Sağlık ve hastalık, insanın başlangıcından beri hayatının ayrılmaz parçası olarak var olagelen olgulardır. Bununla birlikte sağlık ve hastalık kavramlarına yüklenen anlamlar, farklı bölgeler, kültürler, ekonomik ve sosyal yaşam biçimlerine sahip toplumlar arasında aynı değildir.
Dünya Sağlık Örgütü, sağlığı “İnsan bedeninde sadece hastalık ve sakatlık olmaması hali değil, insanın bedenen, ruhen ve sosyal olarak tam iyilik halidir.” diye tarif eder.
Son derece iddialı olan bu tanım, sağlığı çok yönlü ele alışıyla sağlık politikalarına ve yönetimine önemli bir açılımlar getirse de “tam iyilik hali”nin muğlaklığı ve dünyanın en zengin ülkelerinde bile pekçok insanın böylesi bir “iyilik hali”nden yoksun oluşu nedeniyle gerçekleştirilebilir olarak gözükmemektedir.
Afrika’da yoksulluk ve salgın hastalıklarla boğuşan bir insan için ya da temiz bir suya, yeterli gıdaya hatta sağlıklı bir barınma imkanına sahip olmayan, çadırlarda, barınaklarda yaşamak zorunda bırakılan milyonlarca mülteci için tam iyilik hali neyi ifade eder?
Teknolojinin ve kışkırtılmış ihtiyaçların nesnesi haline gelen, sahip olmak, başarılı olmak, tüketmek, bireysel ve toplumsal tüm kısıtlardan özgürleşmek adına içine atıldığı büyülü dünyanın acımasız çarklarında araçsallaşan, bireysellik zindanında derin iç bunaltılarıyla, panik ataklarıyla, depresyonlarıyla çıkış arayan modern insanın ruhen sağlıklı olması ne anlama gelir?
Öte yandan bu tanım, hayatın her anının ve her alanının tıbbileşmesine yol açabilecek bir bakışı da yansıtmaktadır. Bu tıbbileştirme sonucunda dün doğum, menopoz, yaşlanma gibi daha önceden hastalık olarak kabul edilmeyen ve tedavi gerektirmediği düşünülen doğal süreçler artık bugün tıbbın ilgi alanına girmiştir. Ya da kimi hastalıklarda tanı eşiklerinin değişmesiyle (şeker, kolesterol gibi), bir anda milyonlarca insan, takip/tedavi edilmesi gereken hastalar haline gelivermiştir.
Halbuki, ilkçağlardan modern çağlara kadar sağlık, kişinin kendisiyle, çevresiyle, tabiatla uyum içerisinde olması hali olarak anlaşılmıştır. Hastalıklara, tabiattaki ya da insan bedenindeki denge halinin bozulmasının yol açtığı, tedavinin ise bozulan dengeyi yeniden kurmak olduğu kabul edilmiştir. Hint’de Ayurveda tıbbına, Çin’de Yin ve Yang felsefesine, Yunan’da Hipokrat’ın hıltlar ve mizaçlar düşüncesine hâkim olan bu yaklaşım, neredeyse 19.yüzyılın sonlarına kadar tıbbın temel paradigması olmuştur.
İnsanın sağlık ve hastalık ilişkisini daha iyi anlayabilmek, tıp paradigmasındaki değişmeleri daha iyi çözümleyebilmek için tarihsel süreci bilmekte büyük yarar vardır.
İlk İnsanlarda Hastalıklar ve Tıp Bilgisinin Kökenleri
İnsanın hastalıklar ve tedavilerini arayış tarihi, yani tıbbın tarihi, aynı zamanda insanın kendisiyle, ilâhî olanla, yaşam biçimi ve dünya görüşü ile ilişkili süreçlerin de tarihidir.
İnsanoğlunun, özellikle neolitik dönemde, tarımla uğraşmaya ve hayvanları evcilleştirmeye başladıktan sonra veba, kızamık, çiçek, verem, sıtma gibi çoğu halen varlığını devam ettiren birçok salgın hastalığa maruz kaldığı, kırık ve yaralanma gibi birçok cerrahi problem yaşadığı arkeolojik kalıntılarda açıkça görülebilmektedir.
İnsan, en başından beri sağlığı Tanrı’nın bir lütfu olarak görmüş, hastalıkları ise Tanrıyla ve kötü ruhlarla/cinlerle ilişkilendirmiştir. Özellikle, salgın hastalıklar gibi tüm toplumu etkileyen hastalıkları, Tanrı’nın uyarısı ve cezası olarak ele almıştır. Bununla birlikte hastalıkların rasyonel nedenleri üzerinde düşünmekten de geri durmamış, nedensellik bağı kuramadığı ya da daha çok ruhsal kökenli olduğunu düşündüğü hastalıkları cinlere/kötü ruhlara bağlayarak dua ile, büyü ile tedavi olmaya çalışmıştır.
İnsanoğlu hastalıklar ve tedavisiyle ilgili bilgilerini, vahiy/ilham yoluyla edinmiş olabileceği gibi, kendi kişisel deneyimleriyle ve doğadaki hasta hayvanların içgüdüsel olarak kendilerini tedavi edişlerini gözlemleyerek edinmiş olmalıdır. Diğer canlıların gözlemlenmesiyle bilgi edinmeye Kur’ân-ı Kerim’de de işaret edilmektedir. Habil ve Kabil kıssasında Kabil, kardeşi Habil’i öldürdükten sonra ne yapacağını şaşırmış ancak bir karganın ölü bir kargayı gömmesinden sonra kardeşini gömmeyi akledebilmiştir (Maide, 5/27-31). Hint mitolojisinde de insanların hastalıklardan çektiği acılara dayanamayan yedi bilgenin tanrılara yalvarması ve çare istemesi üzerine Tanrı Brahma’nın bilgelere Ayurveda (yaşam bilgisi) sırlarını verdiğine inanılır. Yine Mısır tıbbında İmhotep, Yunan tıbbında Asklepeios gibi çok başarılı olan hekimler sağlık tanrısı olarak kabul edilmişlerdir.
