Menü
Ferhat Kardaş
Ferhat Kardaş
Psiko-Sosyal Açıdan Güvenin Yitimi
Ocak 28, 2025
Yazarın Tüm Yazıları

İnsanın yaşam serüveni psikoloji bilimi açısından güvenle başlar. Erik Erikson’ın yaygın olarak bilinen Psiko-Sosyal Gelişim Kuramı insan yaşamını sekiz temel evre olarak ele alır. Her bir gelişim aşaması bir önceki dönemin üstüne kurulur ve sağlıklı bir gelişim demek her evrede karşılaşılan çeşitli sorunları, krizleri, meydan okumaları sağlıklı yollarla atlatabilmek anlamına gelir. Bir insan bu aşamaların hepsini sağlıklı bir şekilde geçirirse, yaşlılık dönemindeki son aşamada benlik bütünlüğüne ulaşır. İşte, bu aşamaların ilki “Temel güvene karşı güvensizlik” evresidir. Yaşamın yaklaşık olarak ilk bir buçuk yılına denk gelen bu dönem, bebeğin güveni öğrenmeye başladığı evredir. Bu dönemde bebek anneden tutarlı bir ilgi, sağlıklı bir bakım görürse güvenli bağlanmayı öğrenir ve güven duygusu gelişir. Böylece kendimize, insanlara ve yaşama karşı temel olumlu duygularımız oluşmaya başlar. Bebek ihtiyaçlarının karşılanmadığını, reddedildiğini, ihmal edildiğini gördüğünde ve anne tarafından gerekli desteği hissetmediğinde ise güvensizlik duygusu oluşur. Bu durumda da yaşama ve insanlara ilişkin ilk olumsuz duygularımız gelişir. Bu yaklaşıma göre bireyin kendine ve başkalarına karşı duyduğu güven duygusu yaşamın ilk yıllarındaki bu deneyimlere bağlı olarak şekillenir ve bu deneyimler ilerleyen gelişim aşamalarını da önemli ölçüde etkiler. Bu kuram güvenin oluşumuna ve önemine dair onlarca farklı bakış açısından birisi sadece. Ancak birçok kuramda güvenin oluşumunda yaşamın ilk yıllarındaki deneyimlerin önemi istikrarlı bir şekilde vurgulanır. Buradan başlayan hikâye sağlıklı bir çocukluk, sağlıklı bir ergenlik, sağlıklı bir yetişkinlik ve sağlıklı bir yaşlanma için temel oluşturur.

Toplumların da insanlar gibi kimlikleri, kişilikleri, gelişim seyirleri vardır. Toplumlar da insanlar gibi doğar, gelişir, büyür, hastalanır, yaşlanır, varoluşsal krizler yaşar ve toplumlar da insanlar gibi zamanı geldiğinde ölür. Toplumların gelişim hikâyesi de insanın psikolojik gelişim hikâyesi gibi güvenle başlar. Temelinde güven olmayan bir toplum da diğer gelişim aşamalarını sağlıklı şekilde geçiremez, farklı alanlarda karşılaşılan krizleri sağlıklı şekilde atlatamaz. Ya oraya saplanır kalır ya da güvenin eksik kaldığı yerden uzun yıllar ağır hasarlar almaya devam eder. Güvenin inşa edilmediği bir toplum kimlik krizleri, psiko-sosyal sorunlar, sonu gelmeyen çatışmalar, travmatik deneyimler, bağlanma ve güvenme sorunları yaşar. O toplumun bünyesinden huzur ve güven çekilir; yerini kaygı, korku, güvensizlik gibi sorunlar alır. Kimse kendini güvende hissedemez.

