İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi öğretim üyesi Prof. Dr. Şinasi Gündüz hocamızla dosya konumuz olan “şahit” kavramını değerlendirdik. Kavramsal çerçevesini, tarihi arka planını, diğer dinlerdeki durumunu; birey ve toplumsal karşılıklarını ve en önemlisi Müslüman kimlik, bilinç ve sorumluluk açısından şahitliğin önem ve değerine dair ufuk açıcı bir söyleşi oldu. Anlam daralmasına maruz kalmış Kur’ânî bir kavramı çeşitli veçheleriyle yeniden anlamaya/anlamlandırmaya çalıştık.
Hocam hoş geldiniz, öncelikle değerli vaktinizi bizim için ayırdığınız için teşekkür ederiz.
Hoş bulduk, teşekkür ediyorum.
Malum söyleşimiz “şahitlik” çerçevesinde gerçekleşecek ve “şahit olma” vasfı üzerinden bir değerlendirme yapacağız. Şüphesiz şahitlik gerçekten üzerinde durulması gereken temel noktalardan biridir. Hocam ilk sorumuza gelecek olursak, şahitliği olgusal bir zemin üzerinde nasıl değerlendirebiliriz? Örneğin, Allah’ın kendisine şahitliği, insanın kendisine şahitliği, varlıkların ve meleklerin şahitliği gibi çok sistematik bir kavramsal zeminle karşı karşıyayız. Buna yönelik bakışınız nedir?
Şahitlik kavramı, temelde Kur’ân’dan alınan bir kavramdır. İslâm açısından baktığımızda, maalesef günümüzde anlamı oldukça daraltılmıştır. Şahitlik denince aklımıza genellikle hukukî bir olay geliyor, bir insanın bir olaya tanık olması ve bunun gereğini yapması geliyor. Ancak şahitlik çok daha geniş bir kavramdır. Örneğin, Kur’ân-ı Kerîm’de “Şehîdallahu ennehû lâ ilâhe illâ huve” (Âl-i İmrân, 3/18) âyetinde Allah şahitlik yapıyor. Allah neye şahitlik yapıyor? Kendisinden başka ilâh olmadığına. Melekler de şahitlik ediyor, ülü’l-emr yani sağlıklı akıl sahipleri de buna tanıklık yapıyorlar. Burada hukukî bir olaya şahitlikten ziyade bir hakkın, hakikatin ifadesi var. Bu çerçevede baktığımızda, şahitlik kavramı kelime anlamı itibarıyla tanıklık demektir ama neye tanıklık? Hakka, hakikate tanıklık…
Allah Resûlü (sas) bazı şahitlikleri kınar, hatta tel’in eder. Nedir mesele? Haram bir işin meşruiyetine yapılan şahitlikleri tel’in eder çünkü o, gerçek bir şahitlik değildir; o harama iştirak, haramı meşrulaştırmaktır. Oysa Kur’ân’ın şahitlik kavramına yüklediği anlam, hakikatin vurgulanmasıdır; hakikate tanıklık etmektir, hakikatin ifadesinde rol model olmaktır. Mesela “Allah kendisinden başka ilâh olmadığına şahitlik etti, melekler de şahitlik etti.” derken Cenâb-ı Hak, özellikle hükümranlık anlamında, uluhiyet anlamında yegâne gerçekliliğine bizzat kendisi tanıklık ediyor, melekler de tanıklık ediyor, aklı başında olan her insan da buna tanıklık yapıyor. İşte Cenâb-ı hak bunu vurguluyor bu şahitlikte. Dolayısıyla şahitlikte en temel unsur hakikate tanıklık yapmak, hakikati ifade etmektir. Bu açıdan baktığımız zaman Kur’ân-ı Kerîm’de der ki: Allah Resûlü sizin üzerinize şahit, Müslümanlar da tüm insanlara karşı şahittir. Allah Resûlü’nün bize şahit olması ne demek? Allah Resûlü 1400 sene önce vefat etti. Berzah âleminden ya da âhiret aleminden tutup da bize tanıklık yapması değil bizim anladığımız tarzda… Yani bizi görmesi, izlemesi, tanıklık yapması değil ama Allah Resûlü’nün bize şahitliği nedir? Hakkı ifade etme konusunda yaptığı tanıklıktır, örnekliktir, temsiliyettir.
