Şehadet; şahit olan, tanıklık eden, kesin bir haberi veren, hazır olan anlamlarını içeren Kur’ân’ın temel kavramlarından bir kavramdır…
Türevleri ile birlikte Kur’ân’da 160 yerde geçmektedir…
Esmâ-i Hüsnâ’ya baktığımız vakit Allah’ın güzel isimlerinden birinin de ‘şehid’ olduğunu görürüz…
Kendisinden hiçbir şey saklanmayan, her şeye şahid ve hiçbir şeyi unutmayan Allah (cc)…
Evet şahitliğin en büyüğü Allah’a ait olandır…
“Her şeye şahit olan senin Rabb’in (insana) yetmedi mi?” (Fussilet, 41/53)
İnsana şah damarından daha yakın olan Allah’ın şahitliği başka şahitliklere benzemez. Bu bakımdan, bizi kim nasıl anlarsa anlasın, nereden bakarsan baksın, ne derse desin, şahit olarak şüphesiz Allah bize yeter…
İnsanoğlu gerçekten Allah’ın her şeye şahid olduğuna yakînen iman ederse, hakikatten kaçmaya asla teşebbüs edemez…
Gerçekten Allah’tan kaçış yok… Dönüş O’nadır.
Şahidimiz O… Vekilimiz O… Kefilimiz O… Velimiz O… O bize yetmez mi?
Allah şahid ya bu bize yeter… Allah’ın tanıklığı bizim için en güzel teselli…
Allah (cc) kendi varlığına bizzat kendisi şehadet ediyor…
“Bizzat Allah, kendisinden başka bir ilah olmadığına şahittir; bütün melekler ve adâlet ölçüsünü gözeten ilim adamları da bu gerçeğe şahitlik ederler.” (Âl-i İmrân, 3/63)
Sürekli Allah’ın tanıklığı altındayız… Daimî bir denetime tabiiyiz… İlahi disiplin böyle işliyor.
Şimdi vahyin bütüncül bakışı ile şahitlik konusunu masaya yatırabiliriz…
İnsanoğlu henüz şuhud (şehadet) âleminde yokken bile şahitliği vardı…
İşte şahitliğimizin ilk aşaması ruhlar âleminde gerçekleşmiş oluyor…
Âdemoğlunun bu şahitliğine Kur’ân tanıklık ediyor:
“Çünkü Rabb’in, Ademoğullarının bellerinden, zürriyetlerini alıp bunları kendileri hakkındaki şu sözleşmeye şahit tutmuştu:
Ben sizin Rabb’iniz değil miyim?
Elbette öyle! Şahitlik ederiz, dediler. Böyle yaptık ki kıyamet gününde; “Bizim bundan haberimiz yoktu.” demeyesiniz. (A’râf, 7/172)
Allah’ın insanların benliklerini kendi gerçeğine şahid tuttuğunu Kur’ân bize haber veriyor… Bu, “elest bezmi” diye bilinen misaktır/sözleşmedir… Ahdü misakımız bu şekilde ruhumuza kodlanmış… Genetiğimize işlenmiş…
Bütün insanlar fıtratlarıyla Allah’a ve O’nunla ilgili hakikate “şehadet” etmişlerdir…
Bu şahitlik sebebiyle insan mahşerde benim bundan haberim yoktu diyemeyecektir…
İşte peygamberlerin gönderiliş, vahyin iniş amacı “elest bezmi”ndeki şehadeti insanlara bildirmek içindir… Misakı hatırlamak ve fıtratı harekete geçirmeye yöneliktir. Çünkü insan “fıtrat”sız ve “misak”sız kalınca ondaki fücur potansiyeli harekete geçer, yeryüzünün azgın bir bozguncusu olarak kendini gösterir…
İnsan dünyaya geldikten sonra nisyan ile malul olduğu veya dünya hayatının çekim gücüne kapılıp bu şehadeti unutabilir… Bu riske binaen Rabb’imiz peygamberler üzerinden misak bozulmasın, şehadet zaman aşımına uğramasın diye uyarıcılar gönderiyor…
Peygamberlerin ortak çağrısı bu şehadeti gündemleştirmek içindi…
“Şüphesiz biz seni, şahit, müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik.” (Fetih, 48/8)
Hakkın mutlak şahidi Hz. Muhammed (sas)… O bir şahid yani muhteşem bir örnek, eşsiz bir model, güzel bir rehber olarak gönderildi…
Evet, nübüvvet bir şahitlik müessesesidir… Her peygamberin şahit olma özelliği vardır…
İşte peygamberler ile gelen bu şahitlik mesajı ve misyonu bozulmamış fıtratlarda makes bulur ve ‘âlem-i ervah’daki misak, alem-i şehadette kabul görür…
Hidayet yolunda ilk adım kelime-i şehadet ile gerçekleşmiş olur:
“Ben şehadet ederim ki Allah’tan başka ilah yoktur ve yine şehadet ederim ki Muhammed Allah’ın kulu ve Resûlü’dür.”
