“Peygamberler dünyayı yaşanır hale getirmek için gönderilmiş elçilerdir.”
Mustafa Ağırman
İnanç esasları alanında Allah’a ve ahiret gününe imandan sonra belki de en önemli konu risâlet ve nübüvvettir. Hele ki günümüzde farklı din anlayışlarının(!) gündemde olduğu bir zaman diliminde “peygamber ve din” ilişkisi epey bir tartışmanın konusunu haline gelmiştir. Siyer dergisi olarak yeni sayımızın dosya konusunu “peygamberlik” olarak belirledik ve meselenin farklı açılardan değerlendirmesini, uzun yıllar Siyer ve İslâm tarihi alanında değerli çalışmalarıyla tanıdığımız Prof. Dr. Mustafa Ağırman hocamızla yaptık.
Mehmet Kaman: Hocam hoş geldiniz. Nasılsınız?
Mustafa Ağırman: Hoş bulduk efendim, elhamdülillah. Rabbimize sonsuz hamd ü senalar olsun. Ne kadar şükretsek azdır. Allah Teâlâ’nın peygamberlerini konuşacağız, risaleti, nübüvveti konuşacağız. Biz iyi olmayalım da kim iyi olsun? Rabbimize sonsuz hamd ü senalar ederiz. Rabbimize şükrederiz. Size de dua ederiz. Allah Teâlâ bizi sevgili peygamberimizin ve peygamberlerin yolundan ayırmasın.
Âmin inşallah hocam. Sizi kısaca tanımak arzusundayız lütfederseniz seviniriz.
Mustafa Ağırman: 1954 yılında Erzurum ili, Oltu ilçesi, İnci köyünde doğmuşum. 1972 Sakarya İmam Hatip Okulu mezunuyum. 1972’de İstanbul Yüksek İslâm Enstitüsünden mezun oldum. İki sene Samsun Alaçam İmam Hatip Lisesinde öğretmenlik yaptım. 18 ay askerlik sonrası bir yıl Eskişehir Sivrihisar İmam Hatip Lisesinde görev yaptım. 1982 yılında Erzurum’da İlahiyat Fakültesinin İslâm Tarihi ve Sanatları Anabilim Dalında asistan olarak göreve başladım. Prof. Dr. İhsan Süreyya Sırma hocamın danışmanlığında yüksek lisans ve doktoramı yaptım. Aynı bölümde doktoramız, doçentliğimiz ve profesörlüğümüz de oldu. 2022 yılında Erzurum İlahiyat Fakültesinden emekli olduktan sonra Ağrı İbrahim Çeçen Üniversitesi İslâmî İlimler Fakültesinde yeniden göreve başladık. Erzurum’dan Ağrı’ya nakledildik. Ağrı İbrahim Çeçen Üniversitesi İslâmî İlimler Fakültesinde öğrencilerimize Peygamberler Tarihi, Siyer bir de İslâm Tarihi okutuyoruz. Sohbetlerde bulunuyoruz. Cuma günleri üniversite camiinde vaaz ediyoruz. Türkiye’nin değişik yerlerinde, yurtdışında dilimiz döndüğü müddetçe özellikle Sevgili Peygamberimiz’i (sas), onun o güzel hayatını, siyerini insanlarımıza anlatıyoruz. Yol onun yoludur. Sünnet onun sünnetidir. Hayat onun hayatıdır. diyerek insanların elinden tutup Peygamber Efendimiz’in (sas) arkasına takmaya çalışıyoruz. Yani Siyer Vakfı’nın yaptığının bir benzerini de biz kendi çapımızda yapmaya çalışıyoruz. Siyer Vakfı bizden, biz Siyer Vakfı’ndan ayrı değiliz. Allah Teâlâ her birimizi muvaffak kılsın, istikametimizi kendi istediği noktada eylesin, bu dine hizmette de bizi daim kılsın diye hem size hem bize hem de okuyucularımız olan güzel insanlara dua ederek söze başlayalım.
Allah ömrünüze bereket versin hocam. Rabbim istifadelerimizi arttırsın.
Mustafa Ağırman: Ne güzel dediniz. Rabbim sizden razı olsun. Dua, hep dua. Allah Teâlâ buyurur ki: “Duanız olmasa sizi ne yapayım?” (Furkan, 25/77). Dua bizim aciz olduğumuzu, Rabbimizin her şeye kadir olduğunu gösterir. Ayrıca peygamber bağlamında düşünürsek Kur’ân-ı Kerim’de peygamberlerimizin hem duaları hem de bedduaları vardır. Hz. Âdem’den (as) başlayarak bizim Peygamberimiz’e (sas) gelinceye kadar Allah Teâlâ, Kur’ân-ı Kerim’de 25 tane peygamberin, üç tane de peygamber olup olmadığı ihtilaflı olan üç tane güzel insanın hayatını anlatırken zaman zaman onların dualarından örnekler sunar. Hz. Âdem (as), Hz. Yunus (as), Hz. Eyyûb (as), Hz. Muhammed (sas) şöyle dua etti; Hz. Nuh (as) da şöyle beddua etti, diye onun beddua örneğini de bize takdim eder. Ümmet-i Muhammed’in kendisi, çevresi, evladı, çoluk çocuğu, özellikle talebeler için dua etmesi ne kadar gerekliyse din düşmanlarına önce hidayetleri için dua, hidayetleri de mümkün değilse kahrolmaları için beddua etmek de peygamberlerin sünnetidir ama bu en son noktadır. Önce ellerinden tutmak, sahip olmak, anlatmak, tebliğ etmek gerekir. Peygamberlerin hayatlarından bunu öğreniyoruz. Şimdi siz bize dua ettiniz. O duadan hareketle böyle bir giriş yaptık peygamberlerin hayatına.
Allah razı olsun. Teşekkür ederim hocam. Mâlumunuz son dönemde özellikle peygamberlik ve peygamberlerle alakalı sanki böyle bir rahatsızlık varmış gibi toplumun bir kesiminde bir hareketlilik var ya da böyle bir algı oluşturmaya dair bir izlenim oluşturma çabaları gözlemlenmekte. Ben özellikle şunu sorarak başlamak istiyorum: Peygambersiz bir toplum mümkün mü? Bunun bir örneği var mı insanlık tarihinde?