Kadim Tıbbın “Denge” Felsefesi: Ahlat-ı Erbaa
Hint, Çin ve Mısırda başlayan ve Yunan’da sistemleşen felsefi düşünme biçiminin tıbba uygulanmasıyla birlikte teorik tıbbın dinî ve mitolojik eksenli paradigması, tanrı/lar/dan koparak aklî/felsefî bir mahiyet kazanmıştır. Dönemin en büyük hekimlerinden biri olarak kabul edilen ve tıbbın babası olarak ünlenmiş olan Hipokrat, filozof hekim olan Empedokles’in dört unsur (anasır-ı erba) düşüncesini tıbba uygulayarak “hıltlar/salgılar (ahlat-ı erbaa) ve mizaçlar teorisi” (humaral tıp) denen yeni bir paradigma ortaya koymuştur. Bu teori Aristo, Bergamalı Galen ve İbn Sina’nın ciddi katkılarıyla daha bir sistemleşmiş ve 2000 yıl boyunca tıp dünyasına egemen olmuştur.
Bu teoriye göre sağlık, insan vücudunun bütün fonksiyonlarını doğru ve iyi bir şekilde yerine getirdiği haldir. Bu hal, kan, safra, kara safra, balgamdan oluşan vücut hıltlarının (ahlat-ı erbaa) denge halinde olmasıyla gerçekleşir. Kişi, sağlığını korumak için dengeli/ölçülü bir hayat sürdürmelidir. Bunu sağlamanın yolu ise, temiz bir hava solumak, yiyecek ve içeceklerine dikkat etmek ve tabiatına uygun beslenmek, aşırı yemekten sakınmak, uykusuna ve dinlenmesine dikkat etmek, spor, egzersiz yapmak, cinsel arzularını ve isteklerini kontrol etmektir.
Hastanın şikayetleri, vücudun, bozulan dengeye karşı mücadelesidir. Hekimin görevi de bu mücadelede hastayı desteklemektir. Her hastanın kendine göre bir hıltı ve mizacı olduğundan, tedavi de kişiye özeldir. Hipokrat’ın “Hastalık yoktur, hasta vardır.” aforizması, bu yaklaşımın ifadesidir.
Tedavide temel prensip, hastaya zarar vermemek ve faydalı olmaktı. Bu amaçla hastada hâkim hale gelen hılta göre, kan alma, barsakları boşaltma (lavman), kusturma, terletme, dağlama ve ilaç tedavisi gibi yöntemlere başvurulurdu. Böylece hıltların yeniden dengeye ulaşmasına yardım etmek hedeflenirdi. Ancak bu tedaviler uzun ve zahmet vericiydi. Bu yüzden Romalılar, bu tür tedavileri uygulayan Hipokratik hekimlere pek itibar etmemiş, daha çok diyet, kaplıca, müzik, egzersiz, masaj gibi tedavi yöntemlerini uygulayan “metodist” hekimleri tercih etmişlerdi.
Hipokrat’ın görüşleri Bergamalı Galen (ö. MS. 200) tarafından daha da geliştirilmiştir. Galen, tıp tarihi boyunca Hipokrat’tan sonra etkili olmuş en önemli ikinci şahsiyettir. Galen, Hipokrat’tan farklı olarak birçok bitkinin karışımından (mürekkeb) hazırlanan daha hızlı ve etkili olan ilaçlarla tedavi ederdi. Bu yönüyle Galen’in tedavileri daha çok itibar görmüştür. Hatta tüm Orta Çağ’da Batı ve İslâm dünyasına hâkim olan tıp akımının “Galencilik” olduğu söylenebilir. Galen’in bu etkisi, 19.yüzyıla kadar devam etmiştir.
İslâm Tıbbı ve Nebevî Tıp
İslâm’a göre sağlık, Allah’tan bir nimettir. Her nimet gibi bu nimetin de kıymetini bilmek gerekir. Allah hastalıkları, kimi zaman bireysel ya da toplumsal olarak işlenilen günahların cezası olarak, kimi zaman mü’minlerin günahlarına kefaret olarak ya da hasta olan mü’min kulunun, Allah katındaki derecesini yükseltmek için göndermektedir. Yaşlılık ve ölüm hariç tüm hastalıkların tedavisi mümkündür. Ancak şifanın kaynağı Allah’tır. Hiçbir ilacın ve tedavinin kendi başına şifa kudreti yoktur. İlaçlar ve uygulanan tedaviler ancak Allah’ın dilemesi ile şifa verirler.
Mü’min için dünya hayatı, ahiret için bir basamaktır. Mü’min, hastalıkların Allah’tan geldiğini bilir, bu yüzden hastalıklarla ve ölümle barışıktır. Ölüme karşı savaşmak yerine, yaşadığı hayatı anlamlı kılmaya çalışır. Ancak hastalıklar karşısında tevekkülle yetinmez ve tedavi olmak için gayret gösterir. Bu dinî bir sorumluluktur.
İslâm tıbbı özünde Hipokrat ve Galen’in hıltlar ve mizac teorisine dayanmakla birlikte pratik uygulama yönü daha önde olan bir tıp geleneğidir. Abbasiler döneminde Arapçaya tercüme edilen Yunan, Bizans ve Hint tıbbına ait eserler, İslâm inancı temelinde özümsenmiş, kuru bir taklitle yetinilmeyerek özgün bir şekilde geliştirilmiştir. İbn Sînâ, Ebû Bekir Râzî, Ali b. Abbas, Zehrâvî, İbnü’l-Baytâr gibi birçok hekimin eserleri, yüzlerce yıl Doğu’da ve Batı’da başlıca başvuru eserleri olmuştur.
İslâm tıp geleneğinde hastalıklar, hıltlara ve mizaçlara göre ele alınmakta, tedavi olarak ise hastanın mizacına göre kan alma, diyet, dağlama, kusturma, müshil verme gibi kadim tıbbın yöntemleri uygulanmaktaydı. İlaç tedavisinde hekimler, ilaçları çoğunlukla bizzat kendisi hazırlar, etkilerini ve yan etkilerini kendi üzerinde tecrübe ettikten sonra hastalarına uygularlar, bu tecrübelerini eserlerinde “mücerrebdir” diyerek tavsiye ederlerdi.
Sağlığın korunması tedavisinden daha önemliydi. Bu manada kadim tıbbın sağlığın korunmasına dönük ilkelerine (temizlik, uyku, beslenme vs.) önem verilirdi. Tıbb-ı Nebevî daha çok koruyucu hekimlik yönüyle dikkate alınır, Hz. Peygamber’in (sas) tedaviyle ilgili tavsiyeleri destekleyici olarak değerlendirilirdi.