Böylece, Yaratan ile yaratılanın buluştuğu ortak eylem gerçekleşmiş olur… Artık kelime-i şehadet İslâm’ın parçası olarak netlik kazanır…
Bu aşamadan sonra yani şehadet getiren her müminin hayatını imanına şahit kılma görevi başlar… Topyekûn beşeriyete yönelik bir şahitlikle mükellef kılındık:
“İşte böylece sizin insanlığa şahitler olmanız, Resûl’ün de size şahit olması için sizi vasat bir ümmet kıldık…” (Bakara, 2/143)
Evreni, yaşamı, insanlığı dengeleyecek merkez ve model bir ümmet… Denge ümmeti… Önder ve örnek toplum… Hakkın ikamesi ve adâletin ihyası için öncü nesil…
Peygamber size, sizde insanlığa örnek…
Rahmanın rabbani kullarının en belirgin özelliği şahitlikleridir… Hakikat onlar üzerinden yankı bulur… Şüpheler, zanlar, çarpık algı ve anlayışlar onların duruşu ile bertaraf olur…
Cenâb-ı Hakkın bu konudaki vurgusunu tekrardan hatırlamaya çalışalım:
“Ey iman edenler! Allah için hakkı ayakta tutan, adâletle şahitlik eden kimseler olun…” (Maide, 5/8)
Varoluşumuzun anlam ve amacı; hakkın hakimiyeti için adâlet örneği şahitler olmak… Sosyal yaşamın güvencesi olarak belirmek… Zulmün karanlığına, adâletin güneşi olarak doğmak…
İşte şahitlikle gelen yükümlülük… İslâm’la ilgili oluşan korku, kaygı, kuşku ve kafa karışıklıklarını giderecek güzel ve güven veren bir örneklik sunmak… Cazibe merkezi haline gelmek… İşte vahyin kastettiği şahitlik budur… İslâm’ı temsiliyet ve tebliğin temel esası burada saklıdır… Ve sürekli kavli ve fiili duamız:
“Rabb’imiz! İndirdiğine iman ettik, peygambere tabi olduk; artık bizi şahitlerle beraber yaz.” (Âl-i İmrân, 3/53)
Şehadetin özü; yakîni ilim, adâlet, takva ve hayatı ile hakka şahitliği ispatlayabilmektir… Doğru olduğuna inandığı davası için kişinin hayatını feda etmesi, imanındaki ihlasın göstergesidir…
Bu boyutlarda bir şahitliğin cinsiyetle, milliyetle, meslekle, meşreple, mezheple, yaş grubu ile ilgisi yoktur… İman giren her kalbin kabul etmek zorunda olduğu bir görevdir…
Şahitlik eylem ahlakının hasılasıdır… Rabbani bir sözleşmenin semeresidir… O’na adanmanın meyvesidir…
Şahit sadece söz söyleyen değil, sözünün eri olmayı şiar edinmiş yiğitlerin eylem ve erdemidir…
Hayatı iman ve cihad olarak tanımlayan ama sadece tanımlayan değil bu düstur ile tamamlayan ve sürekli hareket halinde olan sadık ve salihlerdir…
Tabii ki bu bir tercih meselesidir… Kuşkusuz hayatı sahip olma güdüsü ile yaşayanların, şahit olma şuuru ile hareket edenleri anlamaları kolay değil… Bugün insanımızın en zorlu sınavı, dünyevileşme marazının sonucu sahip olma arzusunun önlenemez yükselişi, şahid olma bilincinin körelmeye yüz tutmasıdır…
Bu yönü ile bazen şahit olmak, şehid olmaktan daha zor olabilir… Ya da şahit olmak, şehid olmaktan daha fazla önem kazanabilir…
Şehit bireysel kurtuluşa ermiş kişidir… Şahit toplumsal kurtuluş mücadelesini kesintisiz sürdüren insandır…
Kaht-ı Rical/Adam kıtlığı yaşadığımız şu çağda şahit ve şehit açığımızı nasıl kapatacağız?