Mustafa Ağırman: O zaman ben sizin sorunuza soruyla cevap vereyim. Bu da bir eğitim- öğretim metodudur. Bizde imanın şartları diye bir konu var. Bir de İslâm’ın şartları diye bir mesele var. Bunları artık insanlar çocukken annelerinden babalarından, medresede, okullarda öğreniyorlar. Bu hem Kur’ân-ı Kerim’de olan bir gerçektir hem de Peygamber Efendimiz’in (sas) Cibril hadisi diye bir hadisi vardır, o hadis-i şerifte imanın altı şartı, İslâm’ın beş şartı orada zikredilmiştir. Özellikle Allah Teâlâ, Kur’ân-ı Kerim’de bunu devamlı vurgular, bunları sıralar. Bunu bir kenara koyunca bir de şu açıdan bu konuya yaklaşacağım: Tevhid dediğimiz bir gerçek var. Tevhid her şeyi bir olan Allah Teâlâ’ya havale etmek. Yani konu din ise dinin sahibi olan Allah’ı dinlemek gerekir. Allah Teâlâ bu din hakkında ne söyledi, Allah Teâlâ din hakkında bize ne öğretti, Allah Teâlâ din hakkında bize ne gönderdi? Şimdi Allah’ı kabul ettik. Allah’ı kabul ettikten sonra Allah’ın kitaplarına, meleklerine, ahirete, hayır ve şerrin Allah’tan olduğuna inanmamız gerekiyor. Yani tevhid akidesini kavradığımız zaman görüyoruz ki Allah Teâlâ Kur’ân-ı Kerim’de resûl, çoğulu rüsûl kelimelerini çok kullanıyor. Peygamber, peygamberler; elçi, elçiler diye de tercüme ederiz. Rabbimize çok şükredelim ki O, bize bir kitap göndermiş ve yine Allah Teâla’ya binlerce şükürler olsun ki bize bir peygamber göndermiş. Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerim’de en azından birkaç yerde “Biz her kavme bir peygamber gönderdik.” (Nahl, 16/36) diyor. Her ümmetin, topluluğun bir peygamberi vardır. Konu din ise dinin sahibi de Allah ise biz bu dini kimden ve nasıl öğreneceğiz? Allah’ın dışında iki şeyi öteleyerek dini öğrenemeyiz: Peygamberler ve kitaplar… Biz insanız değil mi? Bizim Allah ile konuşma şansımız yok. Allah, Cebrail (as) vasıtasıyla kitabını, emrini, mesajını peygambere indiriyor. Peygamber de bize iletiyor. Peygamberi devre dışı bırakmak demek dinin temeline ve tevhid akidesine dinamit koymak demektir. Mesela doktor olacaksınız, mühendis olacaksınız, daha değişik ilim dalları olabilir. Birisini seçeceksiniz. Muhakkak bunu bilen, ömrünü bu konuya hasretmiş, feda etmiş birisinden öğrenmemiz gerekiyor. Din bu saydığımız ve saymadığımız disiplinlerden çok daha önemlidir. Her disiplinde, her ilim dalında yapacağımız bir yanlışlık bize zarar verdiği gibi ilgi alanımızda bulunan insanlara da zarar verir. Din de böyledir. Dinde yapacağımız bir yanlışlık, insanlara ulaştıracağımız yanlış bir mesaj hem bizi hem de insanları bu dünyada da öbür dünyada da kötü bir noktaya götürebilir. Peygamber ve peygamberlik müessesesi vardır. Hem de öyle vardır ki bizim dinimizin birinci kaynağı Kur’ân-ı Kerim’dir. Kur’ân Allah sözüdür. Dinimizin ikinci kaynağı hadis-i şeriflerdir. Hadis-i şerifler Efendimiz’in (sas) sözüdür. Kur’ân’ın tefsiridir. Hadis hayattır. Dinimizin birinci kaynağı olan Kur’ân-ı Kerim bize diyor ki: “İlk insan Âdem’dir (as) ve aynı zamanda Âdem (as) ilk peygamberdir.” Bu ne demektir? İnsan, var olduğu andan itibaren peygamberlik müessesesi vardır. Yani dinin sahibi olan, yaratıcı olan hem bu dünyanın hem öbür dünyanın sahibi olan Melik-i Yevmiddin olan Allah Teâlâ, insanı yaratır yaratmaz başıboş bırakmamıştır.
Hocam bu noktada izninizle bir soru daha sorabilir miyim? Biz Kur’ân-ı Kerim’de birçok yerde vahyin apaçık olduğunu öğreniyoruz. Peki burada peygamberlerin gönderilmesiyle vahyin apaçık olmasının bir çelişki oluşturuyor mu? Vahiy açık ve anlaşılabilirse peygamberler neden gönderildi gibi bir soru ortaya çıkmıyor mu?
Biraz önce verdiğim cevabın içinde gizli bu. Siz bir tıp kitabını alıp evinizde okuyarak hekim olabilir misiniz? Bir mühendislik kitabını alıp evinizde okuyarak mühendis olabilir misiniz? O kitap da anlaşılabilir, Türkçe yazılmış. Hukuk kitapları var Türkçe yazılmış. O kitapları alıp evinizde okuyarak bir hukuk bilgisine sahip olabilir misiniz? Vahyin açık olması demek bu, insan aklının anlayabileceği bir şekilde ama bir muallim nezaretinde kendisine anlatılacaktır. Siz onu şu şekilde anlayabilirsiniz, ben bu şekilde anlayabilirim. Peygamber (sas) ve diğer peygamberler nasıl anlaşılması gerektiği konusunda bize öğretmenlik yapıyorlar. Eğer vahyi anlamak için peygambere gerek yok denilirse, bunun ötesinde denilebilir ki bizim aklımız var, vahye gerek yok. Çünkü bunu da diyorlar. Madem aklımız varsa biz her şeyi anlayabiliriz. Vahye ne gerek var? Biz de diyoruz ki gözünüz var değil mi? Gözümüzle karanlıkta görebiliyor muyuz? Gece zifiri karanlık, gözümüz var ama göremiyoruz. Neden göremiyoruz? Gözümüzün görebilmesi için bir aydınlığın olması lazım gelir. Bizim aklımızla vahiy arasındaki ilgi alaka işte böyledir. Evet aklımız var ama vahyin aydınlığında ancak aklımız idrak edebilir. Bilmem ki başınızdan geçmiş midir? Gece karanlığında belli bazı gördüm dediğimiz şeyleri yanlış da görebiliyoruz veya gözümüze farklı da görünebiliyor. Aklını vahyin emrine vermeyen insanların durumu böyledir. Tökezleyebilirler.