İslâm’da, Hristiyanlık’ta olduğu gibi güçlü bir şifacılık damarı olmadığından tedavide maddi araçlara yönelmek öncelikliydi. Ancak özellikle ruhi hastalıklarda ya da tedavi edilemeyen hastalıklarda dua ve Kur’ân ayetleri ile rukye de muteber sayılmaktaydı.
Rönesans ve Bedenin Keşfi
Batı düşünce sistematiğinde yeni bir dönemin başlangıcı sayılan Rönesans ve Aydınlanma dönemi, Aristo’nun tüm klasik çağa damgasını vuran ve kilise skolastik felsefesiyle bütünleşmiş olan metafiziğiyle ve tümdengelimci bilim anlayışıyla, Batlamyus kozmolojisiyle ve Hipokrat ve özellikle Galen tıbbıyla yüzleşmenin ve çatışmanın sonucunda gelişmiştir.
Otoritelerden farklı olan her yeni bilgi, çatışmayı daha bir alevlendirmiş, sonunda yeni bir insan, evren ve tanrı tasavvuruna dayanan bir dünya görüşü olarak modernite ortaya çıkmıştır. Modernite ve Aydınlanma, insanın fiziksel, kimyasal ve biyolojik süreçlere indirgendiği ve tanrıyla/ilâhî olanla bağın koparıldığı bir dönemdir.
Kuhn, büyük bilimsel dönüşümlerin ve devrimlerin, mevcut paradigmaların yetersiz kalması sonucunda ortaya çıkan farklı arayışlardan doğduğunu savunur. Tıptaki paradigma değişimi de Vesalius’un (ö.1564) yaptığı anatomi çalışmalarında Galen’in bariz hatalarını tespit etmesiyle ve Paracelcus’un (ö.1541) Galen’in ve İbn Sina’nın eserlerini yakarak 2000 yıldır egemen olan humoral tıp anlayışına savaş açmasıyla başlamıştır, denilebilir.
Bu dönemde büyük bir hırsla insan vücudu ve işleyişi ince ayrıntısına kadar incelenmeye, tüm gizemleri çözülmeye çalışılmıştır. Bedenin gizemleri çözüldükçe humaral tıbbın açıklamaları yetersiz kalmaya, hatta çelişkileri ortaya çıkmaya başlamıştır. Bu ise yeni bulguları izah edecek yeni bir tıp paradigması arayışını tetiklemiştir. İatrokimyacılar, iatrofizikçiler, vitalistler gibi ekoller ortaya çıkmış, hastalıklar ve tedavileriyle ilgili yeni yaklaşımlar geliştirilmeye çalışılmıştır.
Bu dönemde kurulan yeni hastanelerle birlikte hasta-hekim ilişkileri de değişim sürecine girmiş, hastalar artık evlerinde değil, hastanelere yatırılarak takip ve tedavi edilmeye çalışılmıştır. Hastanelerde ölen hastalarda otopsi yapılmasının yaygınlaşmasıyla birlikte hastanın şikayetleri, klinik bulgular ve hastalıkların organlarda, dokularda oluşturduğu etkiler arasında nedensellik bağı kurularak hastalıklar yeniden tanımlanmış ve birçok yeni hastalık keşfedilmiştir. Artık hastalıkların hıltların bozulmasıyla değil, vücudun kimyasal ve biyolojik süreçlerindeki bozulmaların sonucunda meydana geldiği kabul edilmeye başlanmıştır.
19. yüzyıl sanayi devriminin yol açtığı hızlı teknolojik gelişmelerle birlikte, tüm bilim dallarında olduğu gibi tıpta da çok büyük değişmeler yaşanmıştır. Bir yandan eter, kloroform gibi anestezik maddelerin bulunmasıyla ve ameliyatlarda antisepsi ve dezenfeksiyon yöntemlerinin uygulanmaya başlanmasıyla birlikte, cerrahide hızlı gelişmeler başlamış, beden makinesinde arızalanan organlara müdahalenin kapıları sonuna kadar açılmıştır.
Modern tıpta asıl büyük gelişme Pastör’ün mikroplarla hastalıklar arasındaki ilişkiyi ispatlayarak kuduz aşısını geliştirmesinin ardından ortaya çıkmıştır. Bundan sonra mikroplara karşı aşı ve ilaç geliştirme çalışmaları tırmanışa geçmiş, antibiyotikler bulunmuş, birçok ülkede kanalizasyon alt yapılarının geliştirilmesi, hijyen ve sanitasyon kurallarının yaygınlaşması sonucunda kolera, tifo, dizanteri gibi salgın hastalıklar büyük ölçüde azalmıştır.
Salgın hastalıklar ve enfeksiyonlar binlerce yıldır insanoğlunun en büyük sağlık sorunu olmuştur. Birçok insan enfeksiyonlar ve salgın hastalıklar sonucunda genç yaşlarda hayatını kaybetmiştir. Öyle ki 20. yüzyıla kadar çoğu kadının doğurduğu yedi-sekiz çocuktan ancak belki üçü kırk yaşlarına ulaşabiliyordu. Ortalama insan ömrü, 40-45 yıl civarındaydı. Bugün bazı Afrika ülkelerinde ortalama ömür hâlâ 50-55 yaşlarındadır. 1,5 milyar insan, halen temiz bir su, sağlıklı bir kanalizasyon sistemi olmadığı için sıtma, kolera, menenjit, çocuk felci gibi salgınlarla birlikte yaşamak durumundadır. Bu salgınlar sonucunda her yıl milyonlarca insan hayatını kaybetmektedir. Maalesef Covid-19 pandemisinde tüm dünyayı adeta kilitleyen, milyarlarca dolarlık aşı çalışması yapan Batı dünyası bu duruma kayıtsız kalmaktadır.
Salgın hastalıkların ve enfeksiyonların kontrol altına alınması ve yaşam standartlarının artmasıyla birlikte özellikle 1950’lerden sonra hastalıkların doğası önemli ölçüde değişmiştir. Bu zamana kadar akut hastalıklar ve enfeksiyonlar en büyük sağlık sorunları iken, bundan sonrasında artık, obezite, kalp ve damar hastalıkları, kanser, demans gibi daha çok ileri yaşlara özgü hastalıklar en büyük sorun olmaya başlamışlardır. Ortalama yaşam süresinin 80-85 yaşlarına varması ve daha iyi hayat şartlarında yaşamak, insanlığın tıbba ihtiyacını azaltmamış tam aksine beklentileri daha da yükseltmiş durumdadır. Bu durum hem tıbbın hem de insanın, bedene, hayata ve ölüme karşı tutumunda büyük bir değişmeye yol açmış, hastalıkların ve ölümün hayatın doğal süreçleri olarak görülmesi düşüncesinden uzaklaşma eğilimine girilmiştir.
