendi inanç dünyasını hem düşünce dünyasını hem anlam dünyasını bir anlamda yeniden masaya yatırması denilebilir.
Değişen çağda ve koşullarda öz eleştiri kişinin kendisini inancını, düşüncesini, tutum ve davranışlarını sürekli gözden geçirmesini gerektirecek kadar hızlandı. Çağımız hem hız çağı hem teknoloji çağıdır. Artık insanlar eski insanlar değil, toplum eski toplum değil, gençler eski gençler değil, kadınlar eski kadınlar değil… Şimdi bu açıdan baktığımızda nereden gelip nereye gittiğimize ilişkin geçmişteki inanç kalıplarımızı, düşünce kalıplarımızı bugün yaşatmaya çalışmak bir anlamda zorlama bir alan oluşturabiliyor. İşte bunu atlatmanın yollarından biri de öz eleştiridir. Toplumlar, insanlar öz eleştiri yapmadıkça kendilerini kapatmış olurlar. Kendilerini dogmatik bir duruma itmiş olurlar. O zaman da bu çağın dışında bir yaşam görüntüsü verirler. O açıdan bugün için en önemli varlık nedenimiz; inanç ve düşünce bakımından İslâm’a mensup bir Müslüman olarak İslâm düşüncesinin çağlar üstü bir yapıda olmasının onun genel ve evrensel boyutu olmasıdır. Hz. Âdem’den beri devam eden bütün süreçte gördüğümüz dinin iki üç tane temel ilkesi vardır. Gerisi değişen şartlara göre hem şeriat dediğimiz hukukî anlamda bir şekillenme yaşar hem de değişen koşullarda içtihatlarda bir yenileme olur, fıkıhta bir yenileme olur, siyasette bir yenileme olur. Bu açıdan baktığımızda öz eleştiri bir anlamda hayat demektir, kendi varlığımızı geleceğe taşıma konusunda dinamik bir iç yapıya sahip olmak demektir.
Peki, öz eleştiri ya da eleştiri yaparken sadece; “Bu olmamalı, bu olmaz!” demekle yetinmeli mi yoksa düşünsel düzeyde bunun nasıl olması gerektiği daha iyisini ortaya koymak da gerekmez mi?
Öz eleştiri ne kadar gerekliyse, öz eleştiri yapabileceğimiz atmosferin, iklimin oluşturulması da o kadar önemlidir. Öz eleştiri, hem kendimizi yeniden tanımlamamızı ve inşa etmemizi sağlarken doğrudan eleştiri de diğer insanları, diğer grupları, diğer toplumları da bir anlamda bulundukları konumu anlamasına yardımcı olur. Bu açıdan eleştiriyle öz eleştiriyi beraberce sürdürmek gerekir ama şunu görüyoruz ki eleştiri kültürümüz çok zayıf. Eleştiriyi genelde hiç yapmıyoruz gibi gözüküyor. Oysa eleştiriye açık olmak kişinin kendini geliştirmesini sağlayan önemli bir şeydir. Dolayısıyla kişiyi ve toplumu; eleştiri kültürünün yaygın olmasıyla, kişinin ve toplumun kendini öz eleştiriyle yeniden masaya yatırmasıyla anlam kazanan bir durumdur. Şöyle bir soru sorulabilir sizin dediğinizi değişik cepheden ele alırsak… Eleştirinin arkasından bir çözüm olması gerekir mi? Benim şahsi kanaatimce gerekir ama arkasından çözüm olmasa bile gördüğümüz bir şeyin yanlış olduğunu, akışın yanlış yere gittiğini söylemek, çözüme bağlanması gereken bir tutum olduğunu ifade etmek bence eksik bir yargılama olur. Çözümü olmasa da insanlar düşüncelerini, fikirlerini, eleştirilerini açıkça söylemelidir. Sadece burada önemle altını çizmemiz gereken husus; eleştiriyi yaparken bunu şahsileştirmemek lazım. Yani bir kişinin eksiğini aramak, bir kişinin şahsiyetine dokunacak sözler söylemek, kişiyi düşüncelerinin ötesindeki tutum ve davranışlarıyla masaya yatırmak doğru değildir. Aslolan şey fikrimizi ve ondaki fikri veya bir tutumu ele almak. Kişinin kendi şahsiyetini ele almak değildir. Bu açıdan çözüm ilk etapta gözükmese de kişiye kendine ilişkin bir çözüm açmak için bir ateşleme yapmış oluruz. Dolayısıyla bu aşamada çözüm olduktan sonra eleştiri yapmayı beklememek gerekir diye düşünüyorum.
