Menü
Mustafa Fayda
Mustafa Fayda
“Resûlullah (sas) ile meşgul olmak, Resûlullah’ı (sas) anlamaya çalışmak her mü’minin üzerinde Allah’ın emriyle başlamış bir vazifedir.”
Eylül 26, 2023
Yazarın Tüm Yazıları

“Resûlullah (sas) ile meşgul olmak, Resûlullah’ı (sas) anlamaya çalışmak her mü’minin üzerinde Allah’ın emriyle başlamış bir vazifedir.”

Prof. Dr. Mustafa Fayda

İlim hayatını Peygamberimiz’in (sas) doğru anlaşılması ve sevilmesine adamış, İslâm Tarihi ve Siyer’e dair önemli çalışmalara imza atmış, alanda yüzlerce talebe yetiştirmiş Prof. Dr. Mustafa Fayda hocamızla; nübüvvetin/peygamberliğin anlamı, önemi ve değeri hususlarını Peygamber Efendimiz (sas) özelinde ele almaya çalıştık. Hasbihal tadında gerçekleşen söyleşimizde Fayda hocamız, yaptığı tespitlerle hem aklımıza hem gönlümüze ince dokunuşlarda bulundu…

Muhammed Ali Alioğlu: Kıymetli hocam, söyleşimizin teması genel çerçevede “nübüvvet/peygamberlik” ve bu bağlamda Peygamber Efendimiz’in (sas) nübüvveti üzerine olacak. Öncelikli olarak konunun önemi ve değeri üzerine bizlere neler söylemek istersiniz?

Mustafa Fayda: Resûlullah (sas) ile meşgul olmak, Resûlullah’ı (sas) anlamaya çalışmak her mü’minin üzerinde Allah’ın emriyle başlamış bir vazifedir. Kıyamete kadar da devam edecektir bu. Çünkü âyet-i kerimelerle de sabit olduğu üzere Resûlullah Efendimiz’e (sas) iman etmek, itaat etmek, örnek almak ve dahası Cenâb-ı Hakk’ın ona verdiği değeri fark etmekle mükellef kılınmış bir imtihan için bu aleme gönderilmiş kimseleriz. Binaenaleyh, meseleye bu gözle bakmak lazım.

Peygamberimiz (sas), Allah tarafından vazifelendirilmiş diğer peygamberler gibi bir peygamberdir ama kitabımız Kur’ân-ı Kerim’e göre kendisinin diğer peygamberlere nispetle temayüz eden farklı yönlerinin de olduğunu bilmemiz lazım. Dikkat edilirse elçi manasına gelen “resûl” kelimesi Peygamber Efendimiz’in (sas) gönderdiği İslâm’a davet mektuplarını ileten kimseler için de kullanılmaktadır. Yine çeşitli âyet-i kerimelerde “elçilik” manasında resûl ifadesi hem insanlara hem de melekler için kullanıldığını görmekteyiz.  Örneğin bu manada hepimizin bildiği Cebrail’in (as) Allah’ın vahiylerini peygamberlere getirmek gibi temel ve dahi bu özelliğiyle melekler arasında temayüz eden bir mertebesinin, konumunun olduğu malum. Meleklerin merâtibi olduğu gibi peygamberlerin de mertebeleri vardır. Kur’ân-ı Kerim’de tüm peygamberlere iman etmemizin emredildiği âyetlerin yer aldığı sûrenin içinde yer alan “Biz onların bir kısmını bir kısmından daha üstün tuttuk.” (Bakara 2/253) âyeti bu anlayışı temellendirir. Üstelik ulü’l-azm peygamberler de vardır. Bununla birlikte Peygamberimiz’in (sas) hayatının Kur’ân ile ilgili kısımlarına baktığımız zaman mesela diğer peygamberlere hep ismiyle hitap eden Cenâb-ı Hak, Peygamberimiz’e (sas) “Ey Nebî, Ey Resûl!” (Bkz. Maide 5/41, 67; Enfâl 8/64, 65; Tevbe 9/73, Ahzâb 33/50) şeklinde özel hitaplarda bulunmaktadır. Bu manada hem İslâm alimlerimiz hem de peygamberler konusunda çalışan tarafsız ve insaf sahibi ehl-i ilim insanların Peygamberimiz’in (sas) üstün faziletine dair önemli tespitler yaptığını görmekteyiz. Bunun yanında Resûlullah Efendimiz’in hâtemü’n-nebiyyîn olması da ayrıca değerlendirilmesi gereken çok önemli bir husustur.

Ulemâmız tarih içerisinde resûl-nebî meselelerini/kavramlarını ayrı ayrı ele almış, pek çok fikirler beyan etmiştir. Onları toplayıp bir torbaya koyarsak hem resûl hem de nebî olarak kendisine iki şekilde hitap eden âyetler dolayısıyla biliyoruz ki nebîlerin hâtemi ve resûllerin de en kıymetlisinin bizim Peygamberimiz’in (sas) olduğunu Kur’ân-ı Kerim’den anlıyoruz.

Muhterem hocam, meselenin tarihsel arka planına bir bakış bağlamında nübüvvetin ilk insan ve ilk peygamber olan Hz. Âdem (sas) ile başlatıldığını biliyoruz. Bu çerçevede Kur’ân-ı Kerim’de Hz. Âdem’in (sas) yaratılışını anlatan âyetlerde geçen “halife/hilafet” kavramıyla nübüvvet ilişkisini nasıl değerlendirmeliyiz?

Mustafa Fayda: Bu çok önemli ve dikkat edilmesi gereken bir husustur. Kur’ân-ı Kerim’de Hz. Âdem’in (as) yaratılmasına farklı âyetlerde genişçe yer verildiği gibi insanın yaratılışına dair de oldukça değerli biyolojik bilgiler de yine çeşitli âyetlerde zikredilmiştir. Hz. Âdem (sas) ile birlikte Havvâ annemizi de yanına eklemek lazım. Bazıları onu unutarak sadece Hz. Âdem ve Hz. Îsâ’nın diğer insanlara benzemeyen şekilde dünyaya geldiklerini söylüyorlar. Halbuki bunların arasına Havvâ annemizi de eklememiz lazım. Çünkü onu da bir insan doğurmadı. Ayrıca kocası olmadan Hz. Îsâ’ya hamile kalan Meryem annemizi de bu kategoride değerlendirmemiz lazım. Binaenaleyh beşerin yaratılma tarihi bakımından bu dört şahsiyet oldukça önemli bir konuma sahiptir. Tabi biz burada biyolojik yaratılma mevzusuna girmeden konumuz olan Hz. Âdem’in (as) yaratılışını anlatan âyetler üzerinden nübüvvet meselesine odaklanacağız.

Hz. Âdem’in (as) yaratılışını ve sonrasında gelişen hadiseleri aktaran âyetleri ele aldığımızda bir kere insanoğlunun yaratılmasına karar verildiği zaman meleklere Allah bunu söylüyor. Onlara “Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım.” (Bakara, 2/30) dediği zaman melekler, “Ya Rabbi! Biz seni zikredip dururken orada fesat çıkaracak kan dökecek birini mi yaratacaksın?” dediler. Bu âyet insan daha yaratılmadan yapacakları, kan dökeceği vs. Allah katında bilindiğini gösteriyor bize. Bu, Allah’ın ilminde, kaderinde bilinen bir durumdur. Allah olmuşları, olmakta olanları ve olacakları bilir. Allah zaman ve mekândan münezzeh olarak âlimdir. Binaenaleyh Allah’ın insanların yapacağını bildiğini söylemesine karşılık insanların “Allah’ın bilgisi var. Öyleyse ben mecburen kötü olacağım.” deme hakkı yok. Çünkü Allah bu bilgiyi kimseye bildirmemiş. Meleklere göstermiş, onlar da “Ya Rabbi! Kan dökecekleri mi yaratacaksın?” demiş. Bize böyle bir şey göstermedi. Ben kaderimle ilgili bir şey söyleyecek bilgiye sahip değilim. Benim durumum nedir? Benim durumumu kendim ölçemem. Herkes için bu böyledir. Ancak ben kendi karar verdiğimden ve yaptığımdan mesulüm. Onun için insanın iradesi kendisine verilmiştir.