Şahitsiz bir beşeriyet ve şehitsiz bir ümmetin hayatiyet ve insaniyetini sürdürebilmesi oldukça zordur…
Konu şahitlikten açılmışken bir de bu şahitliğin ahiret aşamasını ve sonuçlarını bilmek durumundayız…
Bütün insanlar kendi şahitlikleri ve şahitleri ile birlikte mahşerde hesaba götürülürler…
Mahkeme-i Kübra varsa mutlaka şahitler de vardır… Ahiretin varlığının olmazsa olmaz tarafı şahitliktir…
Hâkimi Allah… Sanıkları kullar… Tanıkları hem Allah hem melekler hem de evren…
“Nihayet oraya vardıklarında; kulakları, gözleri ve derileri yaptıkları hakkında onların aleyhine şahitlik edecektir.
Derilerine “Niçin aleyhimize şahitlik ettiniz?” derler. Onlar da:
“Her şeyi konuşturan Allah, bizi de konuşturdu, derler. İlk defa sizi O yaratmıştır. Yine O’na döndürülüyorsunuz. Siz (günah işlerken) kulaklarınızın, gözlerinizin ve derilerinizin aleyhinize şahitlik etmesinden sakınmıyordunuz, yaptıklarınızın çoğunu Allah’ın bilmeyeceğini sanıyordunuz.” (Fussilet, 41/20-22)
İşte hiçbir faninin kaçınamayacağı tanıklık… Diller susacak, deliller ve tanıklar konuşacak… Parmak uçları bile dile gelecek…
Tüm bu şahitlikler dünyadaki şahitliklerin şehadetnamesi (şahitlik diploması) değil midir?
Hülasa şahitlik son nefesinde kelime-i şehadet getirmek değil, ilk nefesinle son nefesin arasında hayatını imanına şahit kılmaktır… Yürüyen kelime-i şehadet olmaktır…
Ne mutlu hayatını imanına şahit kılanlara!
Yaşamını bir asker edasıyla sürekli Allah’a karşı esas duruşta tutup huzura erenlere…
Hayatını imanına şahit kılanların Efendisi Hz. Muhammed (sas) veda hutbesinde yüz binlik kitleye şu soruyu yöneltiyordu:
“Ey insanlar! Yarın beni sizden soracaklar. O zaman ne diyeceksiniz?” deyince ashâbı;
“Allah’ın risaletini tebliğ ettin, görevini yaptın, bize nasihatte bulundun diye şahitlik ederiz.” dediler. Bunun üzerine Resûlullah şehadet parmağını semaya doğru kaldırdı, sonra da insanlara doğru çevirip indirerek;
“Şahit ol ya Rab! Şahit ol ya Rab! Şahit ol ya Rab!” dedi.
Şimdi şahitliğin zirvesi diyebileceğimiz Allah yolunda şehit olmayı masaya yatırabiliriz.
Şehit kimdir?
Varlığını iman ettiği ulvi değerler için feda edendir… Kendini yüce ideale adayan kişidir…
Şehadet; davanın varlığı için kendi varlığını ortaya koymaktır… İslam’ı hayata geçirmek için hayatını gözden çıkarmaktır… Zaten uğrunda fedakârlık yapılamayan davanın kalıcı ve kavi olması beklenemez…
Şehadet; aşkın olma halidir… Aşkın akla fark atmasıdır… Sonsuz esenliği fark etmesidir…
Şehadet; Allah’a odaklanmak, hakikate kilitlenmek, öteler ötesine kanatlanmaktır… Bu bilinci kuşanan, hayatı ait olana iade edip itibar elde etme derdindedir…
Şehid tüm kelimeleri ilay-ı kelimetullah’a tahsis etmiştir… Tevhidin “La” haykırışına kanı ile tanıklık edip, bu gerçeği kanıtlamıştır… Silik, sinik, sönük ve donuk bir yaşama dik, diri, duru ve dinamik bir cevabı o kutlu şehitler vermiştir…
Allah (cc) onları en güzel şekilde tanımlıyor:
“Allah yolunda öldürülenleri sakın ölüler sanma. Bilakis onlar diridirler, Rableri katında Allah’ın, lütfundan kendilerine verdiği nimetlerin sevincini yaşayarak rızıklandırılmaktadırlar.” (Âl-i İmrân, 3/169)
Anlıyoruz ki bizim havsalamız kavramakta aciz kalsa da onlar hayattadırlar… Hem de benden, senden daha çok hayattadırlar…
Şehidlerin yaşamını tümü ile idrak edemeyiz, künhüne vakıf olamayız… Ancak kabul etmek zorundayız, onlar gerçekten ölü değil, diridirler… Hele hele yaşayan ölülerden çok daha fazla canlıdırlar…
Allah’ın övgüsüne mazhar olan bu ölümsüzlüğü en çok özleyen de alemlerin övünç kaynağı Hz. Muhammed’dir:
“Muhammed’in canını elinde tutan Allah’a yemin ederim ki Allah yolunda cihat edip öldürülmeyi, sonra tekrar cihat edip öldürülmeyi, sonra tekrar cihat edip öldürülmeyi çok arzu ederdim.”