Gerçekten eleştiriyi sağlam bir zeminde yapabilirsek aslında her eleştiri ve her öz eleştiri kendi içinde çözüm dinamiklerini barındırır. Eğer gerçekten sağlam ve tutarlı bir eleştiri ise şahsiyete dönük kınayıcı bir eleştiri değil de bir fikre, bir tutuma dönük eleştiri ise o zaten kendi içinde neyin olmayacağını ilk olarak açığa çıkarmış olur. Neyin olacağına ilişkin de işaret verir. İslâm dünyasının bugünkü durumunun ana problematiklerinden bir tanesi, bu eleştiri ve öz eleştiri kültürünün yaygın olmaması ile alakalıdır.
Eleştiriyi biraz da kritik ekseninde ele almak lazım. Mesela Kant’ın meşhur kitapları vardır malum Saf Aklın Eleştirisi, Pratik Aklın Eleştirisi vs. Ben eskiden merak eder bakardım. Oysa gördük ki kritik ile eleştiri aslında aynı şey değil. Kritikte bir şeyin artılarını, eksilerini de ortaya koyuyorsunuz. Bu anlamda baktığımızda neyin içeride neyin dışarıda olduğunu da söylemiş oluyorsunuz. Bu açıdan bence eleştiriyi biraz kritik zemininde ele alıp bu anlamda sürekli canlı, diri tutmak; bireyi ve toplumu hem geliştiren hem de onu canlı dili tutan bir durumdur.
Eleştiride söylediğiniz gibi yanlış anlamaya ve karmaşaya yol açan husus eleştirinin usûlü ve yönteminin tam olarak kavranamaması ya da söyleneni eleştirmek yerine söyleyenin şahsiyetini hedef almaktır. İkincisi de Türkiye’deki ortamdan bahsedecek olursak siyasette bir öz eleştiri yapıldığı zaman, bunu bir zaaf olarak gören bir siyasi yapılanma var. Özellikle Türkiye’nin siyasî hayatında partilerin yaptıkları her türlü hatayı ve yanlışı “Kol kırılır yen içinde kalır.”, yaklaşımıyla değerlendirmek aslında bir çürümenin işareti değil midir? Bu bağlamda İslâm dünyası da bundan çok uzak değil. Türkiye’de ve dünyada İslâm düşüncesinin bu hususta bir kriz yaşadığını düşünüyor musunuz?
İslâm düşüncesinin kendisinde bir kriz olmadığını ancak bizim, İslâm düşüncesi algılarımızda bir krizin var olduğunu düşünüyorum. Dolayısıyla İslâm ve İslâm düşüncesi bana göre tarihin en üst ve en yüce düşüncelerinden biridir. Bu açıdan baktığımızda Müslümanların, İslâm’la ilişkilerinde ve onu algılamasında bir sorun var. İslâm düşüncesinin siyaset tarafına baktığımızda bugün en çok kullanılan kavramlardan biri bizim iç camiamızda istişaredir, şûradır. Bununla birlikte İslâm düşüncesi içerisinde bu istişare ve şûranın iç dinamikleri itibariyle ne anlama geldiği, kritik olağanüstü dönemde bunun çalışmasının, karar almasının nasıl bir yöne evrilmesi gerektiğine ilişkin ittifak edilmiş bir durum yoktur.
Genellikle Müslümanlar arasında şûra, meselelerin müzakere edildiği ve fakat gün sonunda liderin istediğini yaptığı bir uygulama gibi anlaşılıyor. Halbuki esasen şûra, liderin müzakere sonunda istediğini yapması anlamına gelmez. Çoğunluğun kararına kritik konularda uyması anlamına gelir. İşte bu anlamdaki şûradan bir cumhuriyet çıkar. Cumhuriyet, İslâm’ın öngördüğü en üst bir yönetim sistemidir. Erken Cumhuriyet Dönemi de Peygamberimiz (sas) döneminde 7. yüzyılda başlamıştır fakat o Erken Cumhuriyet unutulduğu gibi bugün bütün İslâm ülkelerinde ağırlıklı olarak otoriter sistemler var. Biraz böyle demokratik, cumhuriyetçi olan ülkelerde de ilginçtir devlet başkanları ölünceye kadar iktidarda kalmak istiyorlar. Bugün Cumhuriyete baktığımızda da bunu görebiliyoruz. Cumhuriyet aslında Osmanlı’nın kendini yenileyerek devam etmesini sağlayan bir süreçtir. Lakin bu yenilenmenin arzu edilen seviyede olmadığı da malum.
Halkın bu konuda yetenekli ya da başarılı insanları uzun süre onaylaması neticesinde iktidar sahiplerinin de ölene kadar tabir-i caizse koltuklara yapışmaları meşru olmamalı. Bununla birlikte bir kişi halk tarafından sürekli onaylanıyor ve ayakta alkışlanıyorsa burada kişinin de yeteneklerini dikkate almak lazım. Yani liderlik özelliklerinin çok üst düzeyde olduğu bir kişiyi de suçlar gibi bir pozisyona düşmemiz gerekir değil mi?