Hocam, bu irade meselesini biraz daha açabilir miyiz? Bu irade ile insanın yaratılış gayesi, imtihanı ve dahası onun halifelik sorumluluğu arasında önemli bir ilişki var sanırım.

İradeyi, dolayısıyla insanın tercih ve seçimlerini etkileyen unsurları, kısacası insanın doğasını, yaratılışını doğru anlayabilmemiz için Kur’ân-ı Kerim bize şu âyet-i kerimeyi hatırlatır: “…Nefse ve ona birtakım kabiliyetler verip de iyilik (takva) ve kötülüklerini (fücur) ilham edene yemin ederim ki nefsini kötülüklerden arındıran kurtuluşa ermiş, onu kötülüklere gömen de ziyan etmiştir.” (Şems 91/7-10). Âyet-i kerimede yer alan fücûr; fitne, fesat ve benzeri durumları ifade eden kısaca bizim “günah” olarak nitelendirdiğimiz yoldan çıkma haline işarettir. Takvayı da biz genelde sadece Allah’tan sakınma gibi anlıyoruz. Halbuki takva, insanın Allah tarafından kabul edilen, beğenilen, doğru bulunan bütün fiillerimizi kapsamaktadır. Yani fücur sol tarafta, takva sağ tarafta. Defterler de böyle verilecek.

Demek ki Allah, bir yandan kendi ruhundan insana nefhetmesi, ona akıl ve irade bahşetmesi; öte yandan insanın nefsine iyiliği ve kötülüğü de ilham etmesinden anlıyoruz ki insanoğlu bu dünyaya imtihan için gönderilmiş. Allah da bu durumu ilgili âyetlerde “halife” olarak ifade etmiştir.

Peki hocam, bu durumda insanın imtihanı ve dahası “halifelik” vazifesi/sorumluğunda nübüvvetin konumu ne olur o vakit? Ayrıca Peygamber Efendimiz’in (sas) bu noktadaki konumu hakkında ne söylebilirsiniz?

Peygamber Efendimiz (sas) Kur’an-ı Kerim’de ifadesini bulduğu gibi son peygamber olması, son kitabı getirmesi dolayısıyla -Hz. İbrahim’i (as) biraz istisna tutarsak- diğer tüm peygamberlerin kendi kavimlerine gelmesine mukabil Resûlullah Efendimiz’in (sas) iki özelliği ile farklı bir konuma sahiptir. Birincisi bütün insanlığa gönderilmiş olması, ikincisi de peygamberliğinin kıyamete kadar bâkî olmasıdır.

Hatırlayalım Resûlullah Efendimiz (sas) Mekke’den Medine’ye hicret ettiği zaman Medine’de çeşitli faaliyetler yaptı. Şehre yerleşmesi, Mescid-i Nebevî’nin temelini atması, muhacir ve ensarı kardeşleştirmesi malum. Bu arada Medine’de başka din mensupları -ki üç büyük Yahudi kabilesi- var, bir de henüz Evs ve Hazreç’ten Müslüman olmayanlar var. Biliyorsunuz bunlarla ilgili bir sözleşme yapılıyor. Hamidullah hoca buna “İlk Yazılı Anayasa” diyor. Medine Sözleşmesi olarak nitelendirdiğimiz bu metnin asıl ibaresi “kitap”tır. Metin “Bu kitap…” diye başlamaktadır. Gerçekten anayasayı çağrıştıran esasları da muhtevi bir metin olmasına karşın biz buna “Medine Sözleşmesi” diyoruz. Sözleşmenin ilk iki maddesi şöyledir: “(1) Bu kitap(yazı), Peygamber Muhammed tarafından Kureyşli ve Yesribli mü’minler ve Müslümanlar ve bunlara tabi olanlarla yine onlara sonradan iltihak etmiş olanlar ve onlarla beraber cihad edenler için (olmak üzere tanzim edilmiştir).( 2 ) İşte bunlar, diğer insanlardan ayn bir ümmet (cami’a) teşkil ederler.” (Hamidullah, İslam Peygamberi, 1/206).

Metindeki “ümmet” tanımına dikkat etmek lazım. Peygamber Efendimiz’in (sas) kıyamete kadar peygamber olması ve ümmetinin de tüm insanlığı kapsadığını görüyoruz bu metinde. Hz. Peygamber (sas), Medine-i Münevvere’de bu ümmeti tarif ediyor. Muhacir, ensar, henüz müşrik olanlar, içinde münafık da var ama o zaman ortaya çıkmış değil, ayrıca Yahudiler de var. Bu metinde deniyor ki: Bunların hepsi bir ümmet meydana getirir. İşte Medine Sözleşmesinde yer alan ameli sünnetten hareket ederek ümmeti biz ikiye ayırıyoruz. Ümmet-i davet ve ümmet-i icâbet. Ümmet-i davet, Resûlullah Efendimiz’in (sas) birçok âyette (Bkz. Bakara, 2/119; Mâide, 5/19; A’râf 7/188; Hud,11/2; Sebe’, 34/28; Fâtır, 35/24) tekrar edilen beşir ve nezîr sıfatıyla peygamberliği yerine getirdiği zümredir. Peygamberimiz’in (sas) peygamberliği kıyamete kadar devam ettiğinden henüz Müslüman olmayan ve İslâm davetine muhatap olan zümreye ümmet-i davet diyoruz. Yani bugün Putin’in de Biden’ın da bu ümmet-i davet zümresi içindedir. Müslümanlar ise ümmet-i icâbet zümresini oluşturmaktadır. Peygamberânî vazifeyi yerine getirmekle mükellef olan ümmet-i icâbet olan biz Müslümanlar, ümmet-i davet olan zümreye İslam’ı anlatmakla mükellefiz.

Tam bu noktada bir şey sormak istiyorum hocam. Peki bu davet nasıl olacak ve bu ümmet-i icâbetin vazife ve sorumluluğu nasıl gerçekleştirilecektir?

Üslûb-u Peygamberi, bu konuda bize rehberlik edecektir. Özellikle vaaz kürsülerinde bu üslubu ihya etmemiz lazım. Bu tebliğde çok önemli. Bilhassa bizim vaiz hocalarımız camilerde çok bağırıyorlar. Hz. Peygamber (sas) hiç öyle konuşmadı. “Edeb ya hu!” diyesim geliyor. Hocalara ders vermek benim haddim de vazifem de değil ama çok inciniyorum. Buna hakları yok. Caminin içinde velisi var, delisi var. Müslüman olarak seviyeleri farklı insanlar var. Herkes dinliyor. Çünkü bu, peygamberin vazifesinin devamı olarak yapılıyor. İnsanlara dinimizi başına balyoz gibi vurarak, gönüllerini kırarak anlatmakla mükellef değiliz. Konuşan vaiz efendi hidayetin Allah’tan olduğunu unutmayacak. Hidayet Allah’tandır. Allah herkese hidayet nasip etsin ama Allah yarattığı insanların bir kısmının tarik-i müstakime gelmeyeceğini de Kur’an’da bildiriyor (Bkz. Bakara, 2/7). Cenâb-ı Hak, bu hususu Hz. Peygamber’e (sas) de söylüyor (Bkz. Kasas, 28/56). Hatırlarsak Peygamberimiz (sas), davetinin Mekke döneminde Kureyş tarafından karşılık bulmadığını görünce fevkalade üzülüyor, dertleniyor. Kendisini yiyip bitiriyor. Bunun üzerine Allah diyor ki: “Senin vazifen yalnızca beşîr ve nezir olarak tebliğ etmektir.” (Bkz. Mâide, 5/99; Bakara, 2/119 vb.). Bu konuları dile getirdiğimizde aynı zamanda Peygamberimiz’in (sas) mü’min olanlara karşı vazifelerini hiç aklımıza getirmiyoruz..

O zaman ümmet-i icabete karşı vazifeleri nedir Peygamber Efendimiz’in (sas)?