Daha enteresan bir şey söyleyebilir miyim hocam? Siz de mutlaka yaşamışsınızdır, gözlük kullandığınız için hatırladım. Gözlüğüm olmadan bile ben gece göremiyorum. Bu da çok enteresan bir şey. Gözümüz var ama gözlüğümüzü arıyoruz. Yani daha net görebilmek için.
Akıl yalnız başına hareket edemez, çok yanılır. İsabet ettiği noktalar olur. Vaktimiz uzun olsa bu konularda anlaşılır misaller versek, insanların anlayabileceği seviyeye indirsek elbette daha iyi olurdu. Ancak şurası bir gerçek ki yaşadığımız hayatta bunları kabul etmeyen insanlar da var. Bizim derdimiz onlar. Yani biz Allah Teâlâ’nın gönderdiği hakkı, hakikati, risalet konusundaki hakkı hakikati, peygamberlik müessesesinin tevhidle alakalı olan bir müessese olduğu konusundaki hakkı ve hakikati insanlara nasıl anlatacağız? Ama yine onların aklına hitap edeceğiz. Aklına hitap edeceğiz, akılları çalıştığı müddetçe, akıllarını kullandıkları müddetçe, mantık ve muhakeme yaparak diyecekler ki “Bu iş peygambersiz olmaz.” Bu iş peygambersiz, kitapsız olmaz. Allah Teâlâ sistemini bu şekilde koymuş.
Hocam konuyu biraz daha açmama müsaade ederseniz bir soruyla biraz daha genişletmek isterim. Özellikle aklı ön plana çıkartanların savunduğu bir şey var. Diyorlar ki: Her bilgiyi önce aklınıza danışın. Aklınıza mantıklı geliyorsa evet bu fikir ve düşünce doğrudur ama aklınıza uymuyorsa yani sizce mantıklı değilse bu mesele veya konu, o konunun ele alınması, düşünülmesi, üzerinde herhangi bir mütalaada bulunulması, yaşanılması gereksizdir. Şimdi bunu söyleyenlere peygamberlik ve sonrasında ortaya çıkan ilim geleneği gereksiz midir? İkincisi, aklın varlığı peygamberlik misyonunun gereğini ortadan kaldırır mı? Bu manada Allah peygamber ilişkisinin de yani hani Rabbimizin peygamberleri yönlendirmesinden de bahsediyoruz. Biraz da işin o boyutunu ele almanızı istirham edeceğiz. Burada akla aykırı bir durum söz konusu değil mi?
Önce aklımıza uygun olanı alalım, olmayanı atalım demiştiniz. Şimdi sizin aklınıza ve mantığınıza uyan bana uymayabilir. Akıldan akıla fark vardır. Hz. Âdem’den (as) bizim peygamberimize gelinceye kadar gelmiş olan, sayısını kesin bilmediğimiz bütün peygamberler aynı şeyi söylemiştir, aynı mesajı insanlara iletmişler, davet ettikleri hedef aynıdır. Bir peygamber diğer peygamberin söylediğinin aksine bir şey söylememiştir. Bu hem tarihen sabittir hem de Allah Teâlâ Kur’ân’da bunu bize böyle anlatmaktadır. Yani peygamberler birbirlerini tasdik ede ede, doğrulaya doğrulaya gelmişlerdir. Bazılarının kitapları ve şeriatleri yoktur. Bir öncekinin kitabıyla ve şeriatiyle devam etmiştir. Peygamberlik silsilesi yani zinciri peygamberlik yolunda birbiriyle ilerlemiştir. Bazen aynı anda aynı şehirde iki tane, üç tane peygamberin olduğu da bilinen bir gerçektir. Beraber hareket etmişler, birbirlerine destek vermişler. Bu peygamberlerin aynı anda aynı şehirde olsun veya olmasın birbirleriyle çeliştiği yoktur ama biz ilâhî vahyi değil aklımızı ön plana alacağız diyen felsefecilere bakıyoruz, birbirlerini nakzede ede gelmiş; biri diğerinin yanlışını çıkarmış, o diğerinin yanlışlamış vs. Bu tarihi bir gerçek değil mi? Tarih böyle. Alalım en meşhur felsefecilerden, en eskilerden, klasiklerden bugüne kadar Avrupa’dakinden, Hint’ten, Mısır’dan, dünyanın değişik yerlerindeki felsefecilerden birinin dediğini, diğeri tekzip etmiş yani yalanlamış, kendi aralarında işte yolunu takip eden talebeleri olmuş veya ayrılmış bir başkasına gitmiş, şimdi bu biz bunlara vakıa diyoruz yani şimdi olgu diyorlar. Vakıa, gerçek, tarih bize gösteriyor ki aklım, mantığım diyen insanlar birbirlerini yalanlamışlar. Demek ki bir bütünlük elde etmek mümkün değil. Çünkü birinin aklı şu kadar çalışır, birinin bu kadar çalışır. Allah Teâlâ bizi hep değişik bir fıtratta ve kabiliyette yaratmıştır. Bu sebepten dolayı sadece aklı ön plana koyarak onun rehberliğinde bir yere ulaşma şansımız yok. Akılla olmaz, akılsız da olmaz. Akılsız hiç olmaz. Çünkü İslâm’ın ve dinin emirlerine muhatap olabilmek için yani mükellef olabilmek için akıl şarttır.
Allah’ın peygamberleri yönlendirmesi hani Rabbimiz insanlara bir akıl, irade vermiştir ve onları özgür bırakmıştır. Allah’ın bu anlamda peygamberleri yönlendirmesinde bir mantıksızlık var mı?
