Dış âlem mekânda, iç âlem ya da ruh zaman içinde değişir, gelişir ve bu döngü böyle uzar gider. Mekânın yolculuğunda zaman ve ona hayat veren insan, oldukça önemlidir. Bu nedenle mekânın kadim topluluklara ya da olaylara şahitliği, birçok bilim dalının görevi olsa da asıl vazifesi; şehadet ettiklerini yeni bir nesle aktarmasıdır.
Zira mekânların insan ruhuna derin bir tezahürü vardır. Her birimizin yaşamında bazı beldelerin, en güzel ya da en acı verici şekilde hatırlanması ve buralarda kişilerin farklı bir ruh dünyasına dalması bundandır. Büyüklerimizin “tebdili mekânda ferahlık vardır”, sözü sanırım yaşanmışlıkların bir ürünü olsa gerektir. Yoran, hüzünlendiren, dara düşüren ya da heyecanlandıran yerlerden bir müddet de olsa uzaklaşmak sağlıklı bir yaşam için önemlidir. “Biz Uhud’u severiz, Uhud da bizi sever!”1 diyerek vefatına kadar burayı ziyaret eden ya da annesinin kabrinin bulunduğu Ebvâ köyüne geldiğinde hüzünlenip “annesinin merhametini hatırladığını” söyleyerek2 farklı bir ruh haline bürünen veya Tebük Gazvesi için yola çıkıldığında helak edilmiş Semûd kavminin yurdu Hicr bölgesinden geçerken ashabına buradaki su kuyularından su içmelerini ve hatta bu suyla yoğrulan hamuru yemeyi yasaklayan3 ve buraya ağlayarak girmelerini isteyen Hz. Peygamber de mekanların görünmeyen bir dilinin ve şehadetinin olduğunu belirtmiştir.
Bazı beldeler, semavî dinlere mensup kişiler başta olmak üzere tüm insanlığı derinden etkileyebilme yetisine sahiptir. Zira bu mekânların şahit oldukları hadiseler, sisli ve puslu bir aynanın ya da tozlanmış bir cam parçasının üzerine hafifçe dokunulması sonrasında aralanır ve kişiyi fıtratına uygun bir mecraya taşır. “Fıtrat” ifadesi buraya gelişigüzel kullanılmamıştır. Hz. Peygamber’in “Her doğan İslâm fıtratı üzerine doğar.”4 hadisinden yola çıkılarak bu kelimenin buraya yerleştirilmesi uygun bulunmuştur.
Fıtratın yeniden hayat bulmasında Mekke, Medine ve Kudüs şehirleri önemli bir yere sahiptir. Bu beldeler kişinin yaratılışına uygun hale gelmesine, Allah’a yönelmesine, onun hükümlerine teslim olmasına ya da olmamasına şahit olmuştur. Peygamberlere ve nebilere ev sahipliği yapmış bu mekânların ruhu, yoldan geçeni durduracak, düşündürecek ve sanki yıllardır orada yaşıyormuş gibi hissettirecek bir güce sahiptir. Hz. Peygamber’in de buyurduğu üzere5 bu üç kutsal şehrin diğerlerinden farklı bir hüviyete sahip olması ya da şahit olduğu meselelerin tüm insanlığı ilgilendirmesi nedeniyle yazımızda bu üç mekâna yer verilmesi uygun bulunmuştur.