Modern Tıbbın Bugünü ve Yarını
Modern tıbbın son üç yüz yıldır gelişerek devasa boyutlara varan büyük bir müktesebatı söz konusudur. Güçlü bir rasyonaliteye ve bilimsel metodolojiye sahip olan bu müktesebat, ideolojik arka planı ne olursa olsun insanoğlunun büyük bir kazanımıdır. Bu kazanımın insan sağlığına, hastalıkların tanı ve tedavisine dönük başarıları ise inkâr edilemeyecek düzeydedir.
Ancak modern tıp, teknolojinin tüm imkanlarının ve ilaç endüstrisinin devasa çalışmalarının tıbbın hizmetine koşulduğu, nerede ve nasıl duracağı belli olmayan bir küheylan gibidir. Yapabildikleri ve yapabilecekleri bir yandan göz kamaştırmakta öte yandan da ürkütmektedir. Genetik ve moleküler düzeydeki gelişmelerle birlikte, her geçen gün insanın ve bedenin yeniden inşası yolunda, insanın mükemmelleşmesine ve ölümsüzlüğüne doğru attığı adımlarla adeta tanrısal bir role soyunmuş gözükmektedir.
Genetik ve kök hücre çalışmaları yapay zekâ gibi gelişmeler, insanın tanımından başlayarak, hastalıklara, tanı ve tedavilere varıncaya dek tüm bilgi hiyerarşisini altüst edebilecek denli köklü bir paradigma değişimine yol açabilecek potansiyeldedir.
Fen ve sosyal bilimlerin pozitivist, ilerlemeci ve materyalist bir arka plana sahip olması ve Tanrıyla/ilahi olanla bağını koparması, ahlaki/etik olarak büyük problemlere yol açmaktadır. İlahi olandan kopmuş, Kant’ın ve Mill’in ilke ve fayda ikilemlerinin arasına sıkışmış bir etiğin, tıbba ve bilime ahlaki bir yön verebilmesi gayet zor gözükmektedir.
Öte yandan tıptaki aşırı uzmanlaşma ve standart algoritmalarla şekillenen, yüksek teknolojiye dayalı tanı ve tedavi yöntemleri, hasta merkezli tıptan iyice uzaklaşmaya yol açmaktadır. Kadim tıbbın “Hastalık yoktur, hasta vardır.” yaklaşımı tersine dönmüş, hastalık merkezli bir yaklaşım öne çıkmıştır. Öyle ki, kişinin şikayetleri eğer klinik gözlemlerle ve tetkiklerle doğrulanamıyorsa ortada hastalık olmadığı kabul edilmektedir. Ya da yapılan testler, taramalar ve istatistikler problem gösteriyorsa hastanın şikâyeti olmasa da ve klinik yoksa bile hastalığın en azından potansiyel olarak var olduğu kabul edilmektedir. Bu yaklaşım biçimi, sağlık taramalarının yapılmasına, böylece birçok hastalığın erken teşhisine imkân sağlasa da doğum öncesinden başlayıp ölüme kadar neredeyse tüm hayatın tıbbın ilgi alanına girdiği, tıbbın hayatın bütün süreçlerinde hegemonya kurduğu bir soruna yol açması düşündürücüdür.
Modern tıbbın arkasındaki büyük teknolojik desteğe ve ilaç endüstrisinin korkunç yatırımlarına rağmen hâlâ kronik hastalıklarda, kanser vb. birçok hastalıkta yeterince başarı elde edememesi ve hepsinden öte sağlık sektörünün büyük bir endüstri haline gelmesi, birçok insanı ürkütmekte ve modern tıbba güvenini sarsmaktadır.
Modern tıbba güvensizlik tüm dünyada geleneksel ve alternatif tedavi yöntemlerine ilgiyi artırmıştır. Ancak sadece hastalıkların değil sağlıklılığın bile metalaşarak sağlık endüstrisinin lokomotifi haline geldiği bir zeminde modern tıp karşıtlığı ve geleneksel ve tamamlayıcı tıp yöntemlerinin bu metalaşmanın bir parçası olmaktan ve sektörün farklı bir bileşeni haline gelmekten kaçınabilmesi mümkün müdür?
Asıl sorun, tıbbın modern ya da geleneksel olmasından daha çok, hazzın ve mükemmelliğin fetişleştiği, bedeninin araçsallaştığı, eksiklik ve yoksunluk duygusunun, acının, korkunun, hüznün hatta ölümün bile hayatın içinden sökülüp atılmaya çalışıldığı, bilimin ve tıbbın bir gün ölümün bile çaresini bulacağına inanıldığı, kimilerinin gelecekte bir gün bu şansa ulaşmak için bedenlerini dondurdukları bir dünyanın varlığı değil midir?
Hayatın merkezine “insan”ın konulduğu, aklın, bilimin, tekniğin, tabiatın, yeryüzünde hatta uzayda ne varsa her şeyin insanın mutluluk ve güç arayışının hizmetine koşulduğu bir vasatta bilimin ve tıbbın bilimcilik ve pozitivizmin hegemonyasından kurtularak daha ahlâkî ve insanî bir rotaya yönelmesi mümkün olabilir mi?
Modern insanın ve modern tıbbın sorunları, hayata ve ölüme, sağlığa ve hastalığa, canlıya, cansıza, tüm evrene, insanî ve ahlâkî düzlemden bakabilecek yeni bir insan modelini inşa etmekle, hepsinden daha önemlisi insanın Allah’la kopan bağını yeniden tesis etmek ve hayatın anlam merkezine yeniden O’nu yerleştirmek suretiyle aşılabilir.
“Sebeplerin sebebi” olan asıl kudrete, şifanın ve tüm nimetlerin yegâne sahibine, zayıflık ve acziyet yurdundan mükemmellik ve ölümsüzlük yurduna giden yolda kulunu asla yalnız bırakmayan o yüce Zat’a yönelmeyen her beşerî çaba, tıkanmaya, bir yeri yaparken başka bir yeri yıkmaya mahkûmdur.