Peygamberler insandır. Dedim ya bu konuyu peygamberlik, risalet, nübüvvet konusunu konuşurken bile karşımızda tevhid akidesi durması gerekir. Allah zâtına ulaşamadığımız, sıfatlarıyla, esmasıyla bildiğimiz Rabbimiz. O’nun kendine göre bir konumu, makamı var. Melekler onların kendine göre ayrı bir makamı var. Cinler ayrı bir konumda. İnsanlar ayrı bir konumda. İnsanların içinde Allah’ın seçtiği peygamberler ayrı bir konumda. Peygamberler melek değil. İlâhî bir varlık da değil. İnsandır. Allah öyle diyor. İnsan dediğimiz zaman şunu aklımızdan çıkarmayacağız: Allah’a karşı sorumlu olduğu Rabbe karşı doğru da yapabilir, eğri de yapabilir. Ama Allah Teâlâ, peygamberlerin eğri veya yanlış yapmasına izin vermiyor. Onları daima kontrol ediyor, yönlendiriyor, yani onları yönlendirmese din insanlara yanlış intikal etmiş olur. Peygamberler de bilerek yanlış yapmak istemiyorlar. Peygamberler için sıdk, emanet, fetanet, ismet, tebliğ dediğimiz olmazsa olmaz beş tane özellik var. Bunlardan birisi ismet yani peygamber masumdur. Masum demek Allah Teâlâ’nın koruması altındadır. Allah Teâlâ onu yönlendirir. Allah yönlendirmezse o da bir beşer, o da insan, yani bizim gibi yer, içer, uyur, yorulur, evlenir, çoluk çocuk sahibi olur; onun da bir öfkesi vardır, muhabbeti vardır, o da dünyadaki olaylara karşı senin benim gibi tepki verir. Ancak o devamlı Allah’ın koruması altında olmalıdır ki insanlığı gereği kendisinden bir yanlış fiil, eylem südur etmesin. Çünkü insanlar devamlı ona bakıyorlar. Hatta peygamberlerin bir insan olarak yaptıkları fiilleri, eylemleri var. Diyelim ki su içmiş, oturmuş, yemek yemiş, yatarken şöyle yatmış. Bir de peygamber olarak dini temsil edici olarak yaptığı ibadet dediğimiz, örnek alınması gereken taraflar dediğimiz eylemleri var tabi. Sahâbe-i Kiram efendilerimiz Peygamberimiz’e (sas) o kadar bağlanmış, o kadar sevmiş, o kadar takdir etmiş ki onun bir beşer olarak yaptığı işleri de taklit etmeye başlamışlar. Şimdi böyle önder, imam ve peygamber olan birisi Allah Teâlâ’nın yönlendirmesi altında olmasa, Allah’ın koruması altında olmasa da bir yanlış fiil ve hareket olsa hemen bu insanlara aksediyor. Bu, şu anda bizden daha ziyade peygamberlerin çevresinde bulunan insanları daha çok ilgilendiriyor. Yani onlar peygamberi özellikle bizim peygamberimizi görmüşler, öyle bağlanmışlar ki yani devamlı bakıyorlar. “Neyi nasıl yaptı, biz de aynısını yapalım.” diye düşünüyorlar.
Yani buradan şunu mu anlamalıyız hocam: Allah’ın peygamberleri yönlendirmesindeki temel maksat Allah’ın muradının anlaşılmasına matuf.
Allah’ın muradının anlaşılmasına matuf ve Allah’ın dininin korunmasına matuf. Din Allah’ın koruması altındadır. Allah Teâlâ kendi dininin, sisteminin değiştirilmesine asla ve kat’a müsaade etmez. Oradan hareketle bugüne gelelim. Biz dini Allah’ın indirdiği, kitapta anlattığı, peygamberinin yaşadığı şekilde yaşamak mecburiyetindeyiz. Peygamberinin yanlış yapmasına izin vermeyen, onu devamlı koruma altında bulunduran Allah Teâlâ kıyamete kadar bize bir mesaj veriyor: Bu şekilde yaşayacaksınız…
Buradan da aslında şöyle bir sonuç mu çıkıyor hocam: Hepimizin bildiği bir şey ama din aslında peygamberlerin yaşadığı şekliyle ele alacak olursak yaşanabilir bir durum. Yani yaşanılmaz bir şey değil. Yani altından kalkılamaz, altında ezileceğimiz bir emirler manzumesi değil.
Din hayattır ama biz onu biraz zorlaştırıyoruz. Yani böyle çok ibadetler yükleyerek sanki her gece ibadet edeceksiniz, her gün oruç tutacaksınız, etrafa şuraya buraya hiç hareket etmeyeceksiniz, böyle insanı normal tabii seyrinin içinde bile cendereye sokar şekilde anlattığımız için zorlaştırıyoruz. Din kolaydır, din hayattır. Yani sizin ibadetler dışında da söz konusu fiillerinize, eylemlerinize dikkat ettiğiniz zaman o bir tabiilik meydana getiriyor. İşte bu konuda dini anlatırken size ve bize çok iş düşüyor. Peygamberler insan. Yaşamışlar o dini. Hem de çok güzel yaşamışlar. Denilebilir ki “Biz onlar gibi yaşayamayız.” Onlar gibi yaşayan her birinin etrafında sahâbe topluluğu var. Hz. Muhammed (sas) peygamber ama Ebû Bekir, Ömer, Osman, Ali, Talha, hanımlar, gençler, yaşlılar (radıyallahu anhum ecmain) bunlar normal insanlar. Bunlardan da hata sudur etmiş olabilir, etmemiş de olabilir. Ancak Hz. Efendimiz (sas) zamanında bu dini yaşamışlar, yaşanılabilecek bir gerçeklik, bir vakıadır ve siz de yaşıyorsunuz elhamdülillah. İnsanlar bu dini yaşadığı zaman rahat ediyorlar. Gözünüzü açın, dikkat edin. Allah’ı hatırlayarak, Allah’ı unutmadan yaşadığınız zaman kalbiniz itminana ulaşır. Yani rahat edersiniz. Suyun içinde, denizin içinde balıklar ne kadar rahattır, hayatın içinde Müslümanlar işte o kadar rahattır. İmanımızla amelimiz, inandığımız dünyayla yaşadığımız dünya birbirine uygundur. Bir zıtlık, çelişki yok. O kadar güzeldir ki Müslüman olmak… O peygamberlere bakarak yaşamak… Yani Müslümanlar bir bakıma cenneti dünya hayatında yaşarlar, dünyalarını cennet haline getirirler, içleriyle dışlarıyla barışıktırlar, özleriyle sözleri birbirine uygundur, “İnandım” dediği peygamberin peşindedir, kabul ettiği kitabı hayatına aktarmıştır, “Rabbim” dediği Allah’ın bütün emir ve yasakları o insan nezdinde dikkat edilmesi gereken emirlerdir.