Doğru, ben bu kaygınıza katılıyorum ama orada esas altını çizmeye çalıştığım mesele şu: Bizim siyaset yapma biçimimiz, bunun en üst çatısı, siyaset felsefesi diye insanlara, öğrencilere, akademisyenlere anlattığımız şey bir nasihatnamedir. Bu, bizim Sünnî akide doktrinine girmiştir. Burada bir başka çeşit daha var bu nasihatnamenin dışında. Bir de padişahın yanındakilerin padişah ağzıyla yazdığı talimatnameler var. Bakın işte öz eleştiri dediğimiz tam da budur. Ben de bu çağda yaşayan hür, bağımsız bir Müslüman aydın olarak şunu iddia ediyorum yıllardır: Bu çağa ilişkin bir yönetim felsefesi oluşturamadıkça bu çağda var olamayız. Çağımız artık geçmişten farklı. Yeni iletişim kanalları, yeni teknolojik alanlar var. Bizim açık bir şekilde fikrimizi bütün insanların duyabileceği şekilde olgunlaştırıp dışarıya anlatmamız gerekir. Mevcut dünyada artık hız çok daha etkili oldu, teknoloji etkili oldu ve siz çok otoriter bir sistem kurduğunuzda yani yetkileri bir kişiye verdiğinizde o kişinin kontrol edilmesi ve onun üzerinden bütün toplumun ajite edilmesi, yönlendirilmesi, çürütülmesi de sağlanmış oluyor. Dolayısıyla siz bunu dinamik bir şekilde liderleri oluşturabilirseniz, onu belli periyotlarda yenileyebilir, geri çekilebilirsiniz.
Ama bunun farklı nedenleri de var. Biz korkulu bir toplumda yaşıyoruz. Yani rejim kuruluşundan itibaren kendini dayatarak var olmak istedi. Bu kendini dayatarak var olma arzusu karşı tarafı da illegal ya da dramatik unsurlara, mağduriyet unsurlarına sevk etti. Ortada özgürce bir fikir savaşı hiçbir zaman olmadı. Rejimi savunmadan ya da rejimin kutsallarını sırtlanmadan meramını anlatma serbestiyeti geldiğimiz çağda hâlâ yok. O yüzden İslâm toplumların da bunun bir benzeri ve daha fenası, daha da kötü durumlar var. Batı adına yönetilenler var ama Batı’ya ait vesayet hepimizin üzerinde ortak kurulan bir baskıdır. Şu an küresel baskıdan kurtulmuş ülke ve insan dünyada yok gibi. İşte bunu ele alırken “Baskı altındayız, bu sefer demokrasiyi askıya alalım.” denmez ama dünya da bunu yapıyor. İkiz kulelere saldırı sonrası insan haklarında şampiyonluğa soyunan Amerika o gün dedi ki: “Bundan sonra insan haklarının yerine biz güvenlik politikasına geçiyoruz.” dedi ve dünyada 6 tane devleti “Siz bize saldıracaksınız!” söylemiyle “niyet okuyarak” düşman ilan etti.
Aslında çok önemli noktaya temas ettiniz. Bizim mevcut durumumuzu gözden geçirmek, kendimizi iyileştirmek, öz eleştiriyle kendimizle yüzleşmeye, tazelenmeye ihtiyacımız var. Bu da esasen bir insanlık görevidir. Zaten insan sürekli eksikliğini tamamlar. Son dönemde yakınsama kavramı kullanılıyor bilmiyorum dikkatinizi çekti mi? Yakınsama; olduğu gibi yaklaşmadan en yaklaşabileceğin kadar yaklaşma alanıdır. Bu otomasyonlar genelde buradan gider. Bizim de bir yakınsama yapmamız lazım. İslâm’ın öngördüğü sistemi tamamıyla olduğu gibi anlayamayabiliriz. Nihayetinde en üst düzeyde onu Allah bilir fakat bizim ona yaklaşmamız gerekir. Bu çağı da hesaba katarak… Buradan baktığımızda durumumuz ortada. Batı’nın da durumu ortada ki son dönemde maskesini de indirdi. Özellikle Gazze’de gördük. Kendi dışını insan görmüyor. İnsan hakları deyince kendini anlıyor. Bu sadece Yahudilere has bir şey değil. Batı’nın kültüründe de var bu. Aydınlanma kendi içinde Batı’nın bir paradigması gibi gözüküyor. Modernizm yüzünden bütün insanlığa yaymaya çalıştığını söylüyor fakat ikiyüzlülük yapıyorlar. Aydınlanmayı, insan haklarını, özgürlüğü, demokrasiyi, cumhuriyeti kendine kapatmış bir şekilde yaşıyor. Kendi dışındaki ülkeleri hem ırk olarak hem din olarak insan yerine koymuyor. Yani Batılılar ırkçı, hatta en üst düzeyde faşist, dogmatik, az gelişmiş insanlardır. Ama şunu asla unutmayalım: Bütün insanlığı kuşatacak, gelecekte hür ve bağımsız bir dünyayı yaratacak yegâne entelektüel çıkış yine İslâm dünyasından