Sağlık, Hastalık ve Tedavi Paradigmasının Tarihsel Serüveni
Uzm. Dr. Nazım Nasuhbeyoğlu
Mikrobiyoloji ve Klinik Mikrobiyoloji Uzmanı
Sağlık ve hastalık, insanın başlangıcından beri hayatının ayrılmaz parçası olarak var olagelen olgulardır. Bununla birlikte sağlık ve hastalık kavramlarına yüklenen anlamlar, farklı bölgeler, kültürler, ekonomik ve sosyal yaşam biçimlerine sahip toplumlar arasında aynı değildir.
Dünya Sağlık Örgütü, sağlığı “İnsan bedeninde sadece hastalık ve sakatlık olmaması hali değil, insanın bedenen, ruhen ve sosyal olarak tam iyilik halidir.” diye tarif eder.
Son derece iddialı olan bu tanım, sağlığı çok yönlü ele alışıyla sağlık politikalarına ve yönetimine önemli bir açılımlar getirse de “tam iyilik hali”nin muğlaklığı ve dünyanın en zengin ülkelerinde bile pekçok insanın böylesi bir “iyilik hali”nden yoksun oluşu nedeniyle gerçekleştirilebilir olarak gözükmemektedir.
Afrika’da yoksulluk ve salgın hastalıklarla boğuşan bir insan için ya da temiz bir suya, yeterli gıdaya hatta sağlıklı bir barınma imkanına sahip olmayan, çadırlarda, barınaklarda yaşamak zorunda bırakılan milyonlarca mülteci için tam iyilik hali neyi ifade eder?
Teknolojinin ve kışkırtılmış ihtiyaçların nesnesi haline gelen, sahip olmak, başarılı olmak, tüketmek, bireysel ve toplumsal tüm kısıtlardan özgürleşmek adına içine atıldığı büyülü dünyanın acımasız çarklarında araçsallaşan, bireysellik zindanında derin iç bunaltılarıyla, panik ataklarıyla, depresyonlarıyla çıkış arayan modern insanın ruhen sağlıklı olması ne anlama gelir?
Öte yandan bu tanım, hayatın her anının ve her alanının tıbbileşmesine yol açabilecek bir bakışı da yansıtmaktadır. Bu tıbbileştirme sonucunda dün doğum, menopoz, yaşlanma gibi daha önceden hastalık olarak kabul edilmeyen ve tedavi gerektirmediği düşünülen doğal süreçler artık bugün tıbbın ilgi alanına girmiştir. Ya da kimi hastalıklarda tanı eşiklerinin değişmesiyle (şeker, kolesterol gibi), bir anda milyonlarca insan, takip/tedavi edilmesi gereken hastalar haline gelivermiştir.
Halbuki, ilkçağlardan modern çağlara kadar sağlık, kişinin kendisiyle, çevresiyle, tabiatla uyum içerisinde olması hali olarak anlaşılmıştır. Hastalıklara, tabiattaki ya da insan bedenindeki denge halinin bozulmasının yol açtığı, tedavinin ise bozulan dengeyi yeniden kurmak olduğu kabul edilmiştir. Hint’de Ayurveda tıbbına, Çin’de Yin ve Yang felsefesine, Yunan’da Hipokrat’ın hıltlar ve mizaçlar düşüncesine hâkim olan bu yaklaşım, neredeyse 19.yüzyılın sonlarına kadar tıbbın temel paradigması olmuştur.
İnsanın sağlık ve hastalık ilişkisini daha iyi anlayabilmek, tıp paradigmasındaki değişmeleri daha iyi çözümleyebilmek için tarihsel süreci bilmekte büyük yarar vardır.
İlk İnsanlarda Hastalıklar ve Tıp Bilgisinin Kökenleri
İnsanın hastalıklar ve tedavilerini arayış tarihi, yani tıbbın tarihi, aynı zamanda insanın kendisiyle, ilâhî olanla, yaşam biçimi ve dünya görüşü ile ilişkili süreçlerin de tarihidir.
İnsanoğlunun, özellikle neolitik dönemde, tarımla uğraşmaya ve hayvanları evcilleştirmeye başladıktan sonra veba, kızamık, çiçek, verem, sıtma gibi çoğu halen varlığını devam ettiren birçok salgın hastalığa maruz kaldığı, kırık ve yaralanma gibi birçok cerrahi problem yaşadığı arkeolojik kalıntılarda açıkça görülebilmektedir.
İnsan, en başından beri sağlığı Tanrı’nın bir lütfu olarak görmüş, hastalıkları ise Tanrıyla ve kötü ruhlarla/cinlerle ilişkilendirmiştir. Özellikle, salgın hastalıklar gibi tüm toplumu etkileyen hastalıkları, Tanrı’nın uyarısı ve cezası olarak ele almıştır. Bununla birlikte hastalıkların rasyonel nedenleri üzerinde düşünmekten de geri durmamış, nedensellik bağı kuramadığı ya da daha çok ruhsal kökenli olduğunu düşündüğü hastalıkları cinlere/kötü ruhlara bağlayarak dua ile, büyü ile tedavi olmaya çalışmıştır.
İnsanoğlu hastalıklar ve tedavisiyle ilgili bilgilerini, vahiy/ilham yoluyla edinmiş olabileceği gibi, kendi kişisel deneyimleriyle ve doğadaki hasta hayvanların içgüdüsel olarak kendilerini tedavi edişlerini gözlemleyerek edinmiş olmalıdır. Diğer canlıların gözlemlenmesiyle bilgi edinmeye Kur’ân-ı Kerim’de de işaret edilmektedir. Habil ve Kabil kıssasında Kabil, kardeşi Habil’i öldürdükten sonra ne yapacağını şaşırmış ancak bir karganın ölü bir kargayı gömmesinden sonra kardeşini gömmeyi akledebilmiştir (Maide, 5/27-31). Hint mitolojisinde de insanların hastalıklardan çektiği acılara dayanamayan yedi bilgenin tanrılara yalvarması ve çare istemesi üzerine Tanrı Brahma’nın bilgelere Ayurveda (yaşam bilgisi) sırlarını verdiğine inanılır. Yine Mısır tıbbında İmhotep, Yunan tıbbında Asklepeios gibi çok başarılı olan hekimler sağlık tanrısı olarak kabul edilmişlerdir.