Hocam siz aslında anlattınız peygamberlerin görevlerini ve amaçlarını ama din, toplum ve hayat bağlamında değerlendirecek olursak özellikle insanın varoluş sebebi olan imar etmek, ihya etmek ve inşa etmek bağlamında meseleyi ele alsak ne söylersiniz?.
Mustafa Ağırman: Bu dünyaya gönderiliş amacımız öncelikle Allah’a kul olmak. Allah’a kul olmakla birlikte bu dünyayı biz imar edeceğiz, ihya edeceğiz, yaşanılır hale getireceğiz. Peygamberler, Hz. Âdem’den (as) bizim peygamberimize kadar geldikleri topluma devamlı Allah’a ibadet edin, Allah’ı tanıyın, O’na kul olun, ahiretinizi kazanın, insan olun, doğru ve dürüst olun diye devamlı hatırlatmışlar. Bunu derken de Kur’ân-ı Kerim’de beş peygamberin lisanıyla “Biz bunları size söylüyoruz; ama sizden bir ücret istemiyoruz.” (Şuarâ, 22/109) sözleri yer almaktadır. Peygamberlerin inşallah bu dosyanızda çeşitli yönleriyle ele alacaksınız diye umuyorum. Yani peygamberler mucizeleri bakımından peygamberler, gittikleri kavimler bakımından peygamberler, gittikleri şehirler ve bölgeler bakımından peygamberler ve yaşantıları, geçimleri ne yediler ne içtiler bunlar? Bu açıdan peygamberler… Peygamberler insanlardan bir şey istemediler, maaş almadılar, her birinin elinin emeği vardı. Kimisi terzidir, kimisi demircidir, kimisi çobandır, kimisi ticaretle meşgul olmuştur, kimisi daha değişik işlerle meşgul olmuştur. İnsanlardan bir şey istemedikleri için, insanlara el açmadıkları için, insanlara sadece “Kul olun!” demenin dışında yalvarmadıkları için peygamberler çevrelerinden kabul görmüşlerdir. Kabul görmedikleri zaman da var tabi.
Kur’ân-ı Kerim’in ifadesiyle “mele” ve “mütref” denilen iki topluluk vardır. Mütref, şımarık zenginler. Alınlarının teriyle kazanmayan, değişik şekilde işte kralın, iktidarın, herhangi bir zalim birisinin imkanları seferber etmesiyle zengin olan bir topluluk. Bunlar devamlı peygamberlere karşı çıkmışlardır. Mele dediğimiz kralın çevresindeki bürokratlar, kralı alkışlayanlar, onlara yağcılık yapanlar, onların çevresinde bulunanlardır. Peygamberler insanlara imanı ve Allah’a kul olmayı tavsiye ederken aynı zamanda zulmü de ortadan kaldırmak için gelmişlerdi. Zulüm yani birinin tepesine vurarak zulmetmek, bir de Allah Teâlâ’nın verdiği nimetleri insanlara aktarırken hakkı olana vermeyip onun hakkını başkasına vermek gibi görünmeyen, gizli zulümleri de kaldırmak için gelmiştir peygamberler. Peygamberler geldikleri ortamda Allah Teâlâ’nın adaletini tesis etmek istemişlerdir. Bu dosyada şunu özellikle vurgulamanızı isterim: Peygamberler dünyayı yaşanır hale getirmek için gönderilmiş elçilerdir.
Mülk Allah’ındır. Mülk iki manaya gelir. Bir manası yeme, içme, et, süt; ekin, arazi, hayvan vb. maddi varlıklardır. Diğer manası ise saltanat. Milk varlık, mülk saltanattır. Aynı köktendir bu iki kelime. Varlık (milk) her şey Allah’ındır, saltanat (mülk) da Allah’ındır. Peygamberler Allah’a ait olan bu iki değeri insanlar arasında adil bir şekilde taksim etmek için gönderilmiş elçilerdir. Biz peygamberleri sadece “Allah’a inanın, ibadet edin, tesbih çekin” diyen insanlar olarak algılarsak yanlış yapmış oluruz. Peygamber geliyor, bu adalet nasıl temin edilecek, Allah’a ait olan mülk ve milk insanlar arasında nasıl taksim edilecek, bunu söyledikleri zaman işte o iki grup karşı çıkıyor. Yani her birisinin prototipleri var. Diyelim ki Nemrud, Firavun, Karun, Haman var; bir de dini tahrif etmek isteyen Kur’ân-ı Kerim’de adı geçmese bile Bel’am dediğimiz bir başka birisi var, değişik insanlar ve gruplar dine ve peygambere karşı duruyorlar ama hiçbirisi galip gelemiyor. Allah Teâlâ dinini hâkim kılıyor, peygamberlerin elinden tutuyor, peygamberler bu güzel sistemleri kuruyorlar, yaşatıyorlar ama gel gör ki insanoğlu yine Kur’ân’ın ifadesiyle “zalum” ve “cehul’dür. Peygamber aralarından ayrılıp gittikten sonra nefisleri, şeytan ve kötü arkadaşlar bunların ayağını kaydırıyor. Kendilerine göre put yapıyorlar, değişik şeyler yapıyorlar, ilâhî yoldan Allah’ın gönderdiği yoldan çıkıyorlar. Allah Teâlâ onları ikaz etti, peygamberler onları ikaz etti. Tutmadılar, dinlemediler. Peygamberlik müessesesi, risalet ve nübüvvet, Hz. Âdem’den (as) başlayıp peygamberimize kadar devam eden ama eseri de kıyamete kadar devam eden bir sistemdir.