Şahit mekânlarımızın ilkini esasen bizler değil yüce Rabb’imiz belirliyor. Allahu Teâla “Gerçek şu ki insanlar için yapılmış olan ilk ev, âlemlere bir hidayet ve bir bereket kaynağı olan Mekke’deki evdir.” (Âl-i İmrân 3/96) buyurarak bu şehrin ve kutlu mabedin insanlık tarihine şahit olduğunu belirtiyor. Mekke, mekânların “en emini” (et-Tîn 95/3), “şehirlerin annesi” (el-En‘âm 6/92; eş-Şûrâ 42/7), “karye” (en-Nahl 16/112) ve “meâd” (el-Kasas 28/85) olan, Müslümanların kıblesi ve insanın günahlarından arındığı bir beldedir. “Kim Allah için hacceder de (Allah’ın rızasına uymayan) kötü söz ve davranışlardan ve Allah’a karşı gelmekten sakınırsa, annesinden doğduğu günkü gibi (günahlarından arınmış olarak hacdan) döner”6 buyuran Hz. Peygamber’in bu sözü, Mekke’nin şahitliğinin diğer tüm beldelerden üstün olduğunu âdeta ispatlamaktadır. “Ekin bitmeyen bir vadi” (İbrâhîm 14/37) iken Kâbe ile şereflenen bu mübarek belde, Hz. Âdem’den bu yana insanın kul oluşuna ya da doğru yoldan ayrılışına, Rabbin nurlarının yeryüzüne inişine, insana tecellisine, fillerin ve ebabillerin Beytullah’ı koruyuşuna, zemzemin âb-ı hayat oluşuna ve bunun gibi nice hadiselere şahittir. Yeryüzündeki her toprak türünün birleşiminden7 ve meleklerden bile daha üstün yaratılan Ebü’l-beşer (insanlığın atası) Hz. Âdem’in Hz. Havva ile bulaşmasına şahit olan Arafat,8 Hz. İbrâhîm’in ve ailesinin imtihan edildiği ve şeytan tarafından kandırılmaya çalışıldığı Mina, Hz. Peygamber’in risâletinin başladığı Hira Mağarası ile Hz. Ebû Bekir ile sığındığı Sevr Mağarası buradadır.
Mekke, merhametli ve gayretleri annelere de şahitlik etmiştir. Evladına su bulabilmek için yedi defa Safâ ve Merve arasında koşan Hz. Hacer’i, ardından evlatlarını art arda kaybeden ancak Allah’a şükründe geri durmayan ve tüm malını İslâm uğruna bağışlayan Hz. Hatice’yi görmüş ve onların kabirlerini kucağında muhafaza ederek sîretlerini dağa, taşa ve ağaca nakşetmiştir. Hanif dinine ev sahipliği yaptığı gibi Hz. Peygamberin dünyaya gelişine, peygamberliğinin verilişine, Müslümanlara eziyet edildiğinde Bilâl’in “ahad” diyerek seslenişine ve Müslümanların 630 yılında dört bir koldan kendisine akın etmesine de şahitlik etmiştir. İlk emrin verildiği Hira Dağı; Cebrâil’in (as) aslî suretine, Sevr Mağarası; Allah’ın âyetine, Ebûkubeys Dağı; ebabil ve fillerin Allah’ın emriyle Kâbe’yi muhafaza etmesine, dağları ve taşları ise Hz. Peygamber’e selam verme şerefine nail olmuştur.
Tarih, bu şehirde hep güzel hadiselerden bahsetmez. Hz. Peygamber’e ve Müslümanlara eziyet edilen sokaklara ya da beldelere girildiğinde bir hüzün ya da acı hissedilmesi, yanaklara birkaç damla gözyaşı düşmesi, mekânın insana tecellisidir. “Oku” emrinin çağları aşan nidası, Muhammed ümmetinin tüm insanlığa örnek direnişi, Hz. Peygamber’i bile şaşırtan Gıfâr kabilesinden Ebû Zer’in hidayete erişi,9 İslâm tarihindeki ilk kadın şehid Sümeyye bint Hubbât’ın dillere destan teslimiyeti,10 kocası Yasir ve oğullarının “Allah” için kendilerinden vazgeçişleri,11 Bilâl-i Habeşî’nin o muhteşem ezanı ve daha anlatamadığımız nice olaylar, kelamın sukut etmesine ruhun şahadetinin ise yeniden hayat bulmasını sağlar.