Kadim Tıbbın “Denge” Felsefesi: Ahlat-ı Erbaa
Hint, Çin ve Mısırda başlayan ve Yunan’da sistemleşen felsefi düşünme biçiminin tıbba uygulanmasıyla birlikte teorik tıbbın dinî ve mitolojik eksenli paradigması, tanrı/lar/dan koparak aklî/felsefî bir mahiyet kazanmıştır. Dönemin en büyük hekimlerinden biri olarak kabul edilen ve tıbbın babası olarak ünlenmiş olan Hipokrat, filozof hekim olan Empedokles’in dört unsur (anasır-ı erba) düşüncesini tıbba uygulayarak “hıltlar/salgılar (ahlat-ı erbaa) ve mizaçlar teorisi” (humaral tıp) denen yeni bir paradigma ortaya koymuştur. Bu teori Aristo, Bergamalı Galen ve İbn Sina’nın ciddi katkılarıyla daha bir sistemleşmiş ve 2000 yıl boyunca tıp dünyasına egemen olmuştur.
Bu teoriye göre sağlık, insan vücudunun bütün fonksiyonlarını doğru ve iyi bir şekilde yerine getirdiği haldir. Bu hal, kan, safra, kara safra, balgamdan oluşan vücut hıltlarının (ahlat-ı erbaa) denge halinde olmasıyla gerçekleşir. Kişi, sağlığını korumak için dengeli/ölçülü bir hayat sürdürmelidir. Bunu sağlamanın yolu ise, temiz bir hava solumak, yiyecek ve içeceklerine dikkat etmek ve tabiatına uygun beslenmek, aşırı yemekten sakınmak, uykusuna ve dinlenmesine dikkat etmek, spor, egzersiz yapmak, cinsel arzularını ve isteklerini kontrol etmektir.
Hastanın şikayetleri, vücudun, bozulan dengeye karşı mücadelesidir. Hekimin görevi de bu mücadelede hastayı desteklemektir. Her hastanın kendine göre bir hıltı ve mizacı olduğundan, tedavi de kişiye özeldir. Hipokrat’ın “Hastalık yoktur, hasta vardır.” aforizması, bu yaklaşımın ifadesidir.
Tedavide temel prensip, hastaya zarar vermemek ve faydalı olmaktı. Bu amaçla hastada hâkim hale gelen hılta göre, kan alma, barsakları boşaltma (lavman), kusturma, terletme, dağlama ve ilaç tedavisi gibi yöntemlere başvurulurdu. Böylece hıltların yeniden dengeye ulaşmasına yardım etmek hedeflenirdi. Ancak bu tedaviler uzun ve zahmet vericiydi. Bu yüzden Romalılar, bu tür tedavileri uygulayan Hipokratik hekimlere pek itibar etmemiş, daha çok diyet, kaplıca, müzik, egzersiz, masaj gibi tedavi yöntemlerini uygulayan “metodist” hekimleri tercih etmişlerdi.
Hipokrat’ın görüşleri Bergamalı Galen (ö. MS. 200) tarafından daha da geliştirilmiştir. Galen, tıp tarihi boyunca Hipokrat’tan sonra etkili olmuş en önemli ikinci şahsiyettir. Galen, Hipokrat’tan farklı olarak birçok bitkinin karışımından (mürekkeb) hazırlanan daha hızlı ve etkili olan ilaçlarla tedavi ederdi. Bu yönüyle Galen’in tedavileri daha çok itibar görmüştür. Hatta tüm Orta Çağ’da Batı ve İslâm dünyasına hâkim olan tıp akımının “Galencilik” olduğu söylenebilir. Galen’in bu etkisi, 19.yüzyıla kadar devam etmiştir.
İslâm Tıbbı ve Nebevî Tıp
İslâm’a göre sağlık, Allah’tan bir nimettir. Her nimet gibi bu nimetin de kıymetini bilmek gerekir. Allah hastalıkları, kimi zaman bireysel ya da toplumsal olarak işlenilen günahların cezası olarak, kimi zaman mü’minlerin günahlarına kefaret olarak ya da hasta olan mü’min kulunun, Allah katındaki derecesini yükseltmek için göndermektedir. Yaşlılık ve ölüm hariç tüm hastalıkların tedavisi mümkündür. Ancak şifanın kaynağı Allah’tır. Hiçbir ilacın ve tedavinin kendi başına şifa kudreti yoktur. İlaçlar ve uygulanan tedaviler ancak Allah’ın dilemesi ile şifa verirler.
Mü’min için dünya hayatı, ahiret için bir basamaktır. Mü’min, hastalıkların Allah’tan geldiğini bilir, bu yüzden hastalıklarla ve ölümle barışıktır. Ölüme karşı savaşmak yerine, yaşadığı hayatı anlamlı kılmaya çalışır. Ancak hastalıklar karşısında tevekkülle yetinmez ve tedavi olmak için gayret gösterir. Bu dinî bir sorumluluktur.
İslâm tıbbı özünde Hipokrat ve Galen’in hıltlar ve mizac teorisine dayanmakla birlikte pratik uygulama yönü daha önde olan bir tıp geleneğidir. Abbasiler döneminde Arapçaya tercüme edilen Yunan, Bizans ve Hint tıbbına ait eserler, İslâm inancı temelinde özümsenmiş, kuru bir taklitle yetinilmeyerek özgün bir şekilde geliştirilmiştir. İbn Sînâ, Ebû Bekir Râzî, Ali b. Abbas, Zehrâvî, İbnü’l-Baytâr gibi birçok hekimin eserleri, yüzlerce yıl Doğu’da ve Batı’da başlıca başvuru eserleri olmuştur.
İslâm tıp geleneğinde hastalıklar, hıltlara ve mizaçlara göre ele alınmakta, tedavi olarak ise hastanın mizacına göre kan alma, diyet, dağlama, kusturma, müshil verme gibi kadim tıbbın yöntemleri uygulanmaktaydı. İlaç tedavisinde hekimler, ilaçları çoğunlukla bizzat kendisi hazırlar, etkilerini ve yan etkilerini kendi üzerinde tecrübe ettikten sonra hastalarına uygularlar, bu tecrübelerini eserlerinde “mücerrebdir” diyerek tavsiye ederlerdi.
Sağlığın korunması tedavisinden daha önemliydi. Bu manada kadim tıbbın sağlığın korunmasına dönük ilkelerine (temizlik, uyku, beslenme vs.) önem verilirdi. Tıbb-ı Nebevî daha çok koruyucu hekimlik yönüyle dikkate alınır, Hz. Peygamber’in (sas) tedaviyle ilgili tavsiyeleri destekleyici olarak değerlendirilirdi.