Çünkü şahit demek hem bir şekilde hakkı ifade ederek, hakkın hakikatine vurgu yaparak buna şahitlik yapan ama hem de kendi tutum ve davranışlarıyla onu temsil eden anlamına geliyor. Allah Resûlü bu açıdan üsve-i hasene olarak hakikati temsil noktasında bize bir şahittir. Müslüman insan da her zaman hakşinas olarak hakkın, hakikatin yanında yer alarak tüm insanlara şahitlik yapıyor çünkü o, hakkın ve hakikatin rol modelidir. Mesela Müslüman ve zulüm yan yana anılamaz, anılmamalıdır. Haksızlık anılmamalıdır, yalancılık anılmamalıdır, sahtekârlık anılmamalıdır. Diyelim ki bir Müslümanla İslâm’ın temel değerlerine yabancılık asla yan yana olmamalıdır. Çünkü eğer böyle bir şey söz konusu olduğu zaman o şahitliğe ihanet edilmiş olur. Bundan dolayı Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerîm’de adâleti vurgulayarak der ki: “Kendi aleyhinize bile olsa, en yakınlarınızın aleyhine bile olsa adâletten şaşmayın.” Neden? Çünkü adâletten şaşmak Müslümanın, bir defa Müslümanlık vasfını zedeleyen, şahitlik vasfını zedeleyen bir durumdur. Yani Müslümanlığa yakışmaz.
Bununla birlikte şahitlik günümüzde anlamı daraltılan bir kavram haline geldi. Sadece hukukî düzlemde herhangi bir hâdiseye tanıklık yapmak anlamıyla sınırlandırıldı. Kuşkusuz şahitliğin bu fıkhî, hukukî karşılığı var tabii ama şahitlik sadece bundan ibaret değil. Bu sadece şahitlikle ilgili anlamlardan bir tanesi ama asıl önemli olan her zaman hakkın yanında yer alma, hakkı temsil etme, hakkı söyleme, hakkın yanında olarak hakikatin adamı olarak her durumda hakkı temsil etme cesareti, fedakârlığıdır.
Eyvallah. Yani burada özellikle şahitlikte bahsettiğiniz Allah’ın şahitliği, peygamberin şahitliği ve Müslümanların yani müminlerin şahitliğidir. O zaman şahitlik kavramı çok daha geniş bir çerçeve içerisinde geniş bir alana da yayılmış oluyor. Dolayısıyla mümin kendi hâl hareket ve tavırlarını bu şahitlik bağlamını dikkate alarak değerlendirmelidir değil mi?
Evet, işte az önceki âyet-i kerime bağlamında Allah’ın şahitliğini, meleklerin şahitliğini düşündüğümüz zaman burada şahitlik yapılan husus nedir? “Lâ ilâhe illallah/Allah’tan başka hiçbir ilâh yoktur.” Buna kelime-i tevhid diyoruz. İslâm’ın alâmet-i farikasıdır, Müslüman kimliğinin de temel taşıdır. Allah’tan başka hiçbir otoritenin önünde boyun eğmemek, sadece Allah’ın hükümranlığını kabul etmek ve hiçbir zaman Allah’ın uluhiyetine, O’nun egemenliğine, hakimiyetine zarar verecek hiçbir şeye kesinlikle eyvallah dememek gerekir. Bu bir Müslüman duruşudur. Bu çerçevede Cenâb-ı Hak, “Bundan başka bir gerçeklik yok!” diyor, melekler de bu şekilde şahitlik ediyor. Kur’ân-ı Kerim’in melek tanımına baktığımız zaman “Biz seni hamd ile tesbih ve takdis ederiz.” diyen varlıklardır. Dolayısıyla her zaman Allah’a itaat eden varlıklardır melekler. Müslüman insanlar da böyle ve Müslümanın bu anlamda şahitliği demek 7/24 yaşamında lâ ilâhe illâllah bilincini temsil etmesi anlamına geliyor. Bu bilinçle hayata bakmak anlamına geliyor.