Kur’ân-ı Kerim’de 300’den fazla âyet “De ki…”  diye başlıyor. Bunların hepsi Peygamberimiz’e (sas) ya haber vermek için ya dikkatini çekmek için yahut yapması ve ümmetine tebliğ etmesi için gönderilen emirlerdir. Bunlar 32 farz mı, 52 farz mı taksimine girmek fevkalade zor olan bir şeydir. Onun için biz burada temel bir noktayı hatırlatarak Peygamberimiz’in (sas) dört âyette tekrar edilen üç vazifesi üzerinden meseleyi anlamaya çalışalım.

Bu dört âyet şunlardır: Bakara 2/129, 151; Âl-i İmrân 3/164 ve Cuma 62/2. Bakara sûresinin 129. âyetinde Hz. İbrâhim’in bir duası olarak geçen ibare ise şöyledir:

رَبَّنَا وَابْعَثْ فٖيهِمْ رَسُولاً مِنْهُمْ يَتْلُوا عَلَيْهِمْ اٰيَاتِكَ وَيُعَلِّمُهُمُ الْكِتَابَ وَالْحِكْمَةَ وَيُزَكّٖيهِمْؕ “Ey Rabbimiz! Onlara, içlerinden senin âyetlerini kendilerine okuyacak (yetlû), onlara kitap ve hikmeti öğretecek (yuallim) ve onları temizleyecek (yüzekkî) bir peygamber gönder…” Görüldüğü gibi burada zikredilen üç vazifeyi şöyle ifade edebiliriz: tebliğ, talim ve tezkiye

Söz konusu dört âyette zikredilen bu üç peygamberânî vazifeyi Peygamber Efendimiz (sas) bihakkın yerine getirdiği gibi Ümmet-i Muhammed (sas) ve o ümmetin önemli bir parçası olan biz Türkler de bu üç peygamberânî vazifeyi hayatımızda hem müesseseleşerek hem de ameli hayatta gayret ederek yerine getirmeye çalıştık.

Yeri gelmişken burada şunu da hatırlatalım: Bazıları Peygamber yalnız “tebliğ” eder deyip peygamberânî vazifeleri -hâşâ- postacılık mertebesine indiriyorlar. Hakikat hiç de öyle değil tabi ki.

Peygamber Efendimiz (sas): “Ben ceddim İbrahim’in duası, kardeşim İsâ’nın müjdesi, annemin rüyasıyım.” (Ahmed b. Hanbel Müsned, 4/127). diyerek de ilgili âyetin işaret buyurduğu hakikati bizi izah etmiştir. Âyet ile ilgili şu hususu da burada hatırlatmak da fayda vardır. Arapça bilenler bilirler. Nekre isimden sonra gelen cümleler sıfattır. Onun için üç fiille üç sıfat cümlesini Allah dört ayette tekrar ediyor.

Hocam, bu üç vazife-i peygamberâneyi biraz daha açabilir miyiz?

Esasen bu üç vazife, insanın yaratılışıyla yani fıtratıyla da doğrudan ilgilidir. Örneğin biraz önce bahsi geçen Şems sûresinin ilgili âyetinde insana fücûr ve takvanın ilham edildiğini okuyoruz. Âyetin devamında ise insanın bu fücûrdan kurtulup takvaya erişmesi için yapması gerekeni/vazifesini kurtuluş yolunu gösteriyor: “قَدْ اَفْلَحَ مَنْ زَكّٰيهَا Nefsini arındıran muhakkak kurtuluşa ermiştir.” (Şems, 91/9) buyrulur. Dolayısıyla insanın kurtuluşunun, imtihanının başarıya ulaşması için nefsini arındırması lazım. Buna tezkiye-i nefs diyoruz. Bazı hocalarımız bunu tasavvufa has bir konu gibi görüyorlar. Ben tasavvuf hocalarımıza söyledim, istirham ettim. Bunu tasavvufun sahası diye anlatmayın. Bunu Allah’ın mü’minlere emri olarak anlatın, kurtuluş yolunun reçetesi buradadır, diye anlatın, tasavvuf bu konuyu merkezine koymuş diyerek tasavvufun hakkını da verin. Çünkü Ümmet-i Muhammed’in (sas) hepsi tasavvufa yönelmiyor. Yönelse böyle bir ayrım yapmaya ihtiyaç yok. Allah hepimize hidayet nasip eylesin.

Şimdi üç peygamberânî vazifeleri tek tek anlatalım ve ümmetin neler yaptığını da söyleyelim. Allah, Kur’ân’da hem biz mü’min olanlar için hem de henüz Müslüman olmayanlar için Allah  bu vazifeleri izah eden âyetler olarak göndermiş. Şimdi konu ile ilgili âyetlerden olan Bakara sûresinin 164. âyeti şöyledir:

لَقَدْ مَنَّ اللّٰهُ عَلَى الْمُؤْمِنٖينَ اِذْ بَعَثَ فٖيهِمْ رَسُولاً مِنْ اَنْفُسِهِمْ يَتْلُوا عَلَيْهِمْ اٰيَاتِهٖ وَيُزَكّٖيهِمْ وَيُعَلِّمُهُمُ الْكِتَابَ وَالْحِكْمَةَۚ وَاِنْ كَانُوا مِنْ قَبْلُ لَفٖي ضَلَالٍ مُبٖينٍ

“Andolsun ki içlerinden, kendilerine Allah’ın âyetlerini okuyan, (kötülüklerden ve inkârdan) kendilerini temizleyen, kendilerine Kitap ve hikmeti öğreten bir Peygamber göndermekle Allah, müminlere büyük bir lütufta bulunmuştur. Halbuki daha önce onlar apaçık bir sapıklık içinde idiler.”

Malum olduğu üzere bazı peygamberlere kitaplar bazı peygamberlere de suhuf (sahifeler) gönderilmiştir. Nebî-resûl diye bir ayrımın yapmadan bunu ifade ediyoruz. Zira bu ayrımın detaylarını Kelâm hocalarımıza havale ediyoruz.

Kur’ân-ı Kerim’in Peygamber Efendimiz’e (sas) indirilişi yani vahyin gelişi toptan olmamıştır. Âyetlerin inişi tedricen ve parça parça olmuştur. Bazıları hâdiseler ortaya çıktıkça, bazıları ise doğrudan doğruya Allah’ın insanlara öğretmek istediği, insanlar tarafından bilinmesi gereken iman, amel ve kaçınılması gereken davranışlar vb. hallere ait durumlarda olduğu gibi parça parça indiriliyor. Tabi bu indiriliş süreci 22,5 sene, bazı hocalarımız da 22 seneyi tercih ediyor. İkisi de caiz. Hicrî olsa da 23 yılı tam doldurmuyor.

Şimdi Peygamber Efendimiz’e (sas) vahiy belli şekillerde ve şartlarda geliyor. Uyurken, evde, dışarda; namaz kılarken, hatta cemaatle kılarken de gelebiliyor. Örneğin cemaatle namaz kılarken gelen kıblenin değişimini ifade eden âyet var (Bkz. Bakara, 2/144). Âyet iner inmez Peygamber Efendimiz (sas), cemaatle kıldırdığı namazın ortasında kıbleyi Kabe-i Muazzama’ya çeviriyor.

Vahyin gelmesi zamanı ve usulü vardır. Altı tane vahiy şekli vardır. Bunlardan birisi de sadık rüyalar. Ümmet-i Muhammed’in bazı hocaları rüyadan da çok korkuyor. “Rüyada görülene itimad edilir mi?” diyorlar. Evet, Müslümanın rüyası kendisine delil olur ama Peygamberimizinki öyle değil. Bunula birlikte “Her Müslümanın rüyası da bize delil olmaz.” diyemeyiz. Bunun en bariz delili Ezan-ı Muhammedi’dir. İslâm’ın şiarı, fütuhâtın yapılma sebeplerinden biri olan ilay-i kelimetullah ezan-ı Muhammedî okunarak yerine getiriliyor. Malum olduğu üzere Medine-i Münevvere’de Ümmet-i Muhammed’i namaza nasıl çağıralım konusunu Peygamberimiz (sas) ashâbıyla istişare ederken tam bir karara varılamadan birkaç gün geçiyor. Ensardan Abdullah b. Zeyd rüyasında gördüğü ezanı gelip Peygamberimiz’e (sas) söylüyor. Peygamberimiz (sas) bunu kabul ediyor. “Emr-i bülendsin ey Ezan-ı Muhammedî” diyen Yahya Kemal’in kabirleri nur olsun. Bunu çok güzel ifade eder. Bakın ezan bir sahâbînin rüyasıyla gerçekleşiyor. O mecliste bu rüya anlatırken Hz. Ömer de var. Biliyorsunuz ne dediğini. “Ya Resûlallah! Aynı rüyayı ben de gördüm ama Abdullah benden önce davrandı” diyor. Çok seviyorum bu ezan-ı Muhammedî konusunu. Bir kere rüyanın hayatta yerinin olduğunu kabul eden bir vakıa bu. Amel edersin etmezsin, herkes ona kendi karar versin ama Resûlullah’ın (sas) hayatında Kur’ân-ı Kerim de rüyada geldi, başka rüyası da var Peygamberimiz’in (sas). Örneğin Fetih sûresininin 27. âyetinde “Allah, Resûlü’nün rüyasını doğruladı.” diyor.