İşte Nebî’nin (sas) dünyadaki en büyük derdi ve dileği…
Bir ara soru; ‘Acaba bizim dertlerimizle onun derdi örtüşüyor mu?’
Allah yolunda öldürülenler eylemlerin en güzelini gerçekleştirmiş, her şeyden aziz ve tatlı canlarını Allah yolunda feda etmişlerdir… Çünkü şehadet eylemi sonuçta Allah ile yapılan bir alış-veriş… Daha doğrusu neticesi cennet olan bir sözleşmedir…
“Hiç şüphesiz Allah, müminlerden-karşılığında onlara mutlaka cenneti vermek üzere- canlarını ve mallarını satın almıştır.” (Tevbe, 9/111)
Cennetin maliyeti nedir, öğrenmiş oluyoruz…
Efendimiz (sas) de bu noktaya dikkat çekiyor:
“Cennet kılıçların gölgesi altındadır.”
Rabb’imizin iltifat ettiği, Resûl’ün iftihar ettiği, ümmetin ihtiram ettiği şehitler tevhid mücadelesinin ölümsüz şahitleridir…
Şehid tarihin kalbi, çağının tanığı, geleceğin meşalesi ve muştusudur…
Bu bakımdan şehidin mantığını, misyonunu, mesajını, kanını doğru okumak gerekiyor…
Şehidin kanı hak ile batılı, adâlet ile zulmü ayrıştıran mihenk taşıdır…
Şehidin mantığı adanmışlık, aşk ve aşkınlık ve aksiyon içerir…
Şehidin çıkışı duru akıl işi değildir… Salt bilgi işi de değildir…
Uğruna canlar feda edilmeyen bir davanın cansız kalacağının bilincindedirler…
Evet, şehid nurla halelenmiş bir kelime…
Şehidin mantığı kâr-zarar hesabında değildir… Yaşarsam şu kadar faydam dokunur derdinde değil… Şehidin yarar algısı farklı… Tehlike tanımı, risk analizi bilinenin çok üstünde… Pragmatist, opürtünist, determinist tasavvurların çok çok ilerisinde… Şehadet aşkı tecelli edince akıl durur, mazeretler silinir… Ezberler alt-üst olur…
Şehadet adeta toplumun ve özellikle donuk ve uyuşuk toplumların bedenlerine zerk edilen kan gibidir… Toplumda bir zindelik, dirilik için şehidin kanı şifadır, enerjidir, candır…
Şehid toplumun kalbidir… Şehidin kanı topluma düştüğü zaman, o toplumun kurumuş damarlarını harekete geçirir, yeniden dirilişine vesile olur… Bitkisel hayattan kurtarır, hayati fonksiyonlarına işlerlik kazandırır…
Şehidler tarihin tozlu sayfaları arasında gömülüp kalmazlar… Topluma can vermek, ışık tutmak, ufuk sunmak için kendilerinden vazgeçmişlerdir…
Şehidlerin kanı toplumsal değişimin anahtarı mesabesindedir…
Şehid öyle bir uyarıcıdır ki, yıllarca mektep ve medreselerde verilen derslerin, binlerce kitabın, sayısız davet ve tebliğin sağlayamadığı etkiyi sağlar…
Şehidler pak kanlarıyla tarih yazarlar ve kimse bunu silemez… Mesajları kanla imzalandığı için mesaj yerini bulur… Ve hep canlıdır o mesaj… Çünkü onların yaptığı insanlığın kurtuluşu için kendini kurban etme girişimidir… Bir güç gösterisi, kaba kuvvet kullanımı, kahramanlık histerisi değildir… İmanın derinliklerinden gelen fedakârlık ve feragat sınavıdır…
Hamaset, kuru heyecan, duygusal bir patlamadan öte iliklere kadar işlemiş bir imanın izhar ve ispatıdır…
Sakın aziz şehidleri şımarık şarlatan ve şovmenlerle karıştırmayalım… Şuurlu bir tercihin, ihlas yüklü bir adanışın feyzinden nasiplenmenin yollarını bulalım…
Anlaşılan o ki hayatı güzelleştirmenin yolu güzel ölümleri göze almakla başlıyor… Bir de sadece kendisi için yaşama bencillik ve basitliğinden kurtulup başkası için yaşama erdemini kuşanmaktan geçiyor…
Gerçek dava eri, toplumun dirilişi kendini feda etmekten geçiyorsa, bu fedakârlıktan çekinmeyen er kişidir…