Hocam bir de müminâne terimi var ya, “Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammedün abduhu ve resûlühu”, bir insan bu cümleyi söyledikten sonra iman etmiş ve İslâm’a girmiş oluyor malum. Demek ki müminin şehâdeti yani hem Allah’ın şahitliğini hem de peygamberin, nübüvvetin şahitliğini yaparak aslında diğer insanlar için şahit olmak gibi bir durumu da bize işaret ediyor.
Kesinlikle öyle. Yani o bir bilinçlilik hâlinin aslında ifadesidir kelime-i şehâdet. Müslüman her daim kendi değerlerinin yani Allah’tan başka ilâh olmadığı Hz. Muhammed’in (sas) onun kulu ve resûlü olduğu gerçekliğinden hareketle hayatı anlayan, hayata o şekilde bakan, asla kendi çıkarlarını, menfaatini, egosunu, ideolojiyi, hevâ ve hevesi ön plana çıkartmayan bireydir. Zaten Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerim’de bazı insanları uyarıyor. Mesela “İman ettik, derler, oysa onlar gerçekte iman etmiş değillerdir.” diyor. Neden değiller? Çünkü iman kalplerine sinmedi. Yani tutum ve davranışlarıyla iddiaları arasında büyük uçurum var anlamına geliyor bu. Şimdi neden böyle? Çünkü eğer bir insan “Ben Müslümanım” diyorsa bu şu anlama gelir: “Ben, Allah’tan başka hiçbir ilâh olmadığına şahitlik eden birisiyim. Hz. Muhammed’in (sas) O’nun kulu ve resûlü olduğuna şahitlik eden birisiyim ve buna bağlı kalan insanım.” demektir. Kendi tutum ve davranışlarında buna aykırı davranıyorsa onun o iman lafı boş bir laf, boş bir iddia, temelsiz bir iddiadır. Cenâb-ı Hak bu tiplemeleri uyarıyor: “Ey iman edenler! İman edin!” Cenâb-ı Hak iman edenleri niye tekrar böyle uyarıyor? Çünkü iman sözü bir iddiadır, değil mi? Asıl o iddianın gerçekleşmesi o temsil noktasında ortaya çıkar. Şimdi siz diyebilirsiniz ki; “Dünyanın en âdil adamı benim, en iyi insanı benim.” Tabii ki bu söz önemli bir söz, buna inanarak söylüyorsanız ama asıl sizin tutum ve davranışlarınızla bu ortaya çıkar. Eğer siz tutum ve davranışlarınızda âdil değilseniz, tutum ve davranışlarınızda “iyi bir insan” değilseniz o söz boş bir söz olur. Şimdi bu noktada şahitlik Müslümanın diğer insanlar için şahitliği, hakkı ve hakikati temsil noktasında bir rol model olmalarından geçer. Mesela Allah Resûlü dinî tebliğ insanların birçoğu Hz. Peygamber’in ya da ashâb-ı kirâmın tutum ve davranışından etkilenmiştir. İnsanlardan bazıları Peygamberimiz’in bir davranışına bakıyor Müslüman oluyor, etkileniyor. Sahâbe-i kirâmın bir davranışı onu etkiliyor, kalbine iman girmiş oluyor. Neden? Çünkü sözden öte hâl ve hareketin gücü var. İşte şahitlik dediğimiz husus temsil noktasında hakikati ifade ederek, her daim onun yanında durarak, hak ve hakikatin mücadelesini vererek o temsili gerçekleştirmektir ve bununla insanlara rol modeli olmaktır.
Hocam dinler tarihi bağlamında şahitlik meselesinin diğer kültür medeniyet ve inançlarda tebarüz ettiği alanlar ve farklılıklar nelerdir? Şahitliğin kurumsal bir zemin kazandığı alanlar olduğu gibi kişisel zeminlerde de mevcut oluşunu dikkate alırsak neler söyleyebiliriz?