olacak. Potansiyel olarak tabii, yoksa şu anki halimizle değil. Çünkü Müslümanlık Allah’ın bir lütfu olarak insanlar arasında ayrım yapmıyor ve insanları seçimlerinde özgür bırakıyor, seçtikten sonra yaptıklarına ilişkin de bir alan açıyor. Ben bunu Rahman sıfatıyla açıklıyorum. Rahman, Allah’ın kendisine inansın inanmasın yeryüzündeki bütün insanlara merhametinin, ikramının devam etmesi, ona sunduğu imkanları sonuna kadar ona bırakmasıdır. Dolayısıyla son ana kadar değişme hakkı olabilir. Hayatı bir imtihan gördüğümüzde bu durum anlamlı olur. Entelektüel Müslümanlarımız Allah’ın Rahman sıfatından esinlenerek bir dünya sistemi kurgulaması gerekir. İşte bu açıdan bakarsak aydınlanmayı yeniden masaya yatırmamız gerekir. Aydınlanmanın kökeni, kanaatimce Şems sûresinde geçer. Şems sûresi benim ufkumu açan, beni derin uykulardan uyandıran bir sûre olmuştur. “…Nefse ve ona birtakım kabiliyetler verip de iyilik ve kötülüklerini ilham edene yemin ederim ki, nefsini kötülüklerden arındıran kurtuluşa ermiş, onu kötülüklere gömen de ziyan etmiştir.” (Şems, 91/9-10) âyetlerinden biz şunu anlıyoruz: Mutlak iyi insan, mutlak kötü insan yoktur. İyi ve kötü olmak insanın elindedir. Dolayısıyla insanları ayırmayın. İşte Batı’nın yaptığı tam bunun karşıtıdır. Biz de fark etmeden onlar gibi yapıyoruz. Bir diğer husus da Cenâb-ı Allah bu âyetlerden önce de şunu söylüyor: “Güneş’e ve kuşluk vaktindeki aydınlığına, güneşi takip ettiğinde Ay’a, onu açığa çıkarttığında gündüze…” (Şems, 91/1-5). Güneş’ten maksat bazı tefsircilere göre peygamberdir. O doğrudan Allah’tan aldığı vahyi yansıtıyor. Yani kendi içine doğuyor, Güneş gibi kendini yansıtıyor. Ay ise âlimler, aydınlar ve biz… Yani peygamberden aldığımızı yansıtıyoruz. Dolayısıyla 7. yüzyıl nurlanma yüzyılıdır, insanlığa bir nur gelmiştir. Bu metafora göre esas aydınlanmanın kurucusu Hz. Muhammed’dir (sas). Ondan sonra aradan zaman geçtikçe bu nurlanma zayıflıyor, onu algılayan insanlar, iyi algılayanlar göçüyor, yeni gelen nesepte kopukluk ve bir boşluk oluşuyor.
Ay’ın nedir özelliği? Ay, Güneş’ten aldığı ışığı yansıttığı için bazen yarım oluyor, bazen çeyrek oluyor, bazen görünmüyor. Ay’ın bu durumunu hesaba katarak halimizi de öz eleştiriye tâbi tutmamız lazım. Bana göre Güneş’ten en iyi o nurlanmayı alıp aydınlanan ustalardan biri Fârâbî’dir. Dolayısıyla 9. yüzyılda birinci aydınlanma başlamıştır, İbn Rüşd’de ise 12. 13. yüzyıla kadar sürmüştür ve Batı aydınlanmasına dikkat ettiyseniz Fârâbî ve İbn Rüşd aydınlanmasının bir yansımasıdır. Endülüs üzerinden oraya gitmiştir ve bu birinci aydınlanma aynı zamanda insanlığın ortak birikimi Atina’yı ve mitolojiyi de hesaba katmıştır. Aristoteles ve Platon’u okumuştur, yorumlamıştır ve Batı büyük bir karanlığın içindeyken bunu yapmıştır. Yani Batı’yı uyandıran bir aydınlanmadır fakat Batı bunla uyanıp ikinci bir sınıf aydınlanma yaptı. Bugün aydınlanma dediğimiz şey ikinci sınıf bir aydınlanmadır ve birinci aydınlanmanın bozulmuş, yozlaşmış bir halidir. Benim kanaatim önümüzdeki 200 yıl yeni bir aydınlanma geliyor, üçüncü aydınlanma ve bu aydınlanma nurlanmadan da alacak alacağını, birinciden de alacak, ikinciden de alacak ama kendi rengini çağa vuracak. Bunun için Müslüman aydınların, entelektüellerin çok çalışması gerekir. Bütün insanlığı kuşatacak bir insan tasavvuru oluşturması gerekir. Çok çalışırsak bunu başarabileceğimizi düşünüyorum bunu yapabilme potansiyeli, dinamiği taşıyan yegâne insan Müslüman aydındır. Çünkü o kendisini Allah’a ve onun gönderdiklerine bağlı hissediyor. En azından bugün için bunu koruyor. Bu anlamda Batı’yı da Doğu’yu da İslâm dünyasını da bütün her şeyi yerli yerine oturtacak, insanları yeniden İslâm’ın idraki ile buluşturacak yeni bir aydınlanma, yeni bir kurtuluşun ancak Müslüman aydınlar üzerinden olabileceğine inancımı tekrarlamak istiyorum.
