Peygamberler, beşer-üstü değil fakat beşerin üstünüdürler. Onları beşerin en seçkin, en üstün şahsiyetleri hâline getiren vasıfları, her Müslümanın peygamberleri doğru tanımak adına bilmesi gereken aslî özelliklerdir. Bu bilgi aynı zamanda İslâm inancının “peygamberlere iman” şubesinin de gereği, memuriyetidir. Enbiyâ-yı kirâmı tanımak denilince genellikle zihinlerde yerleşik olan kabul siyer, megâzî, şemâil türü eserler okumaktır. Hâlbuki peygamberleri hakkıyla tanımak için onların hayatlarına dair umdeleri ve rivayetleri bilmek gerektiği gibi, aynı zamanda sahip oldukları evsafı da bilmek gerekir. Söz konusu sıfatlar bilinmediği takdirde, tarih kitaplarına girmiş problemli bir rivayet zihinleri karıştırabilir, peygamberlere yaraşmayacak düşünceleri insanlara kabul ettirebilir. Bu nedenle peygamberlerin sahip oldukları müşterek vasıfları bilmek, onların hayatlarına vâkıf olmak kadar kıymetli ve önemlidir.
Peygamberlerin sıfatlarını bizler, Kur’ân-ı Azîmüşşân’dan öğrendiğimiz gibi; aklî gereklilik ve istidlaller de bu vasıfların hemen tamamının bir peygamberde bulunması gerektiğini teslim etmektedir. Allah’a ve peygamberlere inanmayan bir kişiye dahi sual edip, “Eğer bir peygamber olsaydı, onun hangi özelliklere sahip olması şart olurdu?” diye sorsak, Müslümanların “vasfü’n-nebî” olarak belirttiği sıfatları sayacakları şüphesizdir. Çünkü insanlar arasında bulunup Allah adına söz söyleyen, O’nun sözlerini insanlara ulaştırma makamını haiz bir kişinin bir kısım vasıfları üzerinde taşımamasını düşünmek, Allah Teâlâ’nın bu takdirini problemli görmek olacağı için mezkûr özelliklerin aklî bir gereklilik olduğu hemen herkesçe teslim edilmektedir.
Bu mantık üzere hareket ederek peygamberlerin sıfatlarını düşünüp ele alabiliriz. Meselâ, her insan tereddütsüz teslim edecektir ki Allah Teâlâ’nın kendi vahyini insanlara bildirmek üzere seçtiği kişinin yalan söylemesi olacak şey değildir. Bu sebeple onların “sıdk” sahibi kimseler olması aklî bir zorunluluktur. Söz konusu aklî gereklilik Kur’ân-ı Hakîm’de Hz. İdris’in (as)[1], Hz. İbrahim’in (as)[2], Hz. Yûsuf’un (as)[3] ve Resûl-i Ekrem’in (sas)[4] sıdk sahibi yani doğru sözlü peygamberler olduğuna yönelik hususî âyetler bulunduğu gibi bütün peygamberlerin doğru sözlü olduklarına dair kuşatıcı âyetler de mevcuttur.[5] Bu manzara enbiyânın sıdk sıfatına sahip olduğunu aklen ve naklen sabit kılmaktadır. Tabi doğru sözlü, sıdk sahibi olmanın mânâsını biraz açmamız gerekebilir. Bu noktada en özlü izahı, sanıyorum ki İmam Gazâlî (ö. 505/1111) sunmuştur. O, İhyâu Ulûmiddîn isimli muhalled eserinde sıdkın; sözde, niyette, kararda, sebatta, amelde ve hâlde sıdk olmak üzere altı yönünün bulunduğunu belirtir. Bir peygamberin kalbinden geçenle dilinden dökülenin, dilinden dökülen ile amelinin, amel ettiği ile hâlinin muvafık olmaması düşünülemez. Çünkü bu hâller münafıklara, yalancılara has, diğer insanlar için dahi düşünüldüğünde kabul edilmek istenmeyen, kimsenin böyle anılmak istemeyeceği özelliklerdir. Hâl böyleyken bir nebînin sıdktan ayrılması elbette makul bir düşünce olmayacaktır.