Şahit mekânların ikincisi Medine’dir. Daha önce adı Yesrib iken Hz. Peygamber tarafından “Tâbe”, “Taybe”12 ve efendimize hürmeten “Medinetü’n-Nebî” ya da onunla nurlanan anlamında “Medinetü’n-münevvere” adı verilen ve hatta doksan yediye kadar güzel sıfatlarla müsemma edilen ve Yüce kitabımızda içindekiler13 ve çevresindekiler14 hakkında bilgi verilen bir şehirdir. Kur’ân’la fethedilen bu mekân, insanoğlunun İslâm’la medenileşmesine, Hz. Peygamber’in önderliğinde bir İslâm devleti kurulmasına, düşmanlar ile savaşılmasına ya da barış antlaşmaları yapılmasına, münafıkların fitnesine ve her âyetin anında hayata geçirilişine şahit olmuştur. Şehrin etrafındaki hendekler, Hendek Gazvesi’ni, bu sırada yaşanan kıtlığı, midelere bağlanan taşları ve Resûlullah’ın Bizans, Sâsânî ve Yemen beldelerinin fethedileceğine dair müjdesini,15 Ensar’ın yardımda ve insan hakları konusunda eşi benzeri görülmemiş vefasını hatırlatmaya devam eder. Zira burada ve daha birçok yerde şahit mekânlar unutulmak istenmediğinden bir mescid inşa edilerek onların şahadetleri perçinlenir. Bedir, Uhud, Hendek’te ve daha birçok yerde bina eylenen mescidler bunun belirgin alametidir.
Medine’nin hicret yurdu olması, Hz. Peygamber’in burayı kendisine yurt olarak kabul etmesi16 ve türbesinin burada olması nedeniyle şehir, kendisine meftun olanları hem yakın hem de ulaşılmaz hissettirir. Bir “selam” ve “esenlik yurdu” olan bu belde; Âişe annemizin düğününe, Fâtıma’nın gelinliğine, Ali’nin cesaretine, Hasan ve Hüseyin’in gülüşüne, Osman’ın satın alarak tüm Müslümanlara hediye ettiği kuyuya, Ömer’in haklı sitemlerinin âyetle doğrulanmasına, Ebû Bekir’in Resûlullah’a olan sevgisine, Cibril’in Dihye kılığında ziyaretlerine, küçücük bir çocuğun ölen kuşunun cenaze törenine,17 her sefer sonrasında şehit çocukların ağlayışlarına ya da şükür nidalarına şahit olmuştur. Ashâb-ı Sûffe’yi hatırlatmak istercesine günümüzde dahi Mescid-i Nebevî’nin avlusunda oturanlar vardır. Ebû Hureyre’nin, Âsım b. Sâbit’in ve daha nice gençlerin üniversitesi olan bu ilim yurdu, İslâm’ın hükümlerini birçok beldeye ulaştırmışlardır.
Medine’deki birçok sahâbînin medfun bulunduğu Cennetü’l- Bâki Mezarlığı, şehrin Hz. Peygamber ile başlayan tarihinin ve kimlerin orada yaşadığının bir şahadetnamesidir. Hz. Peygamberin kızları, eşleri, ashâbın önde gelenlerinin kabirleri buradadır. Bu kabristan “Ten fanidir can ölmez/çün gitti geri gelmez/ ölürse tenler ölür/ canlar ölesi değil” diyen Yunus Emre’nin dizelerini hatıra getirir. Zira onlar, kendilerine vefatından sonra gelenlerin de ziyaretlerine şahitlik ederler ve onlara “ölümü hatırlama”18 ve “yaşantılarına çeki düzen verme” hediyesiyle uğurlarlar.