Bize çözüm noktasında bahsettiğiniz gibi şimdi bize; insanı yüceltecek, onun şerefli olduğunu, ayrıma tabi tutmaksızın yaratılmıştan eşit ve onurlu olduğunu, bu onuru da Allah tarafından istisnasız bir şekilde ona ve herkese verildiğini kabul edecek bir anlayışla başlamak lazım. Bunun için dünyada yeni bir söyleme, yeni bir bakış açısına ihtiyaç var. İslâm dünyasının elindeki kaynaklar, referanslar ancak bunu oluşturabilir, düzeltebilir. Burada tabii öncelikle bizim İslâm tarihini baştan sona bir kritiğe tâbi tutarak bahsettiğiniz yanlışlardan sıyrılarak çoğulcu, şurâcı, ortak aklı kullanan ve insanın tekinin de çok önemli diğerleriyle eşit imkanlarla işe başlayan bir pozisyonda yani yüceltilmiş bir pozisyonda olması gerektiğini vurguluyorsunuz. Buradan yola çıkarak emaneti önemsiyorsunuz, emanet vurgusu var. İnsan ve toplum ilişkisi üzerinde duruyorsunuz ve sonunda da işi büyütüp insanlığa ait yasalar oluşturuyorsunuz. İnsanlığa sunduğunuz yasalar var ama buraya gitmeden önce İslâm dünyasının önce kendini var kılması gerekir. Bu varlık sorununun en büyük sıkıntısı sosyal alanda, kültürel alanda kendimizi bir cihad ortamındaki sosyal ve kültürel alanda kendimizi uzun senelerdir saklıyoruz. Günümüzde teknolojinin örgütlediği bir bilim, bilimin örgütlediği bir savaşlar dünyası var. Bunu tersine çevirme imkânı hasıl olması için insanın ismet sıfatına layık görülmesi lazım, dokunulmaz olduğu kabul edilmesi, bir insanı öldürenin dünyada bütün insanlığı öldürmüş gibi olacağı inancını ve hassasiyetini taşıyan bir İslâm dünyasının dirilmesi lazım.
Bizim gerçeği algılama biçimimizi bir öz eleştiriye tâbi tutmamız lazım. Batı’yı eleştirdik. Bugün dünyada herkes aydınlanma deyince ikinci sınıf aydınlanmayı anlıyor. Bizim camia aydınlanma karşıtıdır değil mi? Onlar da öyle anlıyor. İslâm düşüncesinin inanmak anlamında geleneksel birikimine inanırım. Bu anlamda o geleneksel tartışmaların içinde çok saf almayı tercih etmiyorum. Bunun bize enerji kaybettiğini düşünüyorum. Mesela bir örnek verelim: Hızır yaşıyor mu, yaşamıyor mu? Hz. Îsâ gökyüzünde mi, yeryüzünde mi? Bizim meşhur tartışmalarımız Mehdi gelecek mi, gelmeyecek mi? Bizim bunlarla bir işimiz yok. Buradan kalkarak ben diyorum ki: Bizim akılla vahyin ilişkisini ontolojik olarak bir yere oturtmak lazım. Ben başlama yeri burayı görüyorum ve bu anlamda âyetleri ikiye ayırıyorum. Böyle çok net bir şekilde bunu söylüyorum. Birincisi yazılı âyetler. Hz. Âdem’den beri gelen sahifeler, kitaplar var en son gelen de malum Kur’ân-ı Kerîm. Yazılı âyet işte orada var açık açık… Bir de Kur’ân-ı Kerîm ifade edilen “Hiç düşünmüyor musunuz? Hiç etrafa bakmıyor musunuz? Hiç mi kâinata bakmıyorsunuz?” meâlindeki âyetler bizi dışarıya bakıp görsel dünyadaki olaylara ilişkin düşünmeye davet ediyor. Bunlar ise görsel âyetlerdir. Bilimin ilgilendiği alanlar görsel âyet alanlarıdır. Kur’ân da bize görsel âyetlere davet etmekle bilime de davet etmiş oluyor. Tabii bilimi böyle pozitivist bir yaklaşımla “putçuluk” gibi ele almamak lazım. Şimdi gördüğümüz tablo şu: İslâm dünyası sadece yazılı âyetlere bakıp, görsel âyetlerle kendi arasında