Peygamberlerin sahip olduğu vasıflardan bir diğeri “emanet” sıfatıdır. Sıdk doğruluk ve güvenilirliğin daha çok söz ve niyet ile alakalı kısmını ifade ederken, emanet ise daha çok fiiliyat ile alakalı yönünü yansıtmaktadır. Her insan bilir ki peygamberler birer emanetçidirler. Çünkü Allah Teâlâ onlara kendi kelâmını ve dinini, bunu insanlara noksansız olarak ulaştırmak üzere emanet etmiştir. Peygamberlerin tamamının en güvenilir, emin kimseler olması meselenin bu yönüyle aklî bir zorunluluktur. Bununla beraber hem peygamberler tarihi hem de hadîs-i şerifler bizlere enbiyânın kendi dönemlerinde güvenilirlikleri ile nâm salan şahsiyetler olduğunu ispat etmektedir. Herkesçe malum olduğu üzere Fahr-i Kâinat Efendimiz’in (sas) risalet öncesinde de güvenilirdi ve bu güven münasebetiyle ona “Muhammedü’l-Emin” diye isim verilmişti.
Nebilerin sahip oldukları sıfatların üçüncüsü “fetanet” sıfatıdır. Bu sıfat, peygamberlerin idrak kabiliyeti ve anlayış olarak diğer insanların tamamından üstün olduğunu ifade eden bir muhtevayı haizdir. Aslında bu sıfatın muhtevası, peygamberlerin misyonu ile yakından alakalıdır. Çünkü peygamberlerin din-i İslâm’ı tebliğ eden, insanları davet ederken şüphe ve itirazları bertaraf eden kimseler olduğu hatırlandığında; onların evvela kendi muhatap oldukları vahyi anlamak için herhangi bir sıkıntı yaşamayacakları izahtan vareste olduğu gibi, öte yandan diğer insanlardan da daha derin anlayışa sahip bulunup, onların sual ve şüphelerini cevaplayabilecek olmaları gerekir. Muhataplarının suallerini anlayacak seviyede olmayan bir kimsenin insanları tatmin edip, tebliğ ettiği dine karşı cazibe oluşturması mümkün olmayacaktır. Bu durum da bizlere, fetanet sıfatının aklî bir gereklilik olduğunu izhar etmektedir. Tabi peygamberlerin anlayışları ve idraklerinin diğer insanların üstünde olması, onların her şeyi bildiği, bilmediği hiçbir şeyin olmadığı mânâsına gelmez. Yazının başında belirttiğimiz gibi, peygamberler de birer beşerdir fakat beşerin üstünüdürler. Elbette onların da bilmedikleri, kuşatamadıkları, çözemedikleri meseleler olmuştur. Bunlar vahiyle bildirildiği takdirde bu bilgiye muttali olurlar, aksi takdirde bu meseleler onlar için de gayb alanında kalmaya devam etmiştir.
Peygamberlerin sıfatları arasında anılan “tebliğ” sıfatı, aslında şimdiye değin zikri geçen sıfatlardan tamamen bağımsız bir sıfat değil, onların âdeta mütemmim cüzüdür. İnsanlara mübeşşir ve münezzir olmak için Allah’ın elçisi olarak seçilmiş, doğru sözlü, güvenilir ve anlayışlı bir kimsenin, dini insanlara eksiksiz ulaştırma mükellefiyetini ihlal etmesi olacak bir şey değildir. Aklen müsellem olan bu hakikatin yanında Kur’ân da peygamberlerin tebliği hakkıyla ifa ettiklerini bizlere bildirmektedir.[6]
Peygamberlik makamı, insanların çalışıp çabalayarak eriştikleri bir makam değil, kullarının ruhî istidad ve liyakatini ezelî olarak bilen Allah Teâlâ’nın yine ezelî bir takdiri ve lütfudur. Dolayısıyla iktisabî değil, vehbîdir. Bu nedenle peygamberler “nübüvvet” makamına dünyayı teşrif ettikleri anda sahiptirler. Onların yaşarken sahip oldukları yeni sıfat ancak “risalet” yani tebliğ ve irşad makamıdır. Nübüvvet makamı yaşarken kazanılmadığı gibi vefatla da peygamberlerin üzerinden kalkmaz. “Aminü’l-azl” sıfatı da peygamberlerin azledilmezliklerini, peygamberlik makamını yitirmeyeceklerini bildirir bir sıfattır. Bu sıfatın icabı olarak dünyada onlara gösterilen hürmet, ittiba ve edep, âhirete irtihallerinden sonra da aynı şekilde devam eder. Çünkü onlar hâlâ nübüvvet makamının sahibidirler.