Kur’ân-ı Kerîm’deki şahitlikle ilgili kavramlar; şahit, şehit kavramlarının hepsinin kökeninde tanıklık vardır. Mesela şehit kavramı da böyledir. Şehitler, Allah yolunda malıyla, canıyla mücadele edip canını veren insanlar en üst mertebelerden biri olarak Allah katında nimetlendirilen insanlar olarak anılıyor. Şehit de mesela tutum ve davranışıyla hakikate bizzat tanıklık yapan insandır. Şehit ve hukukî anlamda şahitle aynı kökenden geliyor. Biz bu durumu farklı bazı dinlerde de görüyoruz. Mesela Hristiyanlıkta bu var. Hristiyanlıkta, şehidin karşılığı Yunanca “martys” terimidir. Hatta Batı dillerindeki “martir” (şehit) terimi buradan gelir. Hristiyan geleneğinde bununla ilgili literatür de var, “martiyoloji” diye, şehitlik ilmî anlamında bir bilim dalı da var. Hristiyanlar özellikle 2. yüzyıldan itibaren ve sonlarından itibaren bu “martur” terimini kullanıyor. Kendi inançları için yaşamını veren insanlar için burada bir sürü örnek var. İzmirli Polikarp var, en erken Hristiyan marturlardan biri. Onlar şehit olarak biliniyor. Ya da mesela Justin diye birisi var erken dönemde, şehit lakabıyla bilinen bir Hristiyan din adamı. Bunlar, inançları uğruna yaşamını feda eden insanlar ve Hristiyan geleneği bu insanlara “martur” demiş, yani tanık demiş. Tabii bu terim sadece şehitler için kullanılmıyor. Îsâ Mesih’in Hristiyan inancına göre mesajına tanıklık edenler için de bu kavram kullanılıyor. Hristiyan kutsal kitabında ve Yeni Ahit’te hakikate tanıklık eden anlamında, gerçeğe tanıklık eden anlamında geçiyor. Bu bağlamda, inancı için yaşamını veren insanları da bizzat kendi tutum ve davranışıyla Îsâ Mesih’in mesajına tanıklık yapan, yani onu bizatihi tekrarlayan, kendi yaşantısıyla da Îsâ Mesih’e uyan insanlar anlamında kullanılıyor çünkü Hristiyan inancında Îsâ Mesih, Kur’ân’ın bahsettiği peygamber Hz. Îsâ değildir. Çünkü Hristiyanlara göre Îsâ Mesih tanrısal bir figürdür. Hristiyanlar böyle inanıyor ve Îsâ Mesih’in çarmıhta can verdiğine inanıyorlar. Îsâ, insanlara ilahî mesajı anlatmak, öğretmek ya da hakikati insanlara zikretmek için kendisini çarmıhta feda eden bir figür olarak görülüyor. Şimdi Hristiyan geleneği, erken dönemlerden itibaren, Hristiyan şehitlerin de kendi inançları için canlarını vererek Îsâ Mesih’in bu davranışına tanıklık yaptıklarını düşünüyorlar. Bundan dolayı onlara “martur” diyorlar. Bu da bize şunu gösteriyor: Aslında Hristiyanlık gibi geleneklerde de bu kavram var ama şahitlik kavramına hukukî anlamda baktığımızda ise fıkhî anlamda, bu kavramın tüm kültürlerde var olduğunu görüyoruz. Ancak, kendilerine göre inancı için hayatını feda eden birtakım insanlarla ilgili onların da bazı telakkileri var ama fıkhî, hukukî anlamda şahitlik bağlamında bir gelenek hemen hemen bütün kültürlerde var.
Şimdi şahitliğin doğru bir şekilde yapılması gerektiğini ilzam eden bir hukuk zemininde aynı zamanda şahitliğin insanın doğruluk ve ahlâkî yapısıyla ilişkisi bakımından durduğu yerin önemi ve hukuk ile şahitlik arasındaki derin irtibatın neye tekabül ettiğini biraz daha açabilir misiniz?