Gördüğü rüya neydi, Peygamber bununla nasıl amel etti ve ashâb bu rüyayı nasıl değerlendirdi? Bunu anladığımız zaman peygamber anlayışının ameli hayattaki tezahürü fark etmiş oluruz. Peygamberimiz (sas) ashâbına “Rüyamda ashâbımla umre yaptım. Umreye gideceğiz.” dedi. Ashâbıyla yola çıktı. Kureyş, Halid b. Velid komutasındaki süvari birliğini Hudeybiye’ye mevkine göndererek Müslümanların Mekke’ye girmelerini engelledi. Biliyorsunuz bir anlaşma oldu. Anlaşma metni yazılırken Süheyl b. Amr’ın itirazı üzerine Resûlullah Efendimiz’in (sas) adının yerine Muhammed b. Abdullah yazılmasını emretti. Metnin katibi Hz. Ali efendimiz bunu yerine getiremedi. Demek ki Peygamberinin emrini Peygamberi severek yerine getirmemek de var. Hz. Ali, Peygambere itiraz eder mi? Eli varmadı. Bu, Hz. Ali’nin faziletini en yüksek noktaya çıkarıyor bana göre. Asıl bu hâdisenin sonunda Peygamber ne kadar üzülecek. Anlaşmaya göre o sene Müslümanlar umre yapmayacak, geri dönecekler ancak bir sene sonra o da sadece üç günlüğüne Müslümanlar umrelerini yapıp dönecekler. Peygamberimiz ve ashâb develer de getirmişti umre için kurban etmek üzere. Peygamber Efendimiz (sas) ashâbına traş olmalarını, ihramdan çıkmalarını, kurbanı olanlara da kurbanlarını kesmelerini emretti ama hiçbiri bu emri yerine getirmedi.

Bakın Hudeybiye’de Hz. Peygamber’in (sas) emirlerinin yapılmadığına dair bir örnek var karşımızda. Hem de tüm ashâbda böyle hâl oluşmuştu. Peygamber Efendimiz (sas) emri yerine getirilmeyince çok üzüldü. Ümmü Seleme annemiz gönlü açık bir hanımefendi idi. Peygamberimiz’e (sas) dedi ki: “Ya Resûlallah! Onlar seni çok severler. Senin rüyan gerçekleşmedi diye bunu yapıyorlar. Sen kes, sen ihramdan çık.” Peygamberimiz de çadırından çıktı ve aynen Ümmü Seleme annemizin söylediği gibi yaptı. Bunun üzerine ashâb-ı kiram da tabir caizse “tıpış tıpış” gelip aynısı yaptılar. Onun için ashâbın Peygamber telakkisini anlatmak öyle kolay bir iş değil. Ne kadar anlatsak bitiremeyiz.

Şimdi gelelim asıl konumuz olan üç vazife-i peygamberâneyi anlatmaya. Âyetleri okuyan Peygamberimiz 23 yılda peyder pey gelen âyetleri, Mescid-i Nebevî’de hayatını geçirdiği günlerde ashâbına okuyor, onlara tebliğ ediyor. Sonra kadınlar tarafına gidiyor, bir de onlara okuyor. Medine dışında seyahatteyken nazil olmuşsa orada söylüyor söyleyebildiklerini. Peygamber Efendimiz (sas) kendisine inen bu âyetleri ashâbın aklına, gönlüne yerleştirmek için en veciz bir uslûbla – o “cevamiü’l-kelim”di, az sözle çok şeyleri anlatabiliyordu- hitapta bulunurdu. Peygamberimiz’in (sas) en uzun hutbesi Veda hutbesidir, o da birleştirilince iki sayfa tutuyor. Peygamberimiz (sas) bizim hocalarımız gibi çok konuşmuyor. Oldukça kısadır konuşmaları. Niye böyle? Kur’ân ayeti okuyor çünkü. Böylece hem Kur’an âyetlerini hafızalarında yer edecek şekilde namazlarda ve sohbetlerinde okuyor hem de bazı sahâbilere -vahiy katiplerine- yazdırıyor. Onlar hafız olan sahabiler hemen öğreniyorlar. Onlar vasıtasıyla başta Suffa ehli olmak suretiyle yeni ihtida edip Medine’ye gelenler olmak üzere onlar 10-15 gün kalıyorlar geldikleri zaman. Onlara Kur’ân-ı Kerim öğretiliyor. Böylece Peygamberimiz (sas) tebliğ vazifesini yapıyor.

Peki hocam tarihte Peygamber Efendimiz (sas) sonrası ve günümüzde bu Kur’ân’ın okunması, okutulması yani “yetlû” vazifesini Ümmet-i Muhammed nasıl ifa etti?

Ümmet-i Muhammed, Kur’ân’ı en güzel şekilde okumak ve okutmak/öğretmek için tarihte “dârülkurra” müessesini kurmuştur. Selçuklu ve Osmanlı dönemini incelersek bunu görürürüz. Ülkemizde ise bugünkü durumumuzda İmam-Hatipler, Kur’ân kursları var. Ayrıca son yıllarda genel mekteplerde seçmeli olarak Kur’ân-ı Kerim ve Resûlullah’ın Hayatı dersleri kondu. Ancak bu kadar yapabiliyoruz. Eskiden bizim çocukluğumuzda ilk mektebe (ilkokula) giderken Kur’ân öğreniliyordu. Biz ilk mektebe giderken sabah namazından sonra Konya Sultan Selim Camii müezzini Amâ İsmail Efendi’nin evine abimle sabah 7 gibi gidip 10 dk. Kur’ân derslerimizi verip sonra eve dönüp kahvaltımızı yaparak okulumuza giderdik. Ben onun için Kur’ân okumayı İmam-Hatipte öğrenmedim. Böyle bir aile düzenimiz vardı bizim. Eskiden insanlar hep böyleydi. Şimdi anne babalar bilmeyince problem çıkıyor. Allah encamımızı hayır eylesin. “Yetlu” vazifesini ihmal ediyoruz şimdi. Kur’ân-ı Kerim’i öğrenemeyenleri kastederek söylüyorum bunu. Allah tamamlamak nasip etsin.

İlgili âyete tekrar dönersek “Onlara kitabı ve hikmeti öğreten (yuallim).” ifadesi kitab elbette Kur’ân-ı Kerim’dir. Peki hikmet nedir? Hikmet de tabi ki Kur’ân âyetleriyle bağlantılı. Ancak bir başka âyette “وَأَنزَلَ اللّهُ عَلَيْكَ الْكِتَابَ وَالْحِكْمَةَ /Allah, sana kitabı ve hikmeti indirdi.” (Nisa, 4/113) buyuruluyor. Yani hikmet sadece Kur’ân olsaydı âyet böyle olmazdı. Kur’ân’dan ayrı bir hikmet var. Bunu teyit eden başka âyetler de var. Peygamber olmayanlara da Allah hikmet veriyor (Bkz. Bakara, 2/269). Bundan dolayı hikmet konusu çok önemli bir konu. Peki kitab ve hikmeti öğreten peygamber noktasında biz ne yaptık? Medrese açıyoruz, imam-hatip açıyoruz, ilk ve ortaokullara din dersi koyuyoruz, ilahiyat fakültesi açıyoruz. Ümmet onu da yerine getirmeye çalışıyor.