Allah Teâlâ’nın insanlara peygamber göndermesinin hikmetleri arasında onlara tebliğ vazifesi olduğu gibi aynı zamanda tebliğ edilenin temsil edilmesi, hayat örnekliği ve imamlık yani baş olmak da bulunmaktadır. Bu nedenle peygamberler tarih boyunca gönderildikleri toplulukların muallimi, komutanı, devlet başkanı, imamı olmuştur. Hayatın hemen tüm şubelerinde İslâmî olan uygulamalar onlara bakılarak, onların her hâl ve davranışı takip edilerek öğrenilmiştir. Böylesi bir vazife ise daima göz önünde olmayı hatta göz hapsi içinde bulunmayı gerektirmektedir. İslâm’ın ahkâmı içerisinde yer alan mahremiyet ve tesettür gibi hükümler hatırlandığında, böylesi bir vazifenin bir kadına tevdi edilmesinin hikmete aykırı olacağı açıktır. İşbu sebeple tarihten günümüze tüm peygamberler erkektir.[7] “Zukûret” sıfatı, yüklendikleri mesuliyetler gereği peygamberlerin erkeklerden olacağını bildirir bir sıfattır. Bu özellik, saliha bir kadının vahy-i İlâhî’ye muhatap olamayacağı mânâsına gelmez. Nitekim Kelâm-ı İlâhî’de kendisine vahyolunan bazı saliha kadınlar haber verilmektedir. Fakat bu kadınların hiçbiri topluma muallim, komutan, devlet başkanı, imam, hâkim vs. olmakla vazifelendirilmemiş, tesettür ve mahremiyeti ihlal neticesi verebilecek bu gibi zorlu memuriyetler kadınlara tevdi edilmemiştir.
Peygamberlerin sıfatları içerisinde şimdiye kadar kısa kısa temas ettiğimiz sıfatlar bütün insanların bir peygamberde bulunmasını makul karşılayacağı, lüzumlu hatta zorunlu bulacağı özelliklerdir. Bu nedenle zikri geçen sıfatlar etrafında tarihi vetirede pek ciddi bir ihtilaf ve itiraz mevcut değildir. Bunun tek istisnası “ismet” sıfatıdır. İsmet, peygamberlerin günahtan masum olduklarını ifade eden kelâmî bir terimdir. Fakat, “Peygamberlerin günahtan masum olması ne demektir?, Onlar büyük küçük bütün günahlardan mı masum ve uzaktırlar?” gibi sualler etrafında bazı ihtilaflar zuhur etmiş, bu sıfatın kabulünde farklı söylem ve beyanlar gelişmiştir. Kimileri peygamberlerin de bir kısım günahlara düşebileceğini ve bu durumun peygamberliğe halel getirecek bir husus olmadığını belirtmiş, kimileri onların ancak küçük günahlara düşebileceğini ifade etmiş, kimileriyle peygamberlerin büyük küçük her türlü günahtan uzak olduklarını dile getirmiştir. Aslında ismet sıfatının ve doğurduğu suallerin doğru bir şekilde anlaşılıp, cevaplandırılması için birkaç kilit kavramın sahih bir surette anlaşılması gerekmektedir. Günah, zelle ve i’tâb, doğru anlaşılması gereken kilit kavramlarıdır.
Günah, ilâhî emirlere rağmen gerçekleştirilen, emrin ihlali sebebiyle cezaya müstahak kılan fiildir. Zelle, gayr-i iradî olarak gerçekleştirilen kusurlu fiildir. İ’tâb ise, peygamberlere yönelik İlâhî ikaz demektir. Bu üç kavramın mânâları eşliğinde meseleye bakıldığında ismet sıfatının mahiyeti daha iyi kavranacak ve “peygamberler büyük olsun küçük olsun günah işlerler mi?” suali daha rahat cevaplanacaktır.