Bugün sulh, selamet, esenlik yurdu olması gereken Müslüman coğrafyalar kanın, gözyaşının, savaşların, mezhep çatışmalarının, soykırımların sıradanlaştığı yerler haline geldi. Emin beldeler olması gereken şehirler, selamet ve güvenin yerini korku, şüphe ve güvensizliğe terk ettiği yerler oldu. Hz. Peygamber bir defasında “Bir zaman gelecek, bir kadın Hire’den yola çıkıp Allah’tan başka kimseden korkmadan devesine binip Mekke’ye gelecek ve Kâbe’yi tavaf edecek” demişti. Bu müjde, İslâm’ın her şeyden önce bir güven toplumu inşa etme misyonunun ve idealinin bir yansımasıydı. Yıllar sonra bu beyan gerçekleşiyor. Ancak bugün bir kadının Tire’nin bulunduğu Irak’tan kalkıp tek başına güven içinde Mekke’ye gidip gidemeyeceği üzerine düşündüğümüzde, geldiğimiz durumun ve yitirdiğimiz güven hissinin doğru bir muhasebesini yapmış oluruz. Güven konusu sadece bu alanla sınırlı değil elbette. Yaşadığımız şey toplumsal yaşamın her alanına sirayet eden kolektif bir güven yitimi ve giderek derinleşen topyekûn bir güvenirlik kaybıdır. Bunun da temeline indiğimizde bir yabancılaşma sorunuyla karşılaşıyoruz. İnandığımız değerlere yabancılaştıkça, güvensizliğimiz derinleşiyor. İnandığımız gibi samimiyetle yaşamayınca, yaşadığımız şeyi din zannetmeye başlıyoruz. Bu çarpık din anlayışı da ciddi meydana okumalara cevap veremiyor ve biriken sorunlara çözüm üretemiyor.

İslâm’ın olduğu yerde kayıtsızlık olamaz. Can yakıcı toplumsal sorunlara kayıtsızlık hiç olamaz. Çünkü İslâm karanlık bir cahiliye toplumunun bağrından doğdu. İslâm’ın hikâyesi putları, putlaştırılan her şeyi ve putlaştıranları reddetmekle başladı. İslâm bir itirazdı. Haksızlığa, zulme, adâletsizliğe, yoksulluğa, toplumsal çürümeye, cahiliye asabiyetine ve ırkçılığa esaslı bir itirazdı. İmtiyaza, adam kayırmaya, insanlığın servetinin zalimlerin elinde toplanmasına güçlü ve açıktan bir itirazdı. Bu yüzden İslâm mazlumun sığınağı, zalimin korkulu rüyasıydı. Mağdurun, mazlumun, zayıfın, yoksulun, zulme ve haksızlığa uğrayanın hakkını zalimden almayan bir toplumun asla ıslah olmayacağını açık bir dille ilan etmişti.

İslâm’ın gelişinden yaklaşık yirmi yıl önce Yemenli bir tüccar mallarını satmak için Mekke’ye gelir. Ticaretinde bir anlaşmazlık yaşar ve parasını alamaz. Bunun üzerinde şehrin ileri gelenlerine başvurur ve mağduriyetini gidermelerini ister ancak çaldığı bütün kapılar yüzüne kapanır. Kimse karışmak ve diğer kabilelerle bu yüzden bir sorun yaşamak istemez. Bunun üzerine Yemenli tüccar Ebû Kubeys dağına çıkar ve yüksek sesle bir şiir okuyarak yaşadığı haksızlığı dile getirir. Bu çağrıya kayıtsız kalmayan bazı insanlar bir araya gelirler ve “Erdemliler Topluluğu ya da Fazilet Yemini” anlamına gelen “Hilfü’l-Fudûl” cemiyetini kurarlar. Cemiyetin temel ilkesini “birisi haksızlığa ya da zulme uğradığında, kim olursa olsun, hakkı teslim edilinceye kadar tek yürek gibi sonuna kadar mücadele etmek” olarak ilan eder. O sıralarda yirmili yaşlarda olan Hz. Peygamber (sas) de bu cemiyetin kurucuları arasındadır ve İslâm’ın her tarafa yayıldığı sonraki yıllarda bile o cemiyetin içinde yer almış olmaktan duyduğu sevinci ifade eder ve tekrar çağrıldığında tereddüt etmeden gideceğini belirtir.