Eyvallah. Peki hocam genel hatlarıyla yetlû ve yuallim vazifelerini bu şekilde anladık. Bir de sizin son yıllarda üzerinde sıklıkla durduğunuz yakın zamanlarda Siyer Yayınlarından çıkan Allah’ın Emriyle Siyer Başlar eserinizde de özellikle vurguladığınız üçüncü peygamberânî vazifeyi tekrardan burada biraz açalım dilerseniz.

Evet, herkes bir şekilde Peygamberimiz’in (sas) Kur’ân’ı tebliği ettiğini onu en güzel şekilde talim ettiğini biliyor. Sokaktaki ilkokul talebesine sorsak “Kitabı öğretti.” der yani bu bilgi var. Ancak “Peygamber, bizim nefislerimizi arındırandır.” diye onun üçüncü ve önemli vazifesini yani tezkiyeyi hiç anlatan ben duymadım. Şimdilerde bu konuyu ele alan yazan hocalarımız var -Muhammed Emin Yıldırım gibi- Allah, onlardan razı olsun.

Şimdi bakın tezkiye-i nefs olarak ifa ettiğimiz bu mesele yalnızca Peygamberimizin yerine getirdiği bir vazife değil. Demin Şems sûresi üzerinde durduk. “Nefsini arındıran muhakkak kurtuluşa erdi.” (Şems, 91/9).Kur’an’ı Kerim’de “Kad eflaha/Kurtuluşa erdi” çok yoktur. Şems sûresi dışında üç sûrede daha geçer toplamda dört âyette bu terkipte gelir (Bkz. Tâ-hâ, 20/64; Mü’minûn, 23/1; A’lâ 87/14). Yani Allah burada bir katiyyet ifade ederek “Kurtuluşa erdi.” diyor. Demek ki nefs arındırmak çok önemli bir vazife. Ümmet-i Muhammed bunun için tekkeler, zaviyeler, ribatlar, ahi ocakları kurdu. İnanmıyorlarsa İbn Battuta’yı (ö. 770/1368) okusunlar. Ahi zaviyelerinde ne yapılıyor? Anadolu’nun ve Rumeli’nin Müslümanlaşması ve Türkleşmesinde rol oynayan mutasavvıflar gaziyan-ı rum, abdalan-ı rum, baciyan-ı rum, ahiyan-ı rum bunlar hep Allah deyince kalbi titremek için yetiştirilmiş insanlar ve bunlar çeneleriyle değil amelleriyle dinimizi insanlara sundular. Onun için bu coğrafyanın Müslümanlaşması çok önemli bir gelişmedir. Hristiyan dünyası çok barbardır. Bugün de barbardır. Bakın sekiz asır dünyayı medenileştiren Endülüs medeniyetini sıfırladılar. Yahudilerle birlikte Müslümanları yok ettiler. Siz biliyor musunuz İspanya’da bazı aileler nenelerinin gece odada namaz kıldıklarını görüyorlar, seccade sermiş kadıncağız. Sonra öğreniyorlar ki Müslümanlıktan zorla döndürülmüş ama o kadının imanı polat gibi. Aileden bile saklıyor. Onun için İspanya’da şimdi ciddi bir İslamlaşma hareketi var. Zaten o taraftan gelseydik Roma’da buluşacaktık, buluşamadık.

Burada bir şey söylemek istiyorum. Bu üç peygamberânî vazifeyi Müslüman olduktan sonra yerine getirme gayretini ve himmetini gösteren ecdadımız bunların hiçbirini devletlerine yük yapmamışlardır. Yine bir âyete dayanarak hep vakıf müessesesi ile bunları yerine getirmişlerdir. “Sevdiğiniz şeylerden (Allah yolunda) harcamadıkça, gerçek iyiliğe asla erişemezsiniz.” ( Âl-i İmrân, 3/92) âyeti Peygamberimiz zamanında vakfı başlatmıştır. Bakın peygamberani vazife nasıl amel haline geliyor? Hz. Peygamber’i (sas) ashâbın nasıl anladığına dair bir misal verilir. Hz. Ömer âyetler karşısında çok duyarlıdır. Onun için bu âyet gelince Efendimize gelip; “Ya Resûlallah! Benim Hayber ganimetinde hisseme düşenden bir bahçe dışında başka malım yok. Ne yapacağım?” diyor. Resûlullah (sas) da ona “Haps et!! Diyor. O döneminde vakıf kelimesi kullanılmıyor, habs kelimesi kullanılıyor. Haps etmek şudur: Aile ve kendi geçimi için kullanacaksın, miras bırakmak yok, satmak yok. Gelirlerinin diğerlerini herkesin gördüğü şekilde dağıtacaksın. Hz. Ömer de derhal bu emri yerine getirmiştir. İşte ashâbın şiarı. Ashâb-ı kiram Peygamberimiz’i (sas) yalnızca sevmekle kalmamış. “Duyduk ve uyduk!” demişler. İşte ümmetin Hz. Peygamber’e (sas) karşı şiarı da bu olmalıdır. Nitekim Ümmet-i Muhammed, bu üç peygamberânî vazifeyi yerine getirmede hassasiyet göstermiş, çeşitli vakıflar aracılığıyla kurdukları dârulkurra, medrese ve tekkeler ile bu konuları müesseseleştirmiştir. Onun için bizim bu müesseselerimiz, medeniyetimiz -tasavvuf da buna dahil- öyle dışarıdan ithal falan değildir. Bizim medeniyetimiz Kur’an medeniyetidir ve Resûlullah’ın (sas) yolunu takip edenlerin medeniyetidir.

Burada ele almamız gereken bir mesele daha vardır aslında. İmtihan dünyası hakkında Peygamberimiz’in tebliğ ettiği dini doğru anlamalıyız. Bizde bir yanlış anlayış var: “Din dünya için değil ahiret için.” diyorlar. Ahirette din, namaz, oruç var mı? Vallahi bilmiyorum. Ben ona ait bir âyet okumadım. Namaz insanı günahtan arındırıyor. Günahı arındırılacak yer imtihan dünyası. Nevafil bile dine göre yapılıyor. Mesela bizim bu sohbetimiz ne farz ne sünnet ne de vacip. Mübah bu. Ben gelmeseydim, yapmasaydık kıyamet kopmazdı, bir emri çiğnemiş olmazdık; ama geldim. Gelince, bu konuşmayı yapınca Kur’ân emirleri devreye giriyor. Gıybet yapmayacaksın, karşındakinin gönlünü kırmayacaksın, gelirken trafiğe riayet edeceksin. Bunlar dinin emirleri. Dünya işini yaparken din devreye giriyor. Bir de Peygamberimiz’in (sas) hurma aşılaması meselesinden dolayı millet tutturdu -hâşâ- “Peygamber dünya işini bilmez, siz daha iyi bilirsiniz.” Burada bir yanlışlık var. Fıkıhla uğraşan hocalarımızdan başta Hayreddin hocam olmak üzere istirham ediyorum, bu konuyu iyi anlatmaları lazım. Peygamberin getirdiği din dünya için. Tekrardan Âl-i İmran sûresinin 164. âyetine bakalım. Ne diyor orada Cenâb-ı Hak, “Gerçekten içlerinden kendilerine Allah’ın âyetlerini okuyan, onları arındıran ve onlara kitab ve hikmeti gönderen bir peygamber göndermekle Allah mü’minlere büyük bir iyilikte bulunmuştur.” Âyet bize ne anlatıyor: Allah, bizi imtihan için gönderdiği dünyaya dini göndermesini, peygamber göndermesini “Lütufta bulundum.” İfadeleriyle meselenin önemine vurgu yapıyor.