mesafe koydu, arada bir boşluk oluştu ve görsel âyetleri kaçırdığı için yazılı âyetleri anlamakta zorlanmaya başladı. Bu sefer oradaki çok önemli olmayan tartışmaları alevlendirdi. İşte demin dediğimiz tartışmalar bu minvalde. Batı dünyası ise bir şekilde o yazılı kaynaklardan bağını kopardı, sadece görsel âyetlerden kalkarak bir düşünce, bir inanç oluşturdu. Ben diyorum ki İslâm dünyasının sadece yazılı âyetlerde kalması da problem, Batı dünyasının, modern dünyanın sadece görsel âyetlere bakarak yorum yapması, bir inanç oluşturması da problem. Dolayısıyla burada gördüğümüz bu tabloya göre hem yazılı hem görsel âyetleri bütünleştirecek bütünleşik bir âyet okuması yapmamız gerekir. Bunu yaptığımızda çıkan tablo kanaatimce şudur: Yazılı âyetlerde ve görsel âyetlerde de akılla ulaştığımız bir şey var. Yazılı âyetler de görsel âyetlerle tasdik ediliyorsa, yani aklımıza uyuyorsa, bu doğrudur. Yazılı âyetlerde bir umde var, bir anda bakıyoruz görsel âyetlerle çeliştiğini düşünüyoruz. Mesela domuz eti haramdır ama iktisadî olarak baktığınızda domuzlar üremesi çok yüksek, yılda 15-20 tane üreme yapıyor, beslemesi çok kolay, ekonomik olarak maliyeti düşük ve aslında iktisadi olarak öne alınması gereken bir şey ki Batı dünyası bunu ön plana almış fakat Allah yasaklıyor. Dolayısıyla iktisadi açıdan baktığımızda rant olan bir şey burada yasaklanmış. İşte burada da Müslüman aklı devreye giriyor. Biz buna akl-ı selim diyoruz. Yazılı âyetle görsel âyetlerin çeliştiği gibi düşündüğümüz yerde yazılı âyet doğrudur. Bizim aklımız görsel âyetleri henüz anlayacak düzeye gelmedi. “Âyetin dediği doğrudur!” deyip ona uysun fakat tekrar o görsel âyetleri de araştırmaya, Kur’ân’ı yeniden anlamaya da devam etsin. Dolayısıyla akılla vahiy çeliştiğinde bizim vahye uyup aklımızı kendi sınırlarına çekmek, onu anlama çabasının da sürdürmesini sağlamak ve bizim de âyetlere uymamıza devam etmemiz gerekir. Ben buna bütünleşik iman diyorum. Dolayısıyla hem yazılı hem görsel âyetlerle örtüşüp bütünleşmiş âyetlere bakarak oluşmuş bir imandır. İşte buraya baktığımızda gördüğümüz ilk tablo Allah’ın insanı yaratıp yeryüzünü ona âmâde ve musahhar kıldığına dair âyetlerde var. Hatta çeşitli renklerde, dinlerde, ırklarda yaşamayı becerebilelim diye bizi imtihana almış. Bizim yeryüzünde bütün insanlara savunabileceğimiz ilk ilke insan-değer ilkesidir.
Dolayısıyla hiçbir insan ırkından, cinsinden, şeklinden, zenginliğinden, fakirliğinden, herhangi bir niteliğinden dolayı yargılanamaz. Kendi onur ve şahsiyetinden aşağıya indirilemez. Onun yüce bir varlık olarak kendi hayatını idame ettirmesini, devam etmesini sağlayacak bir sistem kurmamız lazım. Bu anlamda tezimiz mutlak iyi insan, mutlak kötü insan yoktur. Bir iyilik yolu, bir kötülük yolu vardır ve insanın içinde iki eğilim de vardır. İnsan hangisini beslerse ondan olur ve insanın sorumluluğu ölene kadar bitmez. Nitekim peygamberlerin bile sorumlulukları ölene kadar devam eder. Yani namaz kılmaktan beri olmuş bir peygamber bilmiyoruz. Dolayısıyla burada da insan olma hasleti, iyi olma hasleti sürekli devam eder. Bu bizi dinamik ve aktif tutan bir şeydir.