İslâm’ın hikâyesi de güvenle başladı. İslâm’ın gönüllerde kök salmasının hikâyesi en temelinde “el-emin” olarak anılan Hz. Peygamber’in güven verici şahsiyeti ile başladı. Ona her türlü saldırıyı yaptılar, her türlü iftirayı attılar, delilik isnadında bulundular, her türlü zulmü ve işkenceyi reva gördüler ancak en azılı düşmanları ile güvenirliğinden hiçbir zaman şüphe etmedi. Kendisiyle savaştıkları dönemlerde bile “O doğru sözlüdür, güvenilirdir ve emanete asla ihanet etmez” dediler. Cahiliye devrinin katı kalplerini İslâm’a ısındıran en güçlü nedenlerden birisi bu güven duygusuydu. Çünkü İslâm’a ilk koşanların bir kısmı “bu insan yalan söylemez, bu insan haksızlık yapmaz, bu insan bizi yarı yolda bırakmaz, bu insan bizi aldatmaz, bu insan bize hakikat olmayan bir şeyi söylemez, bu insan emanete ihanet etmez, bu insan sözünden dönmez” diye düşünerek ve hissederek koştular. Böylece İslâm’ın gelişim hikâyesi de temel güven duygusuyla başladı ve sağlam bir zemin üzerine inşâ edildi.

Bugün Müslümanların yaşadığı birçok krizin temelinde bu temel güvenin yitimi var. Bugünün Müslümanları olarak, her birimiz elinden ve dilinden gerçekten emin olunan insanlar olsaydık hikâyemiz çok farklı olacaktı. Ticaretimizde yeterince dürüst olsaydık, işimizi hakkını vererek yapsaydık, işçinin hakkını alın teri kurumadan verseydik, verdiğimiz sözleri ne pahasına olursa olsun yerine getirseydik hikâyemiz çok daha farklı olacaktı. Emaneti ehline teslim etseydik ve emanete güvenle sahip çıksaydık hikâyemiz çok farklı olacaktı. Haksızlık kimden gelirse gelsin ve kimse yapılırsa yapılsın, güçlü bir itiraz ortaya koysaydık, zayıfın hakkını güçlüden almak için yeterince mücadele etseydik ve her koşulda adâletle şahitlik edenler olsaydık hikâyemiz bugünden çok daha farklı olacaktı. Bugün farklı iklimlerden, farklı kültürlerden, farklı inançlardan, farklı yaşam tarzlarından ve farklı coğrafyalardan insanların kalpleri İslâm’a kolayca ısınmıyorsa, bunun nedenlerinden birisi de yaşanan bu kolektif güven yitimidir. Yeterince sağlam ve yaygın bir güvenirlik hissi İslamofobi gibi sorunlara bile bir ölçüde telafi olabilirdi. Bir yalan haber, bir iftira, bir algı çalışması yapıldığı zaman insanlar hemen inanmak yerine, “bu insan bunu yapmaz” diye düşünebilirlerdi. Kaybedilen bu güvenirlik, yalanlar ve iftiralar için de elverişli bir iklim oluşturdu.

Bugün çocuklarımızla ve gençlerimizle şiddetli bir imtihan içindeyiz. Onları çağın yağmur gibi yağan kötülüklerinden korumanın arayışı içindeyiz. Sanal dünyanın dehlizlerinde kayboluyor gençlerimiz. Türlü türlü bağımlılıkların ve zararlı alışkanların etki alanındalar. Yaygın olarak inanç ve maneviyatla ilgili krizler ve meydan okumalarıyla karşı karşıyalar. Bütün bunlara dair önemli ölçüde dertleniyor, anlamaya çalışıyor ve çözümler geliştirmeye çalışıyoruz. Ancak burada da “güven ve güvenirlik” perspektifini çoğu zaman ihmal ediyoruz. Deizm ve Batı değerleri üzerine, teknolojinin zararlı etkiler üzerine uzun uzun analizler yapıyor ve buradan hareketle çözümler üretiyoruz. Oysa insan sevdiğini öğrenir ve güvendiğiyle yola çıkar. Sevdiremediğimiz, nefret ettirdiğimiz, güven duyulmayan bir dinî, bugün 18 yaşındaki bir genç neden öğrenmeye, araştırmaya veya yaşamaya samimi bir merak duysun? Ya da zorla veya aileden ezberle aktarılmış taklidi bir tarzla nereye kadar dinle ilişkisini sürdürebilir?