Yine başka bir âyet-i kerimede Cenab-ı Hak, Peygamberimize emrederek diyor ki: “De ki: Allah’ı seviyorsanız bana tabi olun ki Allah da sizi sevsin.” “Bu din korku dini mi, sevgi dini mi?” diyenlerin kulakları çınlasın. Bu dinin esası Rabbimiz’i (cc) sevmeye dayanıyor ve o sevginin anahtarı, kapısı, gidilecek yolu da Resûlullah’tadır (sas). Bu farz, vacibi geçiyor. Esasen bu emir, “Zekât ver!” emrinden daha kuvvetlidir. Şunun için söylüyorum: Resûlullah Efendimiz’in getirdiği dinde “Hanginiz daha iyi amel yapıyor?” (Bkz. Mülk, 62/2), “Bana kul olmaları için, bana ibadet etmeleri için yarattım insanları ve cinleri” (Bk. Zariyât, 51/56) diyen Allah, yaratılış gayesinin insanlar tarafından hakkıyla yerine getirilmesi adına lütufta bulunarak bir peygamber ve bir din gönderiyor. O dini de ameli hayatla yaşayarak insanlara gösterecek peygamberle taçlandırmak suretiyle mü’minlere yardım ve inayetini gösteriyor. Bunun için Allah’a büyük bir minnettarlık duymamız lazım geldiğini bu âyetten anlıyoruz. Onun için bir yandan imanın bir gereği, diğer yandan bizi Allah’a götüren olarak Resûlullah’ı (sas) sevmeliyiz. Bu imanın bir gereği, Allah’ın da bir emridir.

Öyle ise genelde nübüvvet, peygamberlik Allah’ın insanlığa büyük bir nimetidir. Resûlullah da bu nimetin en üst kademesi zirvesidir, diyebiliriz. O vakit her nimet bir şükür ister. Peki bu muhteşem nimetin, şükrünü nedir? İnsanlık bu şükrü nasıl ifa edecektir?

Eteğine iyi yapışarak. Başka türlü değil. Düşünün bir kere Kur’ân’da birçok âyette hem Peygamberimiz hem de diğer peygamberlerin durumunu ifade edilen şöyle bir hakikat vardır: “Ben bundan dolayı sizden bir ücret istiyor değilim.” (Sad, 38/86) deniliyor. Onun için mübarek hem kendisi hem ailesi için zekâtı haram kılmıştır. Zekât yemez. Çünkü zekât toplamayı mübarek ağzından tebliğ ediyor, ondan sonra kendisi yemek olmuyor. Bir hurmayı yerine yenisini koyalım demiyor, onu da yapabilirdi, öyle yapmıyor. “Onun karnına girmemeli!” diyor.

Onun için Resûlullah Efendimiz’in (sas) yaptıkları Kur’ân ile münasebetine dikkat etmemiz lazım. Resûlullah’ı (sas) ister Allah’ın sevgisinin kapısı diyelim ister sığınılacak bir merci olarak görelim, nasıl görürsek görelim Peygamberimiz (sas), bizi Allah sevgisine götürecek yegâne şahsiyettir. Onun için onun nübüvveti; bizi yaratan, her şeyimizle kendisine muhtaç ve minnettar olduğumuz Cenab-ı Hakk’ın bizi sevmesini sağlayan en önemli vesiledir. Bu vesile de esasen Hz. Peygamber’e (sas) ittibadan geçiyor. Onun için dedemin bir sözünü burada söylemek istiyorum. Bunu söylediğini hatırlamıyorum. Teybe almışlar, oradan kendi sesinden dinledim. “Allah’ı seven kul olmakla yetinmeyelim. Allah’ın bizi seveceği kul olmaya gayret edelim.” diyor ki bu da ilgili âyetin ne kadar güzel anlaşıldığının bir delilidir. Biz O’ndan razı olacağız, O da bizden razı olacak. Onun için nübüvvet konusu konuşulduğu zaman ben bir şeye dikkat etmek istiyorum. Böyle kelâmî problemlere inhisar ettirerek ele almak doğru değil. Resûlullah (sas) bizim hayatımızın her tarafını kaplamaktadır.

Burada Resûlullah (sas) sevgisine dair bir hatırayı hatırlatmak gerekir. Biliyorsunuz

“اَلنَّبِيُّ اَوْلٰى بِالْمُؤْمِن۪ينَ مِنْ اَنْفُسِهِمْ / Peygamber, mü’minlere kendi canlarından daha önce gelir…” (Ahzâb, 33/6) âyeti indiğinde Peygamberimiz (sas), Hz. Ömer’e “Ya Ömer! Beni ne kadar seviyorsun?” diye soruyor. “Canım kadar seviyorum.” deyince “Olmadı ya Ömer!” diyor. Peygamber mütevazi bir insan. Bir insan der mi bugün “Beni herkesten çok seveceksin” diye? Onun için dinin emri olduğu için söylüyor bunu.

Biz bu âyeti ve Hz. Ömer ile ilgili rivayeti Ümmet-i Muhammed olarak biliriz hamd olsun ama bir de farklı bir âyet daha vardır ki bunu ehli biliyor. Şimdi Tevbe sûresi 24. âyeti bir okuyalım:

“قُلْ اِنْ كَانَ اٰبَٓاؤُ۬كُمْ وَاَبْنَٓاؤُ۬كُمْ وَاِخْوَانُكُمْ وَاَزْوَاجُكُمْ وَعَشٖيرَتُكُمْ وَاَمْوَالٌۨ اقْتَرَفْتُمُوهَا وَتِجَارَةٌ تَخْشَوْنَ كَسَادَهَا وَمَسَاكِنُ تَرْضَوْنَـهَٓا اَحَبَّ اِلَيْكُمْ مِنَ اللّٰهِ وَرَسُولِهٖ وَجِهَادٍ فٖي سَبٖيلِهٖ فَتَرَبَّصُوا حَتّٰى يَأْتِيَ اللّٰهُ بِاَمْرِهٖؕ وَاللّٰهُ لَا يَهْدِي الْقَوْمَ الْفَاسِقٖينَࣖ

De ki: Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, hısım-akrabanız, kazandığınız mallar, durgunluğa uğramasından endişe ettiğiniz ticaretiniz ve hoşlandığınız meskenler size Allah’tan, peygamberinden ve O’nun yolunda cihaddan daha sevimli ise, artık Allah buyruğunu (kıyameti) gerçekleştirinceye kadar bekleyin. Allah günaha saplanmış (fasık) kimseleri hidayete erdirmez.”

Bu muazzam bir şey. Allah insanın sahip olabileceği, sevebileceği insan türlerini sayıyor. Anne, baba, kardeş, hanım, kız kardeş, amca, dayı… Bunları sayıyor. Sonra mallara geliyor. Malları yalnız evleri, köşkleri söylemekle yetinmiyor, kesada uğramasından korktuğunuz ticaret diyor. Ne diyor devamında? “Eğer bunlar size Allah’tan, Resûlü’nden ve Allah yolunda cihaddan daha sevgiliyse Allah’ın başınıza vereceklerini bekleyin. Allah fasıkları sevmez.” Yani bu üç sevgiyi öne koymadık mı fasık olacağımızı Allah kibarca söylüyor. Ben bu âyete dikkat ettiğimden beri tuhaf oldum vallahi. Çok zor bir seviye bu. Allah herkese buna uyacak hidayeti ve cesareti ve sabrı ve feraseti nasip eylesin.