İslâm’da, Hristiyanlık’ta olduğu gibi güçlü bir şifacılık damarı olmadığından tedavide maddi araçlara yönelmek öncelikliydi. Ancak özellikle ruhi hastalıklarda ya da tedavi edilemeyen hastalıklarda dua ve Kur’ân ayetleri ile rukye de muteber sayılmaktaydı.
Rönesans ve Bedenin Keşfi
Batı düşünce sistematiğinde yeni bir dönemin başlangıcı sayılan Rönesans ve Aydınlanma dönemi, Aristo’nun tüm klasik çağa damgasını vuran ve kilise skolastik felsefesiyle bütünleşmiş olan metafiziğiyle ve tümdengelimci bilim anlayışıyla, Batlamyus kozmolojisiyle ve Hipokrat ve özellikle Galen tıbbıyla yüzleşmenin ve çatışmanın sonucunda gelişmiştir.
Otoritelerden farklı olan her yeni bilgi, çatışmayı daha bir alevlendirmiş, sonunda yeni bir insan, evren ve tanrı tasavvuruna dayanan bir dünya görüşü olarak modernite ortaya çıkmıştır. Modernite ve Aydınlanma, insanın fiziksel, kimyasal ve biyolojik süreçlere indirgendiği ve tanrıyla/ilâhî olanla bağın koparıldığı bir dönemdir.
Kuhn, büyük bilimsel dönüşümlerin ve devrimlerin, mevcut paradigmaların yetersiz kalması sonucunda ortaya çıkan farklı arayışlardan doğduğunu savunur. Tıptaki paradigma değişimi de Vesalius’un (ö.1564) yaptığı anatomi çalışmalarında Galen’in bariz hatalarını tespit etmesiyle ve Paracelcus’un (ö.1541) Galen’in ve İbn Sina’nın eserlerini yakarak 2000 yıldır egemen olan humoral tıp anlayışına savaş açmasıyla başlamıştır, denilebilir.
Bu dönemde büyük bir hırsla insan vücudu ve işleyişi ince ayrıntısına kadar incelenmeye, tüm gizemleri çözülmeye çalışılmıştır. Bedenin gizemleri çözüldükçe humaral tıbbın açıklamaları yetersiz kalmaya, hatta çelişkileri ortaya çıkmaya başlamıştır. Bu ise yeni bulguları izah edecek yeni bir tıp paradigması arayışını tetiklemiştir. İatrokimyacılar, iatrofizikçiler, vitalistler gibi ekoller ortaya çıkmış, hastalıklar ve tedavileriyle ilgili yeni yaklaşımlar geliştirilmeye çalışılmıştır.
Bu dönemde kurulan yeni hastanelerle birlikte hasta-hekim ilişkileri de değişim sürecine girmiş, hastalar artık evlerinde değil, hastanelere yatırılarak takip ve tedavi edilmeye çalışılmıştır. Hastanelerde ölen hastalarda otopsi yapılmasının yaygınlaşmasıyla birlikte hastanın şikayetleri, klinik bulgular ve hastalıkların organlarda, dokularda oluşturduğu etkiler arasında nedensellik bağı kurularak hastalıklar yeniden tanımlanmış ve birçok yeni hastalık keşfedilmiştir. Artık hastalıkların hıltların bozulmasıyla değil, vücudun kimyasal ve biyolojik süreçlerindeki bozulmaların sonucunda meydana geldiği kabul edilmeye başlanmıştır.
19. yüzyıl sanayi devriminin yol açtığı hızlı teknolojik gelişmelerle birlikte, tüm bilim dallarında olduğu gibi tıpta da çok büyük değişmeler yaşanmıştır. Bir yandan eter, kloroform gibi anestezik maddelerin bulunmasıyla ve ameliyatlarda antisepsi ve dezenfeksiyon yöntemlerinin uygulanmaya başlanmasıyla birlikte, cerrahide hızlı gelişmeler başlamış, beden makinesinde arızalanan organlara müdahalenin kapıları sonuna kadar açılmıştır.
Modern tıpta asıl büyük gelişme Pastör’ün mikroplarla hastalıklar arasındaki ilişkiyi ispatlayarak kuduz aşısını geliştirmesinin ardından ortaya çıkmıştır. Bundan sonra mikroplara karşı aşı ve ilaç geliştirme çalışmaları tırmanışa geçmiş, antibiyotikler bulunmuş, birçok ülkede kanalizasyon alt yapılarının geliştirilmesi, hijyen ve sanitasyon kurallarının yaygınlaşması sonucunda kolera, tifo, dizanteri gibi salgın hastalıklar büyük ölçüde azalmıştır.
Salgın hastalıklar ve enfeksiyonlar binlerce yıldır insanoğlunun en büyük sağlık sorunu olmuştur. Birçok insan enfeksiyonlar ve salgın hastalıklar sonucunda genç yaşlarda hayatını kaybetmiştir. Öyle ki 20. yüzyıla kadar çoğu kadının doğurduğu yedi-sekiz çocuktan ancak belki üçü kırk yaşlarına ulaşabiliyordu. Ortalama insan ömrü, 40-45 yıl civarındaydı. Bugün bazı Afrika ülkelerinde ortalama ömür hâlâ 50-55 yaşlarındadır. 1,5 milyar insan, halen temiz bir su, sağlıklı bir kanalizasyon sistemi olmadığı için sıtma, kolera, menenjit, çocuk felci gibi salgınlarla birlikte yaşamak durumundadır. Bu salgınlar sonucunda her yıl milyonlarca insan hayatını kaybetmektedir. Maalesef Covid-19 pandemisinde tüm dünyayı adeta kilitleyen, milyarlarca dolarlık aşı çalışması yapan Batı dünyası bu duruma kayıtsız kalmaktadır.
Salgın hastalıkların ve enfeksiyonların kontrol altına alınması ve yaşam standartlarının artmasıyla birlikte özellikle 1950’lerden sonra hastalıkların doğası önemli ölçüde değişmiştir. Bu zamana kadar akut hastalıklar ve enfeksiyonlar en büyük sağlık sorunları iken, bundan sonrasında artık, obezite, kalp ve damar hastalıkları, kanser, demans gibi daha çok ileri yaşlara özgü hastalıklar en büyük sorun olmaya başlamışlardır. Ortalama yaşam süresinin 80-85 yaşlarına varması ve daha iyi hayat şartlarında yaşamak, insanlığın tıbba ihtiyacını azaltmamış tam aksine beklentileri daha da yükseltmiş durumdadır. Bu durum hem tıbbın hem de insanın, bedene, hayata ve ölüme karşı tutumunda büyük bir değişmeye yol açmış, hastalıkların ve ölümün hayatın doğal süreçleri olarak görülmesi düşüncesinden uzaklaşma eğilimine girilmiştir.