Bugün aynı evde yaşadığımız gençlere adâlete veya liyakate dair açık sözlülükle neyi söyleyebiliyoruz? Bugünün gençleri için en büyük psikolojik sorunlardan birisi gelecek kaygısıdır. Onlara liyakat konusunda ne vadediyoruz? Bir gence bu toplumsal koşullar içinde sadece ve sadece alın teriyle istediği hedefe ulaşacağını gönül rahatlığıyla ifade edebiliyor muyuz? Hiçbir torpile, iltimasa, adam kayırmaya takılmadan hak ettiği konuma, koltuğa, unvana, göreve geleceğini inanarak ve gözlerinin içine bakarak belirtebiliyor muyuz? Bugünün gençlerine güvenirlik açısından nasıl bir örneklik teşkil ediyoruz? Emaneti ehline teslim etmek, doğru sözlü olmak, işçinin hakkını korumak, mağdura ve zayıfa sahip çıkmak, haklıdan yana bir adalet sistemi inşa etmek… Gençlerimiz bugün bu iklimde bu meselelere nasıl bakıyorlar? Bir nesil “kuşların göz bebeğine hak yol İslâm yazacağız” sloganıyla büyüdü. Onların bir kısmı bugün yönetici, patron, siyasetçi, zengin oldular. Ülkeye dair söz hakkına sahip oldular. Bazıları eski günlerin hayaliyle ve idealiyle yaşamaya devam ediyor. Bir kısmı da büyük iddialarından vuruldu. Belki de her yere “Hak yol İslâm” yazmadan önce onu kalbimize yazmalıydık. Önce biz yaşamalıydık. Önce biz en iyi şekilde temsil etmeliydik.

Buradan çıkış yolumuz nedir? Bu “kertenkele çukurundan” nasıl çıkacağız? Bünyemizi sarmış olan bu kolektif “vehn” hastalığından kurtulmanın çaresi nedir? Sarsılan güveni neyle ve nasıl tamir edeceğiz? Yine uzun zamandır yaptığımız gibi bazı sloganları tekrar edip duracak mıyız yoksa esaslı bir yüzleşme ile yeni bir yol mu bulacağız?

Görünen çözüm yolu hikâyenin en başına dönmektir: Her birimizin önce güvenilir insanlar olmasına.

Güvenin yeniden inşası ve öze yeniden dönüş sahici ve samimi bir yüzleşmeyi zorunlu kılmaktadır. Bu konuda eskiyen söylemler, eskiyen ezberler, eskiyen sloganlar ve eskiyen hal muhaldir artık. Hz. Hüseyin’in katledildiği zamanlarda, bir Iraklı sivrisinek gibi canlıları öldürmenin caiz olup olmadığını sorunca, Abdullah b. Ömer: “Peygamber’in (sas) torunu Hüseyin’in kanını akıtanlar, bana sivrisinek kanını mı soruyorlar?” diye çıkışır. Bugün İslâm beldeleri kan ağlarken, yoksulluktan kırılırken, adaletsizlikten ayakta duramazken, Müslümanların “sinen kanını” tartışma lüksleri yok. Bu sadece kendimizi aldatma girişimleridir.