Şehit toprağa düşmüş öyle bir tohumdur ki verdiği başakta yüzlerce mümin kalbi çarpar…
Unutmayalım ki bizler özgürlüğü şehidlere borçluyuz…
Aydınlık savaşçıları karanlıkları ancak adanmışlık şuuru ile aşabilirler…
Kurtuluş önderlerine dikkat ediniz, genelde şehadet ödülü ile taltif edilmiş kutlulardır…
Şehadet öyle bir ödüldür ki ölümsüzlük iksiri içeren bir ödül… Maalesef sadece İslâm’a ait olan bu kavram zamanla bağlamından kopartıldı… Şehidlik yozlaştırıldı, yıpratıldı, ucuzlatıldı…
Biliyoruz ki İslâm’dan başka dinlerde ve ideolojilerde esasen “şehidlik” diye bir kavram ve konum yoktur…
İslâmî kavram ve değerleri silip atamayanlar bu defa istismar yoluna gittiler… İçini boşalttılar… Çaldılar ve çarpıttılar…
Demokrasi şehidi… Devrim şehidi… Basın şehidi… Görev şehidi gibi suistimallerin ardı arkası kesilmiyor…
Biz müminler için şehid olmanın tek bir yolu vardır; o da sadece ve sadece Allah yolunda olmaktır…
Peki kim Allah yolundadır?
“Kim Allah’ın adını yüceltmek, her şeyin üstüne çıkarmak için savaşırsa o Allah yolundadır.”
Yani ilay-ı kelimetullah için canlarını feda edenler…
Asabiyet, hamaset, hamiyet, ganimet, şecaat, riya, rant, reyting, reklam, rövanş için değil rıza-i bari için savaşanlar…
Şehidlik anlık galeyana gelmelerle, disiplinden uzak gözü kapalı fevri çıkışlarla kendimizi atacağımız bir kapı değildir… Basiret, feraset ve hikmet üzere bir tercihtir…
Şehidlik bir sürpriz, bir talih, bir piyango değildir…
Bir hak ediştir… Bir sonuçtur… Şehadette uzanan seferi, süreci, sınavı doğru okumak gerekir…
Bir temenni, bir tesadüf değil, içtenlikli bir teşebbüs ile fenafil cihat olmaktır adeta…
Unutmayalım ki nasıl yaşarsanız öyle ölürsünüz…
Bugün ümmet olarak yaşadığımız şehadet kısırlığı ve şehid kıtlığını iyi düşünmemiz gerekiyor…
Şehadetin zevkinden, feyzinden, vecdinden neden mahrumuz? Hedonist hazlarla iç huzurumuzu yitirdik… Maalesef biz şehitlerimizi gömdük, iletişimi kestik… Şehadet bilincini tükettik… Dünya sevgisine yenik düştük…
Yeniden dirilişin şifresi şehadet penceresinden hayatı yeniden okumak ve dokunmaktır…
Kurşunla kaynatılmış bir kardeşlik duvarı mı örmek istiyorsunuz? Bu duvarın harcında şehidlerin kanı varsa o duvar asla yıkılmaz… Hiçbir kalleş düşman, hiçbir kahpe rüzgâr bu duvarı aşamaz… Ümmetin ruhunda direniş tohumlarını yeşertecek, özgürlük ufkuna taşıyacak şehitlerin aziz kanıdır…
Şehid kendi kanıyla kendini kalplerde yaşatır…
Son sözü hep şehitler söyler… Çünkü onlar kanlarıyla konuşur… Kanlarıyla kılıca galebe çalarlar…
Bazen İslâm’ın mesajını insanlığa sunmada kalemler, kelimeler yetersiz kalabilir, şehitlerin pak kanları kalpleri fethetmeye pekâlâ yeterli gelebilir…
“Kalem sahibi kimseler birçok büyük işler yapabilirler. Ancak; fikirlerin yaşaması pahasına kendilerini feda etmeleri şartıyla… Fikirlerin kan ve canları karşılığında mânâlanması şartıyla… “Hak” bildikleri şeyin “Hak” olduğunu fütur etmeden söyleyip, gerekirse bu uğurda başlarını vermeleri şartıyla…” (Seyyid Kutub)
Nitekim bu sözlerin sahibi şehid Seyyid Kutub hakkında idam kararı verilince, imanın asaletini kuşanmış, kendisinden özür dilemeyi bekleyenlerin yüzüne şöyle haykırmıştır:
“Eğer idamı hak etmiş olarak Hakk’ın emri ile ipe çekiliyorsam, buna itiraz etmem haksızlık olur. Eğer batılın zulmüne kurban gidiyorsam, batıldan merhamet dileyecek kadar alçalamam.”