Eyvallah hocam. “Müjdeleyiciler ve uyarıcılar olarak peygamberler gönderdik ki, peygamberlerden sonra insanların Allah’a karşı bir bahaneleri olmasın. Allah, mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Nisâ, 4/165) âyetini nübüvvetin gönderiliş amacı bağlamında nasıl okumalıyız?
Peygamberler neden gönderildi? Biz buna esbâb-ı mucibe, gerekçe, hikmet diyoruz. Allah Teâlâ bizi bu dünyaya ahiretimizi kazanalım diye gönderdi. Sebep bu. Bugün aklına güvenen insanlar, ben akılla her şeyi hallederim diyen insanlar o zaman; “Biz aklımızla bunları bulamazdık.” diyeceklerdi. Zaten din akılla bulunmaz. Peygamberin gitmediği, mesajın gitmediği, kitabın gitmediği yerlerde insanlar akıl ve mantıklarını çalıştırarak bu kâinatı var eden bir yaratıcı vardır noktasına ulaşabilirler. Yaratıcının varlığını aklıyla idrak eder de o yaratıcıyla iletişimi nasıl kuracak? İşte âyette Allah Teâlâ onu diyor. Yarın bir gün siz itiraz etmeyesiniz, “Biz bunu bilemezdik ya Rabbi, bize bir peygamber göndermedin.” Dememeleri içindir. Bu tevhid akidesini sistemini tepeden alıp iyice kavramak gerekiyor. Allah Teâlâ işini öyle sağlama alıyor ki yarın bir gün bizi hesaba çekecek ya bir ömrün hesabını vereceğiz. Hesap vereceğimiz zaman insanların bütün itiraz kapılarını kapatıyor Allah Teâlâ. “Size peygamber, kitap, şeriat gönderdim. Size yiyeceğiniz, içeceğiniz her şeyi verdim.” Yani Allah Teâlâ bizden bir şey istersen her türlü imkânı da hazır ediyor. Şimdi siz talebenizden bir şey isteyeceksiniz ama onlara ders anlatmamışsınız, ders kitabı vermemişsiniz, çalışma imkânı vermemişsiniz. Okula geldikleri ilk günde onları hemen imtihan yapamazsınız. İmkânlar hazırlayacaksınız, dersi anlatacaksınız, kitabı vereceksiniz, ders çalışma imkânını vereceksiniz. Ondan sonra sınava tabi tutacaksınız. Allah Teâlâ bütün imkânları, öğretmenlerimizi, kitaplarımızı, dersimize çalışacak zamanı, hayatı, ömrü veriyor. Bu dünya imtihan dünyası. İmtihan kitapsız, öğretmensiz olur mu? Peygamberler muallimdir. Kitaplarımız vardır. Bir ömür boyu da dersimize çalışırız.
Hocam konuyu bir de farklı bir açıdan ele almak adına şunu sormak istiyorum. Bazı çevrelerce şöyle bir iddia dile getiriliyor: “Peygamber, dönemin sosyo-politik ve ekonomik şartlarını çok iyi kullandı ve bu şartları değerlendirerek kendisine bir din adı altında bir yapılanma oluşturdu. İnsan gücünü temin için cennet ve şehitlik meselesini ortaya çıkardı. Finansal gücü de zekât müessesesini insanlara satarak topladı. Dolayısıyla o günün konjonktürel yapısını çok iyi değerlendirdi ve İslâm diye bir dini bize sundu.” Böyle bir yaklaşıma bir şey söylemek gerekirse ne dersiniz?
Eğer peygamber hakkında, kitap hakkında, din hakkında konuşacaksak biraz önce dedim, önce Allah’ı tanımamız gerekir. Allah’ı tanımadan peygamber hakkında konuşunca orada yanılıyorlar. Peygamberi tanımadan zekât hakkında konuşunca orada yanılıyorlar. Peygamber zekâtı ön plana getirerek kendisi nasıl istifade etmiş acaba desek ne derler? Peygamber zekât almış mı, zekâttan yararlanmış mı, zekât yemiş mi? Peygamber efendimiz (sas) kendisine getirilen yoksullara dağıtılmak üzere getirilen zekât hurmalarını torunu Hüseyin veya Hasan efendimiz eline alır almaz gitmiş hemen almış çocuğundan elinden ve tekrar yerine koymuş. Kendisi yemediği gibi ev halkına, torunlarına, çocuklarına bile zekât hurmasından bir tane tattırmamış. Bu peygamber getirdiği sistemlerden zekât verin, oruç tutun, hacca gidin, cihad edin bunlardan bir insan olarak, dünyalık olarak acaba nasıl bir istifadede bulunmuş? Bunu diyenler Peygamber Efendimiz’in (sas) evine girdiler mi acaba? Dahası onun hayatını ve onun hayatına girenlerin hayatlarını hiç okudular mı? Örneğin Siyer Yayınlarından çıkan Mü’minlerin Anneleri kitabına bir baksınlar. Efendimiz’in hanımlarına, ev hayatlarına dair bir okuma yapsınlar önce. Peygamberimizin evindeki yaşantının değil toplumun üst kesimi, orta kesimi bile olmadığını, toplumun en alt kesiminin yaşadığı hayat olduğunu bir görsünler. Peygamber Efendimiz (sas) bakın bir devlet idare ediyor. Bu, ömrünün son zamanlarındadır. Hele Mekke döneminde Müslüman olmak demek sıkıntıya talip olmak demektir. Zehirle pişmiş aşı yemeye talip olmak demektir. Mekke döneminde 13 sene boyunca Müslüman olanlar ızdıraba, sıkıntıya talip olan, ticaretlerini kaybeden, varlıkları tehlikeye giren insanlardır. Siyeri okumayan insan bu sözleri söyleyebilir ama Peygamberin hayatına bir girse, onunla beraber yol yürüse, onunla beraber bir hayatı yaşasa bu sözleri asla ve kat’a söyleyemez.