Buradan temel çıkış yollarından birisi sorgulayıcı düşünce için uygun bir iklim oluşturmak ve kapsamlı bir öz-eleştiri yapmaktır. Bilge lider Aliya “Ben olsam, Müslüman Doğu’daki tüm mekteplere “eleştirel düşünme” dersleri koyardım. Batı’nın aksine Doğu bu acımasız mektepten geçmemiştir ve birçok zaafın kaynağı budur.” demişti çok uzun yıllar önce. Bugün hala aynı noktadayız. Cemil Meriç de yıllar önce aynı soruna işaret etmişti; “Her aydınlığı yangın sanıp söndürmeye koşan zavallı insanlarım: Karanlığa o kadar alışmışsınız ki yıldızlar bile rahatsız ediyor sizi! Düşüncenin kuduz köpek gibi kovalandığı bu ülkede, düşünce adamı nasıl çıkar?” Bu sözlerin hemen devamında da “coğrafi kaderle savaşma” ifadesini kullanır. Yaşadığımız bu coğrafya bu haliyle kaderimiz olmamalı.

Güvenin yeniden inşası için diğer önemli bir çıkış noktası da söylemden eyleme dönmektir. Dine dair büyük sözler eden, vaazlar veren, dinî hizmetlerde bulunan bir Müslüman kendi evinde aynı dinî samimiyetle yaşamadıktan, ailesine karşı sorumluluklarını yerine getirmedikten, dilini doğruya ve ahlâkını güzele alıştırmadıktan sonra çocukları üzerinde nasıl bir tesir meydana getirebilir? Sözü tükettik. Bilgiye ulaşmak da artık daha önce hiç olmadığı kadar kolay… İnsan psikolojisi söyleme değil, eyleme, beden diline, hal diline odaklıdır. Bu yüzden salt söylemlerin artık insanlar üzerinde önemli bir etkisi kalmadı. Sadece eylemin, lisân-ı hâlin eşlik ettiği samimi bir söylem kalplerde bir tesir meydana getirebilir. Boğazdan aşağıya, dilden kalbe, söylemden davranışa inmeyen bir din dili sadece daha fazla mesafe ve daha fazla nefret uyandırır.

Eylem-söylem tutarsızlığı ile malul bir dinî yaşantı maraz oluşturuyor. Güzel ahlâkın eşlik etmediği her dinî söylem dinin altını oyuyor. Ötekileştirici, ayrıştırıcı, dışlayıcı, merhametsiz bir din dili dinden uzaklaştırıyor. Irkçılıktan sıyrılamamış bir dindarlık dine ve dindara mesafe koyduruyor. Dinin konularına seçmece yaklaşan bir din anlayışı güvensizlik oluşturuyor. Ticarete, toplu ulaşıma, sosyal medyaya, kamu kurumuna, siyasete, yöneticiliğe pozitif yönde etki etmeyen güzel ahlâk zavallı dinin maskaraya çeviriyor. Bu yüzden artık daha fazla doğru sözlülük, dürüstlük, güvenirlik üzerine konuşmadan, doğru sözlü, dürüst ve güvenilir insanlar haline gelmemiz gerekiyor. Çünkü kadim bir ilkedir: Nefsini ıslah edemeyen, başkasını ıslah edemez.

İslâm bir sevinç olmalı ve içimizi kaplamalı. Göğsümüzü gere gere onun hakikatlerini haykırabilmeliyiz. Kadına şiddeti en çok biz reddetmeliyiz. İşçinin hakkını en çok biz savunmalıyız. Taciz, tecavüz, istismara olaylarına en sert tepki bizden gelmeli. Adâletsizliğe ilk önce biz karşı durmalıyız. Liyakati ve emaneti ehline teslim etmeyi en çok biz istemeliyiz. Helal kazancı en çok biz savunmalıyız. Kazancına haram bulaştırmamaya en çok biz duyarlı olmalıyız. Torpile, rüşvete, adam kayırmaya en sert karşı duruş bizden gelmeli. Derinleşen bir yoksulluk bizim gündemimiz olmalı. Çünkü bunlar bizim varlık ve imtihan sebeplerimiz. İslâm’ı bazı ritüellerden ibaret zannetmek, onun varlık sebebini ve iddiasını hiç ama hiç anlayamamaktır. Güzel ahlâktan ve toplumsal yaşayıştan kopuk bir din anlayışı dinden nasipsizliktir.