Bu açıdan bakarsak “nomos” dediğimiz yedi evrensel ve anayasalar üstü değerler vardır.
Birincisi insan-değer yasasıdır. Yeryüzündeki bütün insanlar kendilerine Allah’ın armağanı olan bu yeryüzündeki imkânlardan, nimetlerden eşit olarak faydalanma hakkına sahiptir. Buna müdahale şirktir. Ben şirki böyle anlıyorum. Birinci yasamız budur.
İkincisi ahlâk-değer yasasıdır. Yani insan kendi doğasına ve fıtratına uygun yaşamakla mükelleftir, bunu da asla unutmaması gerekir. Zaten imtihanın anlamı da buradadır. Bu ikinci yasamız.
Üçüncüsü birlik-eşitlik yasadır. Eşitlik nedir? Yeryüzünde yaşayan bütün insanlar yaşama ve imtihan hakkı olarak Allah’ın verdiği nimetlerden eşit olarak yararlanma hakkı vardır. Dolayısıyla bir insan başka insanla kendini eşit görmesi gerekir. Hak olarak yeryüzünü ele geçirmeye, kendine kapatmaya çalışmaması gerekir. Yeryüzünde ilâhlık taslamaya kapılmaması gerekir. Bu anlamda insanlar eşit ve kardeştir, kendisini başka insanlarla eşit görmeyen bir insanın tedavi edilmesi gerekir. Eğer eyleme geçiyorsa durdurulması gerekir. Bu da bizim üçüncü evrensel yasamız.
Yani birincisi insan değer yasası, ikincisi ahlâk değer yasası, üçüncüsü de birliği temin edecek birlik-eşitlik yasası. Tevhidi vahdet olarak böyle tanımlıyoruz. Buna da birlik eşitlik yasası diyoruz.
Yani tabii enteresan biraz çünkü insan-değer yasası sorunlu gözükmüyor ve doğrusu da o; ahlâk yasasını bütün dinler, kültürler, bölgeler arası bir eşitliğe tabii tutuyorsunuz. Dahası insanlara ahlâklı olun diyerek ahlâkı yaygınlaştırma sorunu var. Birinci şıktaki insan-değer yasasını siyaset eliyle yapabilirsiniz, sivil toplum vasıtasıyla yapabilirsiniz ama bu ahlâklı olun yasasını nasıl yapacağız?
Şimdi bu yasaların devamı var. 7 tane yasa bunlar. Birbirini tamamlayan ekonomik, sosyolojik, kadın aile tarafı da var. Şimdi şöyle bir durum var: Ahlâk, fıkhın da hukukun da sosyolojinin de aslında felsefenin de temelidir. Buradaki problem şu: Ahlâk bir kişinin kendi özgür iradesiyle tutum ve davranış geliştirmede serbest kalmasıdır. Fakat ahlâk bunun ötesinde bir ölçü getiriyor insana. Bir de bunun hukuk tarafı var. Ahlâkı bir yazılı kurala, bir uygulamaya getiremezsiniz fakat bu ahlâkın içinden bazılarını yazılı bir düstura çevirebilirsiniz. İşte buna fıkıh ve hukuk diyoruz. Bu anlamda ahlâk hukuka mesnet teşkil eder, hukuk ahlâktan doğar, kaynağı ahlâktır fakat ahlâkın içindeki bazı kuralların karşılığını getirir. Örneğin adam öldürdünüz. Bu doğal olarak ahlâkta yanlış bir şeydir. Ancak hukuk yoksa öldürmeyle kalır. Hukuk bunun dünyadaki karşılığını getirir. Ahlâk öteki dünyayı da içine alır.
Bir düşünür, “Ahlâk yazılı olmayan hukuktur, hukuk da yazılı olan ahlâktır.” diyor.
O da bir bakış açısıdır. Şimdi buradan şöyle bir tablo çıkıyor: İnsan zihninin kodları, hakikatten beslenmiş bir zihni kastediyoruz. Gelişmiş, yücelmiş bir insan, olgunlaşmış kemal yolunda yürüyen insandır. Şimdi bugünkü Müslümanlarla teorideki Müslüman arasında bir uçurum oluştu. O yüzden biraz öyle bir sıkıntımız var. Şimdi buradaki bütün mesele sosyolojik olarak bir insan kendini değerli gördü fakat başka insanları değerli görmüyor. İşte ahlâk bunu sınırlandırıyor. Pekâlâ eşitlik ne yapıyor? “Kardeşim insanlar birdir, hepsinin kökeni Hz. Âdem’dir. Diğer insandan senin bir farkın yoktur. Dolayısıyla hak olarak o da bu dünyada yaşayacak. Onun mülkünü ele geçiremezsin, dünyayı kendine kapatamazsın, mülkün sahibi Allah’tır. Sen sadece kullanım hakkına sahipsin. Onu kendi mülküne getirmek şirktir.” der.