Yıllardan beri Hz. Peygamber Efendimiz’in (sas) hayatını okutuyorum fakültelerde. Sabahleyin A şubesine derse girdim, öğleden sonra B şubesine gireceğim. Aynı konuları anlatacağım. Dersime bir daha bakıyorum. Öğrencime ve konuma, dersime değer veriyorum. Her derse çalıştığımda, her dersten çıktığımda, Peygamber efendimizle alakalı her konferanstan sonra Peygamberimize karşı saygım, hürmetim bir kat daha artıyor. Bir insan ancak bu kadar mükemmel, güzel ve dahi güzel örnek olabilir. Hz. Muhammed’den (sas) bütün peygamberlere varıncaya kadar hepsinin hayatı böyledir. Gerçekten nezih, tertemiz, her şeyiyle mükemmel bir hayatları vardır. O itiraz edenler peygamberlerin hayatlarına itiraz edememişlerdir. Peygamberimizle beraber yaşayan Ebû Cehil, Ebû Leheb, Ümeyye b. Halef, Medine’deki münafıklar bu dediğini söyleyemiyor da peygamberi görmeyen insanlar bunu nasıl söyleyebiliyorlar? Peygamberimizin döneminde de peygamberi kabul etmeyen insan var. Başta Ebû Cehil, Ebû Leheb, Ümeyye b. Halef, As b. Vail… Bunlara biz peygamber düşmanları diyoruz. Medine’de Yahudiler var, münafıklar var. Onların da peygambere karşı tenkitleri var ama böyle değil. Onlar dememişler ki: Peygamber zekat ihdas etti, cenneti gösterdi vs. Onunla beraber yaşayan din düşmanları bunu diyemiyor, siz o günü görmediniz ve o hayatı da tam okumadınız. Bunu nasıl diyebiliyorsunuz? Böyle bir söz söylenebilir mi? Şimdi bu zihniyettekiler gelseler de ellerinden tutsak, eğer samimi iseler, sözlerinin eri insanlar iseler, “Biz peşin fikirli değiliz, gerçeği öğrenmek istiyoruz.” diyorlarsa gelsinler peşin fikirlerini bıraksınlar, el ele tutalım, Asr-ı Saâdet’e bir gidelim.
Peygamberimiz’in (sas) çocukluğundan, gençliğinden, peygamberlik öncesi hayatından, peygamberlik döneminden, Mekke döneminden, Medine döneminden sahneler alalım, beraber gezelim. Peygamberimiz’in (sas) hem kendisine soralım hem Ebû Cehil’e soralım. O zaman diyecekler ki: “Çok ayıp etmişiz.” Ebû Süfyan henüz Müslüman değil. Ticaret için Suriye’ye geldi. Peygamberimiz de o sırada Bizans hükümdarına mektup göndermiş ve onu İslam’a davet etmiş. Hicretten sonra 7. yıl. Peygamberimiz (sas) dönemin hükümdarına İslâm’a davet mektupları yolluyor. Sasani kisrasına, Bizans kayserine, Habeş necaşisine ve bunlara bağlı olan valilere mektup yazıyor, çok kısa öz ifadelerle onları İslâm’a davet ediyor. Bizans kayseri Heraklious Hristiyan. Dinine bağlı birisi. Mektup getiriliyor kendisine. Tercüme ettiriyor. Muhtevayı öğreniyor. Bir durup düşünüyor: “Yok mudur Arap diyarından kimseler bir sorsak kimdir bu, neyin nesidir? Çıkın çarşıya bakın!” diyor. Heraklious o sırada Suriye’de, yazın İstanbul’da otururdu Bizans hükümdarları, kışın da Antakya’da otururlardı. Ebû Süfyan’ı bulup getiriyorlar. Ebû Süfyan o zaman Müslüman değil. Bu olaydan yaklaşık bir yıl sonra Müslüman olacak. İslâm düşmanı, Mekke’nin reisi, getiriyorlar, huzura çıkarıyorlar. Tercümanlar vasıtasıyla konuşuyorlar. Bizans hükümdarı soruyor: “Kimdir bu? Nedir?” Bütün sorularına Ebû Süfyan çok namuslu/dürüst cevaplar veriyor. Ebû Süfyan, Peygamberimiz’in (sas) düşmanı olmasına rağmen her şeyiyle onu olduğu gibi tasvir ediyor. Peygamberimiz’in (sas) yalancı olmadığını, krallık peşinde olmadığını, getirdiği mesajın neler olduğunu anlatıyor. Kral diyor ki: “Eğer dedikleriniz doğruysa gün gelir ki şu ayağımı bastığım yerlere sahip olur o zat.” Bakın bunlar hükümdar, devlet adamı. Sıradan bir insan değil. Buna ileri görüş, basiret diyoruz. Bakıyor ki her şeyiyle tutarlı, ayakları yere basan doğal bir insan. İnsanları kandırmıyor, yani günümüzde bazı çevrelerin iddia ettiği gibi “Peygamber çok akıllı bir insanmış, kendine göre bir nizam kurmuş.” durumları yok yani. Peki bir başkası niye kuramıyor? Başkası da gelsin bir nizam kursun. İslâm’ı kabul eden bu kadar insanı akılsızlıkla itham etmek doğru olur mu? Bu şekilde düşünenlere acıyorum. Bu insanların ellerinden tutarak bir doktor titizliğinde, bir anne şefkatiyle “Gel kardeşim, şöyle bir oturalım, konuşalım. Peşin fikirlerimizi bırakalım. Gidelim Peygamberi kendi evinde, yurdunda, dünyasında, yaşantısında tanıyalım.” Demek lazım.
İşte o vakit gerçekleri yerinde hakikatiyle şahit oldukları zaman bu iddialarından vazgeçeceklerdir. Kanaatimce bu iddiaları gündeme taşıyanların iyi niyetlerinden şüphe yoksa o vakit ortada ciddi bir bilgisizlik olduğunu söyleyebiliriz. Efendimiz (sas) ve onun güzide ashâbının hayatlarını daha yakından tanırlarsa meselenin öyle iddia edildiği gibi sosyo-politik ve ekonomik imkânları iyi kullanmakla ilgili olmadığını daha iyi anlarlar, diye düşünüyorum.