 

 

 

 

 

4.6 9 Yorumlar
Puan
Bildir
guest


0 Yorum
Satır İçi Geri Bildirimler
Tüm yorumları görüntüle
DOSYA
Psiko-Sosyal Açıdan Güvenin Yitimi...
Ferhat Kardaş
Meçhulden Maluma Bir Sefer: “Öz”ün Muhasebesi...
Muhammed Ali Alioğlu
Teknolojinin Bilinen ve Bilinmeyen Karanlık Yüzü...
Sadi Özgül
Müslüman Toplumlarda Eleştiri ve Öz Eleştiri İhtiy...
Mahmut Hakkı Akın
İktidar Müslümanlığı Gölge Yanıyla Yüzleşmeden…...
Nihal Bengisu Karaca
RÖPÖRTAJLAR
“Reform edilmesi gereken bir şey varsa o da modern...
Recep Şentürk
Öz eleştiri, varlığımızı geleceğe taşıma konusunda...
Temel Hazıroğlu
“Gazze” demek şahitler diyarı demektir....
Muhammed Emin Yıldırım
“Şahitlik; her zaman ve zeminde hakkı söyleme, hak...
Şinasi Gündüz
“Doğu Türkistan Çin’in bir parçası değildir."...
Hidayet Oğuzhan
SİRET-İ İNSAN
Savaşın Çocukları
Bahriye Kaman
Toplumun Kurucu Hücresi Olan Ailede Örneklik Vasfı...
Bahriye Kaman
Lider, Önder, Rehber!
Bahriye Kaman
Göçebe Ruhu
Bahriye Kaman
Nitelikler ve Roller
Bahriye Kaman
SİNEMA
Sinema Sanat Olmasaydı, Çoktan Bitmişti......
Abdülhamit Güler
Doğu Türkistan, Filistin ve Diğerleri: Sinemada Ek...
Abdülhamit Güler
Hiçbir Şey Eskisi Gibi Olmayacak. Ama!...
Abdülhamit Güler
Bu Film, Böyle Devam Edemez!
Abdülhamit Güler
Göstermenin Mesuliyetinde Sinemanın Örnekliği...
Abdülhamit Güler
GEZİ-YORUM
Doğunun Tüm Yolları Erzurum'dan Geçer...
Mikail Çolak
Mağrur Bir Tarih Ribatı Gibi Dimdik Ayaktadır Kâşg...
Mikail Çolak
Prizren’de Osmanlı Evladı Olmak
Mikail Çolak
Vakur ve Mahzun Bir Efsanedir: Kudüs...
Mikail Çolak
Habib-i Neccâr’ın Gözyaşları
Mikail Çolak
SAHABİ BİYOGRAFİSİ
Ya Hanzala Münafık Olmuş Olsaydı?...
Rumeysa Döğer
Leyla “A” dır
Rumeysa Döğer
Son Dokunuş Sahibi: Kusem b. Abbas
Rumeysa Döğer
F Tipi Dünya
Rumeysa Döğer
Afrâ bint Ubeyd Yüzlü Kadınların Zamanından…...
Rumeysa Döğer
NEBEVİ VARİSLER
Ubey b. Kâ'b: Allah’ın Seçtiği Muallim...
Damla Mıdış
Ümmü Seleme
Hayrunnisa Duran
Allame Muhammed Salih Damollam
İkra Nur Demir
Mücâhid b. Cebr
Damla Mıdış
Takvâ Sahiplerinin Öncüsü Hasan Basrî...
Beyza Durna
Scroll Up
0
Düşüncelerinizi çok isterim, lütfen yorum yapın.x