Şirk kavramı kul ile Allah arasındaki bir kavramı siz yatay şekle getirdiniz. Bu konu ile ilgili neler söylemek istersiniz?
O zaman şöyle düşünelim: Allah’ın hükümranlığına ait bir alana birilerinin gidip el koyması, Allah’ın o hükümranlığına ortaklık koşması değil midir? Bu, Allah’a karşı yapılıyor. Allah da insanlara dünyanın nimetlerinden faydalanmaları noktasında imkân tanıdığı da âyetlerde belirtilmiyor mu? Bu imkânları birilerinin gasp etmesi de bu bağlamda bir şirk olmaktadır.
Şimdi insanların temel haklarından bahsettiğimiz zaman can emniyeti, mal emniyeti, o beş emniyetin devamı konusunda hepsi eşittir, temel hakları kullanmada hepsi eşittir ve dokunulmazdır. Ama bir işe ulaşma hakkında da diyelim ki herkes eşittir ama oraya sorumluluklarını yerine getirip oraya ulaştıktan sonra onun yeni bir hak ve sorumlulukları başlar. Siz o hakka ulaşma becerisi gösterdiğiniz için doktor olursunuz, doktor olduktan sonra haklarınız ve sorumluluklarınız değişir. Ama sizin yine canınız herhangi bir insanla can olarak eşittir. Gerçi bu biraz insan hakları anlayışımızı da yeniden ele almamıza, belki insanlığın bir anlamıyla dayanışma, bir anlamıyla da yarış içerisinde ama yarışın ahlâkî kurallarla sürmek zorunda olduğunu düşünerek yapmamız lazım gelmez mi?
Tamam olabilir ama ben şöyle bağlayayım: Biz diyoruz ki yeryüzünde yaşayan insanlar, doğacaklar da dahil, Allah’ın onlara bir armağan olarak verdiği, bir sınav olarak bir ortam, bir sınıf oluşturduğu atmosfer değil midir dünya. Buna uygun bir toplumsal yapı inşâ etmemiz gerekir. Hiçbir sermaye gücü, ipleri eline alarak hükümranlık kuramaz. Ondan sonra işte gelin yarışalım. Nasıl yarışacağız ki? Mümkün değil. Dünya ortaklığı yasası, yeryüzünün herhangi bir yerinde yaşayan mesela Afrika’da yaşayan bir insan bile dağda, dünyanın herhangi bir yerinde bir şey üretiliyorsa dünyaya ortak olduğu için 8 milyarda bir hissi vardır. O gidecek o büyük şirket hangisiyse onun gelirinin 8 milyarda birini alması gerekir. Niye? Çünkü yeryüzünde hissesi var. O adam orada kiracı. Dolayısıyla orada elde ettiği kiranın bir kısmını ona ödemesi gerekir. Onun ayrıca ondan bir şey istemesi gerekmez. Yeryüzündeki güçlerin bunu planlaması gerekir. Bu bence çok önemli bir şeydir dünya ortaklığı yasası. Bunu yapmayan devletler suçludur. O devlete isyan etmek de bir haktır. Buna böyle bakmak lazım.
Bunun realitesi olabilir mi?
Bizim buna inanmamız gerekir. Bizim bugün Müslüman dünyası teknolojide, sermayede çıkıp bu adamlarla yarışabilir mi? Bu adamlarla nasıl yarışacak? Şu anda bizi dinliyor, cep telefonundan çocuklarımızı yönetiyor. Bunlarla bizim yüzleşmemiz için yeni bir tez yaratmamız lazım. İnsanı öne almamız lazım. Adamlar ciddi ciddi bu dünya bize yetmiyor, 8 milyar fazla, birkaç milyarı temizleyelim, kalan bize kalsın, diyorlar. Kimi temizleyecekler? Başta Müslümanları. Global büyük sermaye ulusların ve devletlerin üstüne çıktı. Amerika’yı da yönetir hâle geldi ve operasyon yapıyorlar. İsrail bir maşadır. Amerika bir koldur. Bizim bunları analiz edip bunlarla da kaba kuvvet olmadan, şiddette bulaşmadan fikrimizle mücadele etmemiz gerekir. Dolayısıyla o çözümü bulmamız gerekir. İslâm’ın bu çağdaki çözümünü bütün insanlara yaymamız gerekir. Bence bu
Eyvallah hocam. Gayet istifadeli bir söyleşi oldu. Çok teşekkür ediyoruz.
Ben teşekkür ediyorum.