Postmodernizm bilgisel kesinliğin (yakîn) ve söylemlerde sabit ve değişmez bir anlamın olmadığını savunan şüpheci tutumuyla tanımlanan fikrî bir duruş veya söylem tarzı olarak tanımlanabilir. Postmodernizmde nesnel gerçeğe yönelik iddialar, “sade realizm” olarak reddedilir. Bu yaklaşımın en temel özelliği “evrensel geçerliliğe” asla itibar edilmemesidir. Bu tutum şüphesiz ki İslâmî bilginin postmodern yaklaşım çerçevesinde savunulmasına imkân tanımamaktadır. İslâm bilgi geleneği ise “küllî bir hakikatin” veya her şeyde insandan bağımsız olarak küllî bir hakikatin varlığına o kadar vurgu yapıp savunmuştur ki bu hususu “akîde” meselesi yapmıştır. Bilindiği gibi Nesefî Akîdesinde belirginleşen bu tutum Ehl-i Sünnet’in benimsediği en önemli inanç sistemidir. O kadar ki bu akidenin başlangıç önermesi, inanç sistemine şöyle başlamaktadır: “Ehl-i hak der ki: Eşyanın hakikati sabittir.”[1] Mesele bununla bitmez devamında önemli bir husus daha gelmektedir ki bu da eşyanın hakikatinin bilgisini elde etmek insanlar için mümkündür. Dolayısıyla şüpheciliğe yer yoktur; böylece skeptisizm red edilmiştir. İslâmî bilginin tezahür etmesinin mümkün olduğunu savunmak İslâm bilgi geleneği açısından böylece bir akaid, yani inanç meselesi haline gelmiştir.
Nesefî şüpheciliği red ettikten sonra daha da ilginç bir özellik sergileyerek bilgi elde etme yollarını anlatmaktadır. Bilgi sistemimizi kullanarak bilgi elde ettiğimiz açıktır, tıpkı beslenmek için sindirim sistemimizi kullandığımız gibi. Sindirim sistemimiz ağız ve dişler, tükürük bezleri, yemek borusu, mide ve bağırsaklardan oluşan ancak diğer organlardan da aldığı desteklerle çalışarak beslenme için gerekli olan gıdayı yediklerimizden alıp bedenimize dağıtılmak üzere kan dolaşım sistemine devreder. Bu benzetmeden hareket edersek bilgi sistemimizin hangi organlardan oluştuğunu araştırmamız gerekir. Ancak bilgi işlemleri çok daha soyut ve kavramsal işlemler oldukları için bilgi sistemini oluşturan parçalara organ değil, “kuvve (yeti)” diyoruz. İşte Nesefî bu açıdan bilgi elde etmek için kullandığımız vasıtaları iki başlıkta toplamaktadır: Sağlıklı duyular (görme, işitme, koklama, tatma ve dokunma), akıl. Ancak bilgi sistemimizin bir parçası olmasa da İslâm bilgi geleneğinin önemli bir unsuru olan vahyi bilgi kaynaklarına dâhil etmek için Nesefî, bilgi kaynağı olarak kabul edilen ve bize nakil ile ulaşan bütün bilgileri de “doğru haber” şeklinde bilgi kaynaklarına eklemiştir. Nesefî inanç esaslarını yazmaya çalıştığı için burada ayrıntıları atlamıştır. İlgilenmek isteyenler için Taftazanî’nin şerhinde bu hususlar ayrıntılı olarak verildiğinden dipnotta verdiğimiz esere başvurulabilir.
Bu şekilde açıklamalarına devam eden Nesefî, bilgi yolları için gerekli ölçütleri vermeye çalışmıştır. Bunlarda önemli olan hiç şüphesiz ki “doğru haber” (haber sadık) meselesidir, çünkü ne tür tarihi bilgiler güvenilir olduğu bilimsel açıdan hassas bir konudur. Zira elde edilecek olan ölçütler vahyin bize hangi doğru araçlarla geldiğini ve bu yollardan hangisinin en güvenilir olduğunu belirtmek gerekir. Bu konuda onun tercihi mütevatir haberlerdir. Yani yalanda ittifak etmeleri mümkün olmayan bir sayıda insanlar tarafında bize aktarılan her haber güvenilirdir. Böyle tarihi olarak aktarılan bilgilere mütevatir (haber-i mütevatir) denir. Nesefî bu şekilde çok fazla ayrıntılara girmeden bir bilgi teorisinin ana hatları Akâid kitabında verilmiştir. Yine çok ilginç bir şekilde diyebilirim ki beklentilerin aksine iman esaslarına hâlâ geçilmeyip bu defa varlık anlayışına geçerek gayet kısa bir şekilde açıklanmıştır: “Âlem a’yân ve a’razdan ibarettir.” A’yân cevher (töz) olarak alınan esas varlıklardır ve bunlar kendi başına kâim olan cüz’i (tikel) nesnelerdir. A’raz (ilinti) ise varlıkların renk, şekil, ağırlık, sıcaklık ve soğukluk gibi nitelikleridir. Bütün cisimler cüz’ü la-yetecezze’ (bölünemeyen parçacık) denilen atomlardan meydan gelmiştir. Gerçek anlamda cevher, atomlardır. Böylece bilgi, varlık ve âlem anlayışları açıklandıktan sonra “Bunların kaynağı nedir?” sorusuna geçilmiştir. Bu soru bizi âlemin yaratıcısı olan Allah’ın varlığı, birliği ve esmâsına getirmektedir. İşte iman esası olarak bilinenler aslında bundan sonra başlamaktadır. Bu durumda felsefede epistemoloji ve ontoloji olarak bilinen bilgi ve varlık konularının akide içine neden alındığını sorgulamak gerekir.
Bu noktada İslâm medeniyetinde bilgi geleneğinin özellikleri devreye girmektedir. Burada Nesefî’nin sunduğu örnek çok güzel bir şekilde bize bu hususta bilgi vermektedir. Akideye bilgi ve varlık anlayışı ile başladığına göre İslâm inanç sistemi bilgi ve bilim üzerine kurulu olması gerekir. Eğer bu husus sadece Nesefî’nin akidesinde gündeme gelmiş olsaydı ona bir istisna olarak bakılır ve bu bilimsellik özelliği geleneğe verilmezdi. Ancak diğer birçok kaynak bunu teyid etmektedir. Mesela büyük kelam filozofumuz İmamu’l-Haremeyn olarak bilinen el-Cüveynî yazdığı Akâid’inde aynı duruşu sergilemiştir. Yani bilgi varlık ve âlem anlayışını açıkladıktan sonra Allah’ın varlığı, esma ve ef’ali gibi konularla devam etmiştir. Buna birçok örnek daha verilebilir.[2] Önemli olan bundan çıkarılması gereken sonuçtur: Güçlü bir bilgi geleneğinin varlığına olan delilleri buralarda görmek mümkündür. O zaman biraz “Gelenek nedir?” ve “Bilgi geleneği ne türden bir bilgidir?” ayrıca “İslâm bilgi geleneğinin özellikleri neler olabilir?” gibi konuları kısaca açmaya çalışmamız gerekecektir.