Modern Tıbbın Bugünü ve Yarını
Modern tıbbın son üç yüz yıldır gelişerek devasa boyutlara varan büyük bir müktesebatı söz konusudur. Güçlü bir rasyonaliteye ve bilimsel metodolojiye sahip olan bu müktesebat, ideolojik arka planı ne olursa olsun insanoğlunun büyük bir kazanımıdır. Bu kazanımın insan sağlığına, hastalıkların tanı ve tedavisine dönük başarıları ise inkâr edilemeyecek düzeydedir.
Ancak modern tıp, teknolojinin tüm imkanlarının ve ilaç endüstrisinin devasa çalışmalarının tıbbın hizmetine koşulduğu, nerede ve nasıl duracağı belli olmayan bir küheylan gibidir. Yapabildikleri ve yapabilecekleri bir yandan göz kamaştırmakta öte yandan da ürkütmektedir. Genetik ve moleküler düzeydeki gelişmelerle birlikte, her geçen gün insanın ve bedenin yeniden inşası yolunda, insanın mükemmelleşmesine ve ölümsüzlüğüne doğru attığı adımlarla adeta tanrısal bir role soyunmuş gözükmektedir.
Genetik ve kök hücre çalışmaları yapay zekâ gibi gelişmeler, insanın tanımından başlayarak, hastalıklara, tanı ve tedavilere varıncaya dek tüm bilgi hiyerarşisini altüst edebilecek denli köklü bir paradigma değişimine yol açabilecek potansiyeldedir.
Fen ve sosyal bilimlerin pozitivist, ilerlemeci ve materyalist bir arka plana sahip olması ve Tanrıyla/ilahi olanla bağını koparması, ahlaki/etik olarak büyük problemlere yol açmaktadır. İlahi olandan kopmuş, Kant’ın ve Mill’in ilke ve fayda ikilemlerinin arasına sıkışmış bir etiğin, tıbba ve bilime ahlaki bir yön verebilmesi gayet zor gözükmektedir.
Öte yandan tıptaki aşırı uzmanlaşma ve standart algoritmalarla şekillenen, yüksek teknolojiye dayalı tanı ve tedavi yöntemleri, hasta merkezli tıptan iyice uzaklaşmaya yol açmaktadır. Kadim tıbbın “Hastalık yoktur, hasta vardır.” yaklaşımı tersine dönmüş, hastalık merkezli bir yaklaşım öne çıkmıştır. Öyle ki, kişinin şikayetleri eğer klinik gözlemlerle ve tetkiklerle doğrulanamıyorsa ortada hastalık olmadığı kabul edilmektedir. Ya da yapılan testler, taramalar ve istatistikler problem gösteriyorsa hastanın şikâyeti olmasa da ve klinik yoksa bile hastalığın en azından potansiyel olarak var olduğu kabul edilmektedir. Bu yaklaşım biçimi, sağlık taramalarının yapılmasına, böylece birçok hastalığın erken teşhisine imkân sağlasa da doğum öncesinden başlayıp ölüme kadar neredeyse tüm hayatın tıbbın ilgi alanına girdiği, tıbbın hayatın bütün süreçlerinde hegemonya kurduğu bir soruna yol açması düşündürücüdür.
Modern tıbbın arkasındaki büyük teknolojik desteğe ve ilaç endüstrisinin korkunç yatırımlarına rağmen hâlâ kronik hastalıklarda, kanser vb. birçok hastalıkta yeterince başarı elde edememesi ve hepsinden öte sağlık sektörünün büyük bir endüstri haline gelmesi, birçok insanı ürkütmekte ve modern tıbba güvenini sarsmaktadır.
Modern tıbba güvensizlik tüm dünyada geleneksel ve alternatif tedavi yöntemlerine ilgiyi artırmıştır. Ancak sadece hastalıkların değil sağlıklılığın bile metalaşarak sağlık endüstrisinin lokomotifi haline geldiği bir zeminde modern tıp karşıtlığı ve geleneksel ve tamamlayıcı tıp yöntemlerinin bu metalaşmanın bir parçası olmaktan ve sektörün farklı bir bileşeni haline gelmekten kaçınabilmesi mümkün müdür?
Asıl sorun, tıbbın modern ya da geleneksel olmasından daha çok, hazzın ve mükemmelliğin fetişleştiği, bedeninin araçsallaştığı, eksiklik ve yoksunluk duygusunun, acının, korkunun, hüznün hatta ölümün bile hayatın içinden sökülüp atılmaya çalışıldığı, bilimin ve tıbbın bir gün ölümün bile çaresini bulacağına inanıldığı, kimilerinin gelecekte bir gün bu şansa ulaşmak için bedenlerini dondurdukları bir dünyanın varlığı değil midir?
Hayatın merkezine “insan”ın konulduğu, aklın, bilimin, tekniğin, tabiatın, yeryüzünde hatta uzayda ne varsa her şeyin insanın mutluluk ve güç arayışının hizmetine koşulduğu bir vasatta bilimin ve tıbbın bilimcilik ve pozitivizmin hegemonyasından kurtularak daha ahlâkî ve insanî bir rotaya yönelmesi mümkün olabilir mi?
Modern insanın ve modern tıbbın sorunları, hayata ve ölüme, sağlığa ve hastalığa, canlıya, cansıza, tüm evrene, insanî ve ahlâkî düzlemden bakabilecek yeni bir insan modelini inşa etmekle, hepsinden daha önemlisi insanın Allah’la kopan bağını yeniden tesis etmek ve hayatın anlam merkezine yeniden O’nu yerleştirmek suretiyle aşılabilir.
“Sebeplerin sebebi” olan asıl kudrete, şifanın ve tüm nimetlerin yegâne sahibine, zayıflık ve acziyet yurdundan mükemmellik ve ölümsüzlük yurduna giden yolda kulunu asla yalnız bırakmayan o yüce Zat’a yönelmeyen her beşerî çaba, tıkanmaya, bir yeri yaparken başka bir yeri yıkmaya mahkûmdur.