Malum modern bir toplumda yaşıyoruz ve kapitalist bir sistem söz konusu. Para ve tüketimin öncellendiği bir sistem. Bu sistem hedeflediği gibi bir tüketim toplumu da oluşturdu. Her değeri tüketiyor. İnsanın nesnelleştiği ve hiçbir değerin olmadığı bir hayatı yaşıyoruz maalesef. Özellikle inanç değerlerinin de itibarsızlaştırılmaya doğru gittiği, bu yönde bir gayret sarf edildiğini de görüyoruz. Örneğin Peygamberimiz’in (sas) herhangi bir mesajını ya da uygulamasını televizyon ekranlarında, sosyal medyada mecralarında müzakere ahlâkı göz ardı edilerek ele almak; Efendimiz’in (sas) anlaşılmasında ya da peygamberliğin misyonunun, gayesinin, amacının bilinmesine katkı sağlamaktan daha çok mevcut kapitalist sistemin getirdiği o tüketim toplumunun alışkanlıklarının etkisiyle dini değerlerimizin ve dahi peygamberleri de birer meta gibi tüketilmesi tehlikesini beraberinde getirdiği görülüyor. Özellikle de bazı siyer anlatımlarında Efendimiz’in (sas) bize bıraktığı mirası tüketiyoruz gibi geliyor. Bu konuda ne dersiniz?
Dini, peygamberi, kitabı özellikle Sevgili Peygamberimiz’i (sas) ve sahâbe-i kiram efendilerimizi nasıl anlatacağız? Güncel mesajlarımızı yeniden bir gözden geçirmemiz gerekir. Allah Teâlâ bir din göndermiştir ki bu dinin şemsiyesi altında yaşayan bütün insanlar dünyada rahat etsinler. Sadece Müslümanlar değil, bütün insanlar Allah’ın kulu olarak insan kardeşi olarak birbirinin etini, kemiğini yemeden, birbirinin kurdu olmadan Allah’ın nimetlerini paylaşsın, insanca yaşasınlar. Olmuş mu? Tarih boyunca olmuş. Yani tarih boyunca insanlar İslâm’ın hâkimiyeti altında ya Müslümanlar olarak veya İslâm devletinin gayr-i müslim vatandaşları olarak kendilerine değer verilmiş ve insanca yaşamışlar. Şimdi biz bu ciheti ön plana çıkarmak yerine dediğiniz gibi belli bazı değerleri tüketiyoruz.
Dini anlatırken özellikle peygamberleri anlatırken sadece mucizeye vurgu yaparsanız, peygamber eşittir mucize derseniz, veli eşittir keramet derseniz, peygamber eşittir üstün insan, semtine varılamayan, mucizelerle ve kerametlerle kurulu bir din anlatırsanız diğer taraftan deistler, ateistler zuhur ederler. Buna karşın “Gelin ey insanlar! Bakın böyle bir din var. Bu din bizim bu dünyada beraberce, insanca, kardeşçe yaşamamız için gönderilmiş bir sistemdir. Kadınlara, çocuklara, kâinata, tabiata şu hakkı verir. Ağacı, yeşili, çevreyi, suyu, aşı, ekmeği korur. Herkese bir iş, herkese bir eş, her yuvaya sıcak bir aş veren bir din…” şeklinde anlatmak yerine; kerametlerle, mucizelerle örülü, ulaşılamayan, hatta o kadar anlatıyorsun ki zorlaştırıyorsun, yaşanamayan bir din anlatırsan insanları ötelemiş oluyorsun.
Peygamber Efendimiz (sas) Muaz b. Cebel hazretlerini Yemen’e gönderirken mürşid ve mübelliğ olarak “Önce git insanlara Allah’ı, iman esaslarını anlat. İmanı kabul ederlerse namazı anlat. Namazı kabul ederlerse zekâtı, orucu anlat.” dedi. Yani işin başı imandır. İman kavramak demektir. İşte bu sistemi, kâinatı, tabiatı, tevhidi, bu dünyayı, öbür dünyayı üstad Necip Fazıl’ın dediği gibi “Bu hal neyin nesi? Yetiş yetiş Yetiş, yetiş, hey sonsuz varlık muhasebesi?” Bu nedir, bu hâl nedir? Bunu kavramak işte iman. Sistemi anlamak. Bunları konuşmak varken televizyonlarda, sosyal mecralarda yapılan ceviz kabuğunu doldurmayan münakaşalar, basit basit meseleler, günübirlik meseleler bunlar da bizi küçültüyor. Biz büyük davaların insanıyız. Biz insanın bu dünyasını ve öbür dünyasını kurtarmak için bu meseleye sahip çıkmış insanlarız. Ötelemeyen, hakaret etmeyen, kötü söz söylemeyen, “Gelin, bize gelin, hayatınız kurtuluşunuz burada.” diye sarılanlardan olmalıyız. Tarih bize gösteriyor ki nice dinsizler, ateistler, günahkârlar bir müddet o şekilde yaşamışlar, bakmışlar ki gerçekten burası çıkmaz sokak, dönmüş gelmişler ve kardeşimiz olmuşlar.
Sevgili Peygamberimiz’in (sas) hayatında hakaret yoktur, incitme yoktur. Önemli olan kazanmaktır. Hiçbir doktor hastasına yumruk vurmaz. Hiçbir doktor hastasını muayenehanesinden kovmaz. Hiçbir anne baba çocuğunu dışarıya atmaz. İşte deizm, ateizm vs. kıskacındaki insanlar bir tür hastadır. Günümüz dünyasının, tüketim toplumunun ürettiği mikroplara maruz kalmış insanlardır. Tüketmek insanların artık sevdası olmuş. Ama her şeye rağmen “Bunlarla mutlu olamazsınız, gittiğiniz yol yol değil” diyerek onların elinden tutmak, peygamberlerin o ölmez, solmaz, pörsümez mesajını bugünkü insanlara aktarmak da sizin ve bizim görevimizdir. İşimiz zordur ama güzeldir. Her zor olan işin bir güzellik tarafı vardır. Zor olan işin getirisi de çok büyüktür. Biz peygamberlerin mesajını bu insanlara iletmeye devam edelim.
Mehmet Kaman: Allah razı olsun. Çok teşekkür ederiz hocam. Ağzınıza, yüreğinize sağlık.
Mustafa Ağırman: Ben de teşekkür ederim. Sağolun, varolun.