Dört halife döneminde de Medine, her daim farklı bir statüye sahip olmaya devam etmiş ve ona verilen değer, kıymetli mücevherlerle süslenmiş bir bohça gibi sonraki nesle teslim edilmiştir. Şehrin gözbebeği olan Mescidü’l-Nebevî, hâlâ dünya üzerindeki birçok Müslümanın buluşma ve dertleşme noktasıdır. Elbette bu mescid, ilk inşa edildiği gibi değildir. Hz. Peygamber zamanında başlayan genişletilme çalışmaları Hz. Ömer, Hz. Osman ve daha sonra Emevî halifesi Velid b. Abdülmelik (705-715) döneminde Medine valisi olan Ömer b. Abdülaziz (717-720) tarafından devam ettirilmiştir.19 Ömer b. Abdülaziz eliyle yapılan genişleme çalışmasında Hz. Peygamber döneminden kalma bazı yerler ve hatta annelerimizin hücreleri de yıkılınca20 Medine ahalisi kendilerini geçmişe daha doğrusu Efendimiz’e bağlayan şahitli mekânların ortadan kaldırılması nedeniyle oldukça hüzünlenmişlerdir. Abbâsîler döneminde başkent Bağdat olsa da Medine, ihsan buyrulan ve devletin ilim irfan merkezi olarak kabul gören yerlerden biri olarak kutsallığını devam ettirmiş ve en değerli Mushaflar burada muhafaza edilmiştir.21
Zaman zaman siyasî şartlar Medine’yi düşman istilalarına açık hale getirse de hiç eksilmeden arta gelen ve çağların şahit olduğu Peygamber sevgisi, kendi cengaverlerini bulmuş ve onlara kutsal bir misyon yüklemiştir. Örneğin Nûreddin Mahmud Zengî’ye bu görev bizzat Hz. Peygamber tarafından verilmiştir. O rüyasında Efendimiz tarafından onun kabrini ve mübarek na’şını muhafaza etmekle görevlendirilmiş ve Papa tarafından na’şını çalmakla görevlendirilen iki kişiye bularak etkisiz hale getirmiştir.22 Resûl-i Ekrem tarafından görevlendirilenlerin, müjdelenenlerin, uyarılanların veya eğitilenlerin bir kısmını tarih kitapları yakalamayı başarsa da hâlâ keşfedilmemiş birçok kişinin olduğu aşikârdır. Bunların her birini uzun uzun anlatmayı çok arzu etsek de bu yazımızda bir örnek daha vererek iktifa edelim. Onlardan biri de 28 Mayıs 1916 tarihinde Şerif Hüseyin İsyanı’na karşı Medine’ye gönderilen ve iki yıl yedi ay boyunca şehri isyancılara teslim etmemekte direnen Türk kumandan Fahreddin Paşa’dır (1868-1948). O da Hz. Peygamber tarafından rüya yoluyla şehri teslim etmemekle görevlendirilmiştir.23 Bir taraftan isyancılar ve onlar tarafından desteklenen İngilizlerle uğraşan diğer taraftan çekirge yiyerek açlıkla, hastalıkla ve iklim şartlarıyla mücadele eden Fahreddin Paşa ve askerlerinin direniş hikâyesinin aslında bizler de canlı bir şahidiyiz. Zira bu meşhur kumandan, bugün Topkapı Sarayı’nda sergilenen kutsal emanetleri, İngilizlerin ve işbirlikçisi bedevi kabilelerin eline geçmesinden endişelenerek o zor kuşatma şartları altında İstanbul’a göndermeyi başarabilmiştir. Tüm Hicâz toprakları işgal edildiği halde Medine’yi teslim etmemek için elinden gelen her türlü mücadeleyi veren bu komutan nihai olarak şehrin işgali esnasında esir edilmiştir.