Ayrıca burada ilgili âyette geçen “cihad”ın hem Ümmet-i Muhammed’in kıyamete kadar devam etmesinin bir vesilesi hem de inanmayanlar için nasıl bir rahmet olabileceğine dair önemli tespitleri vardır İmâm Maturidî’nin. Dilerseniz Tevilât’ından o bölümü olduğu gibi bir okuyalım:

“Allah’ın şöyle bir hükmü vardır: Delil, talep sonrasında gelir, yani istenilen kanıt aynısıyla getirilir buna rağmen hüccet talebinde bulunanlarca inkâr edilirse onların kökünün kazınması Allah’ın kanunudur. Bu kavim hem delil talebinde bulunmuş, talep ettikleri mûcize gösterilince de inkâr etmişlerdir, dolayısıyla mûcizeye rağmen inkâr edince köklerinin kazınması gibi cezaya mâruz kalmışlardır. Allah Teâlâ meâlen şöyle buyurmuştur: “Bizi mucizeler göndermekten alıkoyan şey, öncekilerin bunları yalanlamış olmasıdır. Nitekim Semûd kavmine, açık bir mûcize olmak üzere dişi deveyi vermiştik, ama ona (inanmayıp) kötülük yaptılar. Oysa biz mûcizeleri yalnızca korkutup uyarmak için göndeririz” (İsrâ, 17/59). Buradan da anlaşıldı ki kâfirlerin Hz. Peygamber’den isteyip de bunun kendilerine gösterilmemesi sırf şundandır: Eğer onlara istedikleri mûcizeler verilir ve buna rağmen imana yanaşmayıp inkâr ederlerse o zaman kökten helâk olurlardı. Oysa Allah Teâlâ onun ümmetinin kıyâmete kadar bâki kalmasını murat etmiştir, onu âlemlere rahmet olmak üzere göndermiştir. Ona delilini âlemlere rahmet olacak türden bir delil vermiştir ki o da savaşmaktır. Savaşta rahmetin oluşu şöyledir: Onlar dünya sevgisi ve ona karşı tutkularından dolayı iman etmeye yanaşmıyorlardı. Bu durum onları onun delilleri ve risâletinin kanıtları üzerinde düşünmekten alıkoyuyordu. Cihat onların geçim yollarını daraltma ve delilleri üzerinde düşünmeye zorlama işlevi gördü ve bu, onları peygamberi tasdik etmeye ve ona inanmaya sevketti. Böylece ortaya çıktı ki savaşta onlar için rahmetin tecellisi vardır.” (Mâtürîdî, Tevîlât, çev. Mehmet Erdoğan-Bekir Topaloğlu, [İstanbul: Ümraniye Belediyesi Kültür Yayınları, 2020], 17/246).

Yani mucize isteyenlere eski peygamberler döneminde mucize verdi. Örneğin Ad ve Semud kavmiyle ilgili bu yorumu yapıyor Mâtürîdî hazretleri. Onları yok etti Allah çünkü gelen âyetle amel etmediler. Buna mukabil Peygamber Efendimiz’e (sas) dini yaymak için Kur’ân dışında bir mucize verilmedi. Kaynaklarımızda zikredilen bazı rivayetler olsa da hakikat şu ki Allah Resûlü (sas) Kur’ân dışanda herhangi bir şeyle dinini anlatmadı ve yaymadı. Zira diğer peygamberlere verilen mucizelerin benzerleri gelmiş olsa ve dahi buna karşı Peygamber’in muhatapları buna iman etmeselerdi, Allah’ın kanunları gereği onlar da eski kavimler gibi yok edileceklerdi. Ayrıca Peygamber Efendimiz’in (sas) Cenâb-ı Hak katındaki değerine işaret eden “Halbuki sen içlerinde iken Allah, onlara azâb edecek değildi.” (Enfâl, 8/33) âyeti de bizim için bir mesaj taşımaktadır. Ayrıca, diğer ümmetlere nasip olmayan bir husus da bizim Peygamberimiz’in (sas) ümmetine nasip olmuştur. O da kıyamete kadar varlığını sürdürecek olmasıdır. Bu sürdürmenin de bir rahmet vesilesi olan cihad/savaş ile olacağını anlatıyor bize İmam Mâtürîdî. Hakikaten müthiş bir tespit. İmam Mâtürîdî’yi bir daha tekrar tekrar okumamız ve gönülden sevmemiz vacip oldu. Ben çok seviyorum İmam Mâtürîdî’yi.

Hocam gerçekten oldukça orijinal bir tespit olmuş. Cihad kavramını hiç böyle düşünmemişizdir sanırım. Allah razı olsun İmâm Mâtürîdî’den ufkumuzu açtı. Gerçekten tekrar tekrar okumamız gereken ve sevmemiz gereken bir şahsiyet kendisi. Bu arada hocam yeri gelmişken özellikle gençlerimizin dünyasında doğru peygamber algısı nasıl oluşturmalıyız ve dahası Peygamber Efendimiz’i (sas) nasıl sevdirebiliriz? Size de malumdur son yıllarda sanki bir soğukluk, bir mesafe var gibi gençlerimizde dine ve değerlerimize karşı.

Önce bir sosyolojik tespit yapmamız lazım. Eskiden -Osmanlı dönemi diyelim bizim eskimizi-mahalle vardı. Mahallede mahallenin büyüğü vardı. Mahallenin cami imamı vardı ama asıl mühimi mahalledeki evlerin anası, babası, dedesi, nenesi vardı. Bu aileler şimdi apartman dairesine döndüğü için ne mahalle kaldı ne aile kaldı. Anne baba da dini iyi öğrenmeyen bir nesilden geliyorlar. Çocuklar bir kere bu bilgiyi küçükken yedirerek içine gönlüne yerleştirerek maalesef öğrenme imkânı bulmuyorlar.

Biz bunlara ne yapacağız diyorsunuz? Bizim yapacağımız tek şey var: Evrensel sual. Nereden geliyoruz, niye geliyoruz, ne yapacağız, nereye gideceğiz? Bu hatırlatılan konular içerisinde tartışılmayan tek konu var. Bu konudan gider olduk. Ölüm tartışılmayan bir konu. Tartışılıyor, ömrü uzatmak için çalışıyorlar. O kadar. Yani ölümü dondurma gibi bir şey de var. Bilmiyorum netice olacak mı? Sonuçta dondurdukları da açılınca ölecek. Onun için gençlere bu problemden hareket ederek Peygamberimiz’i (sas), dinimizi, Allah’ımızı anlatmaya gayret etmemiz lazım ve sevgiyi esas alan Ümmet-i Muhammed’in tebliğ vazifesini yerine getirmeliyiz.

Ümmetin tarifini yaptık az önce. İnananı, inanmayanı hepsini koyduk. Size şunu söyleyeyim: Çocuklarımız bizim servetimiz. Bu servetimizi bozuk para gibi harcama hakkımız yok. Ben şimdi düşünüyorum insanlarımız her hadisede iki zümreye ayrılıveriyor. Bunu bitirmemiz lazım. Bunu sona erdirmemiz lazım. Demin eski mahalleyi çizdiğimizde yeni unsurları da görelim ki onların da çocuklara menfi tesiri oluyor malum. Bunlardan başında akıllı telefon, dijital dünya ve sosyal medya geliyor. Yemek yerken bile bırakmıyor çocuklar ellerinden telefonlarını. Camiye gelen çocuklarda da görüyorum bu durumu. Bu ciddi bir bağımlılık durumu. Özellikle namaza gelen çocuklarımızı koruma adına camide ve cemaatte bir bilinç oluşturulması lazım. Belki yeni modern psikoloji çalışmalarında kitle psikolojisi, çözüm psikolojisi üzerine derinleşen çalışmalara da ihtiyacımız var.

Maalesef durum bu şekilde hocam. Özellikle gençlerle muhatap olan kitlenin hitaplarında ciddi bir toparlanmaya ihtiyaç var. Yine bu konuda da her zaman olduğu gibi Allah Resûlü’nün (sas) rehberliğinde bir sistem geliştirmemiz lazım geliyor sanırım. Yeri gelmişken bu nebevî rehberliği nasıl anlamayız/anlatmalıyız hocam?

Biz hiçbir zaman Resûlullah’ı (sas) insan olmaktan çıkarmadık. Hayatını, siyerini anlatırken onun doğumuyla başlarız, anasını babasını anlatırız, öksüz ve yetim olarak büyüdüğünü anlatırız. Dedesinin baktığı yaşları biliriz. Amcası Ebû Talib’in, hele hanımı Fatıma bint Esed’in -ki kızına, en sevdiği kızına onun adını vermiştir.- ona olan şefkatlerini anlatıyoruz. Biliyorsunuz Fatıma bint Esed kabrine giriyor ve “Ey kabir melekleri! Bu benim ikinci annemdir. Kendi çocuklarına bakmadan bana bakar, yüzümü yıkar, saçımı düzeltir. Buna kabir azabı göstermeyin.” diyor.