“Peygamberler günah işlerler mi?” sualinin, ilgili tarif göz önünde bulundurulduğunda aslında, “Peygamberler Cenâb-ı Hakk’ın yasakladığı bir fiilî farkında olarak, iradî bir şekilde ihlal eder mi?” mânâsına geldiği anlaşılmaktadır. Günah kavramını yerli yerine oturttuğumuzda, peygamberlerin günah işlemeyecekleri de kendisini hemen hissettiren bir hâl almaktadır. Çünkü peygamberler insanlara “üsve-i hasene” yani güzel örnek, dinlerini öğrenecekleri muallim, âhiretlerini emanet edecekleri bir uyarıcı olarak gönderilmiştir. Bu nedenle Allah Teâlâ, peygamberlere ittibayı Allah’a ittiba hükmünde kabul etmiş,[8] onların verdiğini alıp sakındırdığından sakınmayı da emir buyurmuştur.[9] Hâl böyleyken onların bir taraftan Allah’ın emirlerine ittibaya davet eden fakat diğer taraftan bunları kendisi ihlal eden; bir yandan güzel bir örnek olarak bakılması istenen fakat diğer yandan günahlarla güzel örneklikten farklı bir şey sunan kimseler olarak görülmesi akla uygun değildir. Bu nedenle onların bile isteye, farkındalık hâliyle İlâhî hududları aşması, emir ve yasakları çiğnemesi kabul edilebilir bir düşünce değildir.
Elbette peygamberlerin hayatında da zâhirî itibariyle günah intibaı veren bir kısım fiiller olmuştur. Hatta bir kısım âyet ve hadîsler, peygamberlerin günaha düştüğünü hissettiren zâhirî mânâlara sahiptir. Fakat bu gibi naslara yalnızca zâhirî mânâsıyla yönelmek büyük bir hata ve eksiklik olacaktır. Bu gibi nasların kavl-i sarihini tespit edebilmek için meseleye bütüncül bakmak zarurettir. Şöyle ki eğer daha öylesi bir fiilin günah/yasak/haram olduğunu bildirir bir buyruk inzâl edilmemişse o takdirde bir peygamberin daha sonra günah olduğunu öğrendiğimiz bir fiili o vahiy öncesinde gerçekleştirmesini günah olarak niteleyemeyiz. Bu hüküm yalnızca peygamberlere değil, tüm insanlara hastır. Aynı şekilde unutmak, yanlışlık gibi gayr-i iradî olarak ihlal edilen emir ve yasaklar da kişiye günah olarak isnad edilemez. Meselâ, Ramazan ayında oruç bozmak -eğer kasten olursa- günahtır. Fakat unutarak bir şey yemek/içmek ne günah olmakta ne de oruç bozmaktadır. Dışarıdan bakan kişi, unutarak bir şey tüketen kimseyi -niyetini bilmediği için- zâhiren günahkâr zannetse dahi işin hakikatinde o kimse günaha düşmüş değildir. İ’tâb âyetleri dediğimiz ilâhî ikazlar da illa ki bir günahın habercisi değildir. Bunlar efdâl olanın terk edilmesi, ehven olana rağbet edilmemesi gibi aslında şer’an herhangi bir günah olmamakla beraber peygamberlik makamındaki kimseye yaraşan tavrı hatırlatan buyruklardır. Bu noktalar dikkate alınarak peygamberlerin günah zannedilen fiillerine tekrar bakıldığında, bu haberlerin aslında başka nüansları muhtevasında barındırdığı ve nebilerin günahtan masum oldukları rahatlıkla idrak edilecektir.
Böylesi kısa bir yazıda, peygamberlerin günah işleyebileceklerine dair iddia sahiplerinin delil olarak öne sürdüğü bazı âyet ve hadîslerin tek tek izahını sunmamız mümkün olmamakla beraber burada en azından konuya meraklı okuyuculara, dilimize de tercüme edilmiş bulunan Nûreddîn es-Sâbûnî’nin el-Müntekâ’sını ve Fahreddîn er-Râzî’nin İsmetü’l-Enbiyâ’sını tavsiye ederek yazıyı noktalayalım.
[1] Meryem, 19/56-57.
[2] Âl-i İmrân, 3/67; Meryem, 19/41.
[3] Yûsuf, 12/46.
[4] Enbiyâ, 21/107; Necm, 53/4; Kalem, 68/4; Hakka, 69/44-47.
[5] Ahzâb, 33/7-8.
[6] Ahzâb, 33/39.
[7] Enbiyâ, 21/7.
[8] Nisâ, 4/80.
[9] Haşr, 59/7.