Beytülmakdis… Yeryüzündeki ikinci mabed olarak bildirilen Mescid-i Aksa24 buradadır. Hz. Dâvûd ve Hz. Süleyman gibi peygamber krallar tarafından inşa edilen, Hz. Mûsâ’dan Hz. Îsâ’ya kadar pek çok peygambere ev sahipliği yapan, Meryem’i kucağında büyüten, nebilerin ve meleklerin namaz kıldığı,25 Rabbin nurlarıyla defalarca kez yıkanan, miraca şahitlik eden ve geçmiş ümmetlere kıble olan bir yerdir. Ayrıca bu mescid, Hz. Peygamber’in müjdesine göre içinde namaz kılan herkesin annesinden doğduğu gibi günahlarının dökülmesine şahittir.26
Şehadet her zaman iyi değildir belki de… Zira Mescid-i Aksa güzel hadiselere şahit olduğu kadar birçok acıyı da görmüş ve yaşamıştır. 1099’da Haçlılar şehri ele geçirdiğinde bu mabet, kendisine sığınan binlerce Müslümanın kanı ile boyanmış ve avlusundan günlerce kan akmıştır.27 İçi ahıra dönüştürülmüş, domuzların sığınağı olmuştur. Hâlbuki Hz. Ömer döneminde ele geçirilen bu mabedi Müslümanlar, yine Allah’a ibadet edilen bir yer olarak kullanmışlar ve ehl-i kitap için bir selamet yurdu olmasını sağlamışlardır. Uzunca bir zaman Haçlıların elinde kalan bu yapı, ancak 100 yıl sonra Selâhaddîn-i Eyyûbî sayesinde yeniden özgürlüğüne kavuşabilmiştir. Defalarca kez el değiştirse de bütün semavî dinlerin şehri olması nedeniyle her dönem nazlı bir çiçek gibi üzerine titremiştir. On iki bin şamdan altında Yavuz Sultan Selim ve ordusu, fetih sonrasında onun avlusunda namaz kılmıştır. Sultan Abdülhamid Han, Osmanlı borçlarına karşılık Kudüs istendiğinde “onun bedeli ancak kan iledir, zira orası kan dökülerek alınmıştır”28 diyerek bu bölgenin mahremiyetini bir kez daha korumuştur. Bu şahit mekân, avlusundaki son Osmanlı askeri Iğdırlı Onbaşı Hasan’ın29 bölgeden ayrılması sonrasında yalnız kalsa da mağrurluğundan hiçbir şey kaybetmemiştir. Ancak Hasan Onbaşı’nın tek kişilik bu vefası ve kendi başına mescid ziyaretlerine nizam vermesi, günümüz Müslümanlarının “bir kişiden ne olur” bahanesini ortadan kaldırabilecek kadar önemlidir. Osmanlı barışı 401 yıl 3 ay 6 gün burada devam etmiş ve 9 Aralık 1917’de bölgeden ayrılırken dahi Beytülmakdis’in zarar görmemesi için uğraşılmıştır.
“Siyonist sapkınlık” bölgeye hâkim olma çalışmalarına Osmanlı askerinin buradan çekilmesi sonrasında başlamıştır. 14 Mayıs 1948’de, David-Ben Gurion öncülüğünde İsrail adı verilen bir işgal devleti kurmuşlar ve aynı yıl çıkan Arap-İsrail Savaşı sonrasında bölgenin gerçek sahibi olan 700.000’den fazla Filistinliyi topraklarından çıkarmışlardır. Filistinlilerin toprak sattığını iddia ederek de işgallerine meşruiyet kazandırmaya çalışmışlardır. Bu nedenle hem o dönemdeki30 hem de günümüzdeki medya organlarını çok iyi kullanmışlar, kısaca “Yavuz hırsız ev sahibini bastırır” sözünü bilfiil uygulamışlardır. Birçok Filistin yerleşim yerini haritadan silmeye ve buradaki Müslüman halka karşı soykırım yapmaya hâlâ da devam etmektedirler. Öyle ki üç din için de kutsal kabul edilen Mescid-i Aksâ’ya girişler günümüzde de kısıtlanmakta ve hatta belirli günlerde burada ibadet eden Müslümanlara eziyet edilmektedir.31 Yahudi kimliği altında bir Haçlı güruhu çıkmıştır artık karşımıza… Gerçi “Yeni Dünya Düzeni” için her şeyi mubah gören Tapınakçılar ya da Tapınak Şövalyeleri Haçlı Seferleri esnasında Kudüs’te Mescid-i Aksâ’nın avlusunda kurulmamış mıydı? Velhasıl, 2020’de bu kutsal mabede ev sahipliği yapan Kudüs, bu işgalci devletin başkenti olarak ilan edilmiş ve birçok Batılı devlet tarafından da bu karar ivedi olarak onaylanmıştır. Kudüs, iki kardeşi Mekke ve Medine’ye oranla daha yalnız bırakılmış ve mahpus kaderine terkedilmiştir. Ayrıca komşusu Gazze’nin 7 Ekim 2023’den itibaren tüm insanlık tarafından duyulan ancak duyulmamazlıktan gelinen çığlıklarını dinleyerek içerisindeki dert dağarcığını daha da büyütmek zorunda kalmıştır. Yarısı mutluluk diğer yarısı hüzün olan bu şahit mekân, bize şunu düşündürmelidir: “bugün onlaraysa yarın size ve ben bunun en canlı şahidiyim”.