Onun için Peygamber Efendimiz’in (sas) hayata bakışı, insan sevgisi hiçbir zaman bizi onu insan olmaktan çıkaran bir noktaya getirmedi. Çocuklarını, çok evliliğini, hanımlarını anlatıyoruz. Bir kere çok mucize gösterdi diye insan ilahlaşmaz. Bizim bazı hocalarımız “İlah yapıyorlar Peygamberi” diyorlar. Mucize gösteren peygamberler hiç ilah olur mu? Allah onlara lütufta bulunuyor. Mucize gösteriyorlar. Onun için Peygamberimiz kardeşi Hz. İsâ’nın (as) başına gelenler gelmesin diye ashâbı Mekke’nin fethine kadar hicrete mecbur ederek geniş bir kitleye İslâm’ı öğretiyor. Yaşanır hale getiriyor. Hadisler hiç toplanmasaydı bile ameli hayatta İslamiyet yaşıyordu. Peygamberimiz hayata yazdırdı ve 10 veya 12 havari ile sınırlı tutmadı. Yüzbinler Müslüman oldu. Hicretin mecburiyetinin de Mekke fethine kadar niye devam ettiğini böylece çok iyi anlıyoruz. Hem de heyet olarak gelenler tekrar dönseler bile 15 gün Medine’de hem Kur’ân’ı hem peygamberi hem ashâbı hem de yaşanarak günlük dini ibadet ve muamelelerin nasıl olduğunu ciddi şekilde öğreniyorlar.

Onun için Resûlullah Efendimiz’in (sas) yüceltilmesi sevgimizden kaynaklanır. Yalnız edebiyat sahasında bazen hudud aşılmıştır. Ancak edebiyat doğası gereği her şeyde hududu aşar yalnız Peygamberimiz’de (sas) değil ki. Onun için ben derim ki böyle şeyler üzerinden siyer hocalarımızın takılması yerine onları edebiyatçılara havale etsinler, normal Siyer’e, Kur’ân âyetlerine ve hadislere bakarak pusulamızı tayin edelim.

Hocam son olarak bir soruyla sohbetimizi bitirelim inşallah. Uzun yıllar İslâm tarihi okuttunuz, siyer dersleri verdiniz, talebeler yetiştirdiniz, bu alanla hemhal oldunuz. Şu hâlde Hz. Peygamber’in (sas) sizin hayatınızda tesir ettiğini düşündüğünüz ve bize mesaj olarak verebileceğiniz bir hatıratından/hususiyetinden bahsedebilir misiniz?

Bu soruların en zoru oldu aslında. Peygamber Efendimiz’in (sas) hayatından etkilenmediğim tek bir anı yok gibi esasen. Sorunuza bir cevap olması adına şunu ifade edebilirim belki: Resûlullah Efendimiz (sas), 23 yıla yaklaşan peygamberlik hayatında aşağı yukarı 20 yıl uğraştığı kabilesi Kureyş’i yani Ehl-i Mekke’yi fethetmek normal bir kumandanın ciddi işler yapmasıyla sonuçlanır. Peygamberimiz (sas) fetih günü herkesi şaşırtan, muhabbet dolu bir şahsiyet olduğunu, insanlara rahmet olarak gönderildiğini ispat edercesine ve huzur-u ilâhîde tevazuunu bütün bu başarılarını Nasr sûresinde ifade edildiği gibi Allah’ın yardımıyla geldiğini unutmadan devesinin üzerinde mütevazi bir hâl üzre Kabe’ye geldi. “Hak geldi, bâtıl zail oldu” (İsra, 17/81) âyetini okudu. Sonra Ehl-i Mekke’yi toplayarak “Ey Ehl-i Mekke! Size şimdi ne yapacağımı düşünüyorsunuz?” dedi. Çok mahçup oldu onlar. Peygambere teslim olmak sıradan bir savaşla olan bir şey değil. Kaç yıllık uğraşının, mücadelinin, işkenceli günlerin, sürgünlerin, kayıpların ve savaşların anıları/acıları var ortada. Kureyş “Sen, kerim bir kardeşin kerim bir oğlusun.” deyip sustular. O da peygamberliğine âlemlere rahmet oluşuna yakışır şekilde Yusuf (as) da örnek göstererek “Bugün size soru, sual yok, gidin serbestsiniz.” dedi. Arkasından da yaşanan şey de dehşet. Böyle bir kumandanın gidecek evi yok. “Ya Resûlallah! Evine buyurmaz mısın?” dediler. “Akil bize ev mi bıraktı?” diyerek çadırda kalıyor. Bu, ahlakî seviyenin en yüksek noktası. Daha yükseği yok bunun. Onun için ben bu hâdiseyi duyduğum zaman Peygambere olan sevgim, muhabbetim, saygım artıyor.

Allah razı olsun hocam. Ağzınıza, yüreğinize sağlık. Çok güzel bir hasbihal, sohbet oldu. Peygamberimizi, nübüvvet meselesini, peygambere olan sevgi noktasında bize yeni ufuklar açtınız. Allah sizden razı olsun.

Allah sizden de razı olsun. Çok teşekkür ediyorum. Sürç ü lisan etmişsek Rabbi Teâlâ ve  Tekaddes hazretlerinden affımızı niyaz ediyoruz.

5 1 Yorum
Puan
Bildir
guest

0 Yorum
Satır İçi Geri Bildirimler
Tüm yorumları görüntüle
DOSYA
Şahitliğin Hakkını Veren Şehir: Gazze...
Recep Songül
Şehit ve Şahit İlişkisi
İbrahim Hanek
Şahitlik ve İhsân
Murat Kaya
Seyr u Sülûk Bir Şehâdet Arayışı mıdır?...
Hamit Demir
İlâhî Şahitlik
Yavuz Selim Göl
RÖPÖRTAJLAR
“Gazze” demek şahitler diyarı demektir....
Muhammed Emin Yıldırım
“Şahitlik; her zaman ve zeminde hakkı söyleme, hak...
Şinasi Gündüz
“Doğu Türkistan Çin’in bir parçası değildir."...
Hidayet Oğuzhan
“Eğer insanım diyorsanız, Doğu Türkistan bir insan...
Seyit Tümtürk
“Gazze’de yaşananlar, Batı’nın dünya kamuoyundan, ...
Derda Küçükalp
SİRET-İ İNSAN
Savaşın Çocukları
Bahriye Kaman
Toplumun Kurucu Hücresi Olan Ailede Örneklik Vasfı...
Bahriye Kaman
Lider, Önder, Rehber!
Bahriye Kaman
Göçebe Ruhu
Bahriye Kaman
Nitelikler ve Roller
Bahriye Kaman
SİNEMA
Doğu Türkistan, Filistin ve Diğerleri: Sinemada Ek...
Abdülhamit Güler
Hiçbir Şey Eskisi Gibi Olmayacak. Ama!...
Abdülhamit Güler
Bu Film, Böyle Devam Edemez!
Abdülhamit Güler
Göstermenin Mesuliyetinde Sinemanın Örnekliği...
Abdülhamit Güler
Perdedeki Kimin Afeti, Felaketi, Kıyameti!...
Abdülhamit Güler
GEZİ-YORUM
Doğunun Tüm Yolları Erzurum'dan Geçer...
Mikail Çolak
Mağrur Bir Tarih Ribatı Gibi Dimdik Ayaktadır Kâşg...
Mikail Çolak
Prizren’de Osmanlı Evladı Olmak
Mikail Çolak
Vakur ve Mahzun Bir Efsanedir: Kudüs...
Mikail Çolak
Habib-i Neccâr’ın Gözyaşları
Mikail Çolak
SAHABİ BİYOGRAFİSİ
Leyla “A” dır
Rumeysa Döğer
Son Dokunuş Sahibi: Kusem b. Abbas
Rumeysa Döğer
F Tipi Dünya
Rumeysa Döğer
Afrâ bint Ubeyd Yüzlü Kadınların Zamanından…...
Rumeysa Döğer
Bütün Şehit Annelerine: Sümeyra Bint Ubeyd Teselli...
Rumeysa Döğer
NEBEVİ VARİSLER
Ubey b. Kâ'b: Allah’ın Seçtiği Muallim...
Damla Mıdış
Ümmü Seleme
Hayrunnisa Duran
Allame Muhammed Salih Damollam
İkra Nur Demir
Mücâhid b. Cebr
Damla Mıdış
Takvâ Sahiplerinin Öncüsü Hasan Basrî...
Beyza Durna
Scroll Up
0
Düşüncelerinizi çok isterim, lütfen yorum yapın.x