Yürekten fışkıran imanın sunduğu şecaat ve izzet…
Başka bir şehidimiz şunu söylüyor:
“Ve bazı ölüler yaşayanlardan daha yüksek sesle konuşur.” (Malcolm X)
Benzeri bir vurguyu şehid Abdullah Azzam’dan dinliyoruz:
“Ey İslam davetçileri! Ölüm tutkunu olun ki, size hayat bağışlansın. Sakın amelleriniz sizi aldatmasın. Okuduğunuz kitaplar, devam ettiğiniz nafileler sakın sizi aldatmasın.”
Şehadet mektebinin öğretmeni Hz. Hüseyin (ra) hac mevsiminde Mekke’de bulunduğu halde Minâ’da kurban kesmeyi tercih etmedi. Kerbela’da kurban olmakta karar kıldı. Çünkü Minâ’da kurban kesmek bireysel bir ibadetti. Kerbela’da kurban olmak ise topyekûn ümmetin uyanışı ve dirilişi için kaçınılmaz bir sorumluluktu…
Şehitlerin seyyidi “Heyhate mine’z-zilleh/zillet bizden uzaktır.” diyerek tüm zamanlara şahitlik damgasını vuruyordu…
Aşağılık bir yaşamı sineye çekmektense şehadetin şerefi ile ölümü selamlamak çok daha güzel bir tercihtir…
Şehidler bize şunu söylüyor: Müslümanca yaşamak mümkün olmuyorsa mutlaka Müslümanca ölmenin bir yolu vardır…
Doğrusu ölüm istenmez ama ölümden daha beter olan zillet hiç istenmez… Şehidlik ölümü erkene almak değil dava yolunda onurlu bir ölümde kararlı olmaktır…
Nasıl olsa, her durumda öleceğiz, bari en güzel şekilde olsun… Yani Allah yolunda, Allah için olsun…
Merhum Şeyh Said ne demişti?
“Biz elbette Rabb’imize döneceğiz. Beni bu değersiz dallarda asmanıza karşı pervam yoktur. Muhakkak ki yolum İslam ve Allah içindir.”
İmam Hasan el-Benna mücadelesinin merkezine neyi koymuştu?
“En yüce gayemiz Allah yolunda şehid olmaktır.”
On binlerce sivilin can verdiği Bosna savaşında Aliya İzzet Begoviç soykırımcılara karşı soylu direnişini şu hakikatten hareketle sürdürüyordu:
“Onlar bizi toprağa gömüyorlar fakat tohum olduğumuzu bilmiyorlar.”
Bugün yine öyle değil mi?
Gazze’de aylardır süregelen bir soykırım var. On binlerce kurban toprağa düştü… Gazzeli şehitlerin mesajı yüreklere düştü… Gazze ruhu dünyayı sardı… Gazze rüzgârının diriltici gücü yeniden uyanışın muştusu oldu…
Demek ki bu ümmetin hâlâ on binlerce şehid verebilecek potansiyeli bulunuyor… Hamd olsun…
Dün Uhud’un eteklerinden gelen cennet kokusu, bugün Gazze’nin tünellerinden gelmektedir…
Bizler bugün oturduğumuz yerden:
“(Rabb’imiz) bizi (hakikate şahitlik eden) şahitlerle birlikte yaz.” (Âl-i İmrân, 3/53) duasını yaparken…
Gazzeli siviller uyumadan önce yağlı boyalarla isimlerini derilerine yazıyorlar ki şayet şehit olurlarsa yakınları cesetleri teşhis etmekte zorlanmasılar diye…
Bize şahitlerle birlikte yazılmanın dersini veriyorlar…