Sonuç
Mekke, Medine ve Kudüs… Peygamberler tarafından bu beldelerde bir mabed inşa edilmesi ve bu emrin Allah tarafından verilmesi, şahit mekânlar arasında bu üçünü önemli bir yere taşımıştır. Bu üç mekândan Mescid-i Haram’ın içinde bulunduğu Mekke, şahit oldukları ile diğerlerinden bir adım öndedir. Bu mabetler, dünyadaki tüm Müslümanların ortak tarihini, geçmişini ve geleceğini sinesinde taşır. Buralarda toprağın üstünde yaşayanlardan ziyade altındakiler bize şahitlik etmektedir. Buraların sahibinin kim olduğunu, kimin emek sarf ettiğini ve nasıl bir teslimiyet gösterdiklerini anlattığı gibi bizleri bir “ibret sarmalına” çekerler. Böylece onları incitmeyen ve güzelleştiren kişiye ya da kişilere ya da tam tersi davrananlara şahitlik ederek albümlerine taşırlar.
İmanın, teslimiyetin ve iradenin anlam bulduğu bu beldeleri bir bütün olarak hissedebilmek, yorgunluk ve telaş dolu yaşamımıza uzatılan bir merdivendir aslında… Bizlere, yaşamı ve dünyaya neden gelişimizi kısa bir film şeridi gibi gözümüzün önünden geçirtir ve ardından sorgulatır, bir anlam buldurur ve nihai olarak da Yaratıcıya giden kapının önünde durdurur. Korkak eller, mahcup yüzler, tadı kaçmış ağızlar ve daha nice solmaya yüz tutmuş meziyetler ve dünyalıklardan medet uman nefisleri bazen de kendine getirir.
Mekânların şahitlikleri elbette önemlidir. Ancak asıl şahadetleri Yaratıcı’nın huzurunda ve O’nun emriyle olacaktır. Zira Yüce Rabbimiz “Nihayet oraya geldiklerinde vaktiyle yaptıklarından dolayı kulakları, gözleri ve derileri onların aleyhine şahitlik eder” (Fussilet 41/20) buyurarak bu şahadette bir derecelendirme yapar ve içinde bulunan ortam ve hatta insanın uzuvlarının şahit olacağını ve gizlenen her şeyin ortaya döküleceğini (Târık 86/9) bildirir. Ve mekân da bu uzuvlara şahitlik edecektir. Nihai olarak zaman ve mekân bizim lehimize ya da aleyhimize şahit olsa da bunların hakkı, ibret alınarak fıtrata uygun yaşanmasıdır.
Notlar
1 Buhârî, “Megazî”, 27; Müslim, “Hac”, 503-504.
2 Müslim, “Cenâ’iz”, 105, 106.
3 Buhârî, “Enbiyâ”, 17; Müslim, “Zühd”, 38-40.
4 Buhârî, “Cenâ’iz”, 92.
5 “(İbadet ve ziyaret) amacıyla sadece şu üç mescide yolculuk yapılır. Bunlar: Mescid-i Haram, Mescid-i Nebevî ve Mescid-i Aksâ’dır”.(Buhari, “Fedailü’s-sahabe”, 1/6; Müslim, “Hac”, 511.