Mesela Cenâb-ı Hak bizlere diyor ki: “Alışveriş yaparken iki tane şahit tutun, hatta bunu yazıya geçirin.” der. Burada şahitlik ya da mesela bazı fıkhî olaylarda, ceza gerektiren durumlarda, şahitler tarafından ispatlanması istenen hususlar var. Hırsızlıkta, öldürmede ya da başka olaylarda… Şimdi, burada şahitlik vurgulanırken, İslâm fakihleri derler ki şahitlikte de birtakım şartlar aranır. Yani, her insan şahit olarak kabul edilmez, edilmemelidir. Peki, nedir bu şartlar? Mesela, bir tanesi adâlettir. Şahidin adil olması gerekir çünkü adil olmayan bir insandan şahit olmaz. Zalimden şahit olur mu? Zulmün yanında olan, çıkarını gözeten bir insandan şahit olur mu? Ya da mesela şahitlik için kişinin olgunluğa sahip olması gerekir. Hatta, fıkıh kitaplarımızda yine şahitlik için bir insanın Müslüman olması, iman ehli olması şartı aranır. Bunun gibi şartlar var. Bu da bize şunu gösteriyor: Şahitlik dediğimiz şey fıkhî anlamda ele alsak bile İslâm ahlâkından bağımsız değildir. İslâm ahlâkının tecelli etmediği bir zihin yapısından sağlam bir şahitlik oluşmaz. Bir insanın hakka, hakikate şahit, tanık olması için öncelikle güvenilir bir insan olması lazım. Tutarlı, adil, dengeli ve dürüst olması gerekir. Yani, İslâm ahlâkının temel değerlerine bağlı bir insan olması gerekir. Bu da bize şunu gösteriyor: Şahitlik dediğimiz şey özü itibariyle İslâm ahlâkının bir parçasıdır, ondan bağımsız değildir. Tıpkı adâlet kavramı gibi… Adâlet hem İslâm ahlâkının hem de İslâm ilahiyatının bir parçasıdır. Çünkü adil olmak her şeyden önce Allah’ın bir vasfıdır. Allah adildir. İkincisi de İslâm ahlâkının temel bir parçasıdır. Cenâb-ı Hak, adâleti İslâm ahlâkının tam merkezine yerleştiriyor. Şahitlik de böyledir. Cenâb-ı Hak her şeyden önce kendisi şahittir. Âyet-i kerimede Allah’ın şahit olduğundan bahsedilir ama aynı zamanda şahitlik, hakka ve hakikate sahip çıkma, bunu temsil etme her daim de hakkın ve hakikatin yanında yer alıp onu söyleme anlamında Müslümanın vasfıdır. Yani İslâm ahlâkının bir parçasıdır. Bu çerçevede İslâm ahlâkının diğer tüm değerleriyle şahitlik iç içe olan bir kavramdır. Bunlardan kopardığınız zaman sahih bir şahitlik olmaz, sağlam bir şahitlik olmaz. Yalan söyleyenin şahitliği kabul olmaz, adil olmayan bir insanın, fasığın şahitliğine güven olmaz, güvenilmez.
Varlığın birbiriyle ilişkisi ve iletişim bakımından şahitliğin durduğu zemin ve bu ilişkilerin niteliğini belirlemesi bakımından şahitliğin konumu ve insanın varlık skalasındaki konumu bakımından önemi nedir? Yani şimdi yeni yapılan çalışmalarda, bilimsel olarak biliyoruz ki ağaçlar, hayvanlar birbirleriyle iletişim içinde. Aslında bütün varlık kategorileri birbirleriyle bir ilişki ve iletişim içindedir. İnsan da bu ilişkilerin bir parçası ve aynı zamanda hami bir pozisyonu da taşıyor. Şahitliğin bu bağlamda neye tekabül ettiği üzerine neler söylersiniz?
Bu konuda sizlere güncel bir örnekle izah etmeye çalışayım. Şimdi Gazze olayları hepimizin malumu. Hemen hemen neredeyse bir yıl oldu. 7 Ekim’de sene-i devriyesi olacak. Müthiş bir zulüm devam ediyor. Uluslararası camiada, bazı insanların zihinlerine yıllar yılı medyanın ve siyaset bilimcilerin yüklemeye çalıştığı İslâmofobiyi bu olay yıktı ve insanların, İslâm’a sınırlı da olsa yaklaşmalarını sağladı. Öyle ki biz birçok ihtida hikayeleri okuduk bu Gazze olaylarıyla ilgili. Amerika’dan, Avusturya’dan… Neden peki bu oldu? Bununla ilgili bazı kişilerle röportajlar yapıldı. Ben, Amerikalı bir hanımefendiyi hatırlıyorum. 7 Ekim