6 Buhârî, “Hac”, 4; Müslim, “Hac”, 438.
7 Ebû Dâvûd, “Sünnet”, 16.
8 Ebû Ca‘fer Muhammed b. Cerîr et-Taberî, Târîhu’r-rusül ve’l-mülûk, thk. Muhammed Ebu’l-Fazl İbrâhîm (Mısır: Darü’l-Maârif, 1387/ M.1967), 1/122.
9 Ebû Abdillâh Muhammed b. Sa‘d, eṭ-Tabakatü’l-kübrâ, nşr. İhsan Abbas (Beyrut: Dâr Sâdır, 1968), 4/223.
10 Ebû Bekir b. Ebû Şeybe, el-Musannef, thk. Saad b. Nasser el-Shithri (Riyad: Dar Kunooz Eshbelia, 1436/2015), 20/128.
11 İbn Sa‘d, Tabakat, 3/ 227.
12 Ahmed b. Hanbel, el-Müsned (Kahire 1313/1895), 4/ 285.
13 Tevbe 9/101; Ahzâb 33/60; Münâfikûn 63/8.
14 Tevbe 9/120.
15 Muhammed b. Ömer el-Vâkıdî, Kitâbü’l-Megazî, nşr. Marsden Jones (Beyrut: Âlamü’l-Kütüb, 1989), 2/450.
16 Buhârî, “Büyûʿ”, 53, “Cihâd”, 71, 74; Müslim, “Ḥac”, 454.
17 Buhari, “Edeb”, 112.
18 Müslim, “Cenâ’iz”, 106.
19 Celâlüddîn Abdurrahmân b. Ebî Bekr es-Süyûtî, Târîhu’l-Hulefâ, thk. Hamdi Demirtaş (Mekke: Mektebetü Nizâr Mustafa el-Baz, 1425/2004), 168.
20 İbn Zebâle, Ahbâru’l-Medîne, çev. Fatih Mehmet Yılmaz (Ankara: Ankara Okulu Yayınları, 2018), 73.
21 İbn Zebâle, Ahbâru’l-Medîne, 79.
22 Evliya Çelebi, Evliya Çelebi Seyahatnamesi (İstanbul: Devlet Matbaası, 1935), 9/621-625.
23 Salâhi R. Sonyel, “İngiliz Belgelerine Göre Medine Müdafii Fahrettin Paşa”, Belleten 36/ 143 (1972), 349.
24 Buhari, “Enbiya”, 10/40; Müslim, “Mesacid”, 1/2
25 Şihâbüddîn Yâkūt b. Abdillâh el-Hamevî, Mu’cemü’l-Büldân (Beyrut: Dâru Sâdır, 1990), 5/166-167.
26 İbn Mâce, “İkametü’s-Salah ve’s-Sünneti fîha”, 196.
27 Fulcherius Carnotensis, Kudüs Seferi, çev. İlcan Bihter Barlas (İstanbul: IQ Kültür Sanat Yayınları, 2009), 102-104; Urfalı Mateos, Urfalı Mateos Vekayi-nâmesi (952-1136) ve Papaz Grigor’un Zeyli (1136-1162), çev. Hrant D. Andreasyan (Ankara: TTK Yayınları, 2000), 199; Gülşen İstek, Almanlar Kudüs’te. Haçlı Seferlerinde Almanlar (İstanbul: Beyan Yayınları, 2021), 103.
28 Yaşar Kutluay, Siyonizm ve Türkiye (İstanbul: Koloni Yayınları, 2000), 101.
29 Mesut Mezkit, “Mescid-i Aksa’yı Bekleyen Son Osmanlı Askeri Öldüğünde Kudüs’ü Zaten Kaybetmiştik”, Yeni Fikir 9/21 (2018), 8-14.
30 Bu konu hakkında bk. Gülşen İstek, “Hilâfetin Kaldırılmasının Avusturya Basınında Yansımaları”, e-Şarkiyat İlmi Araştırmalar Dergisi 11/2 (Ağustos 2019), 684-712.
31 https://www.aa.com.tr/tr/dunya/netanyahu-filistinlilerin-ramazanda-mescid-i-aksaya-girisinin-kisitlanmasina-onay-verdi-/3141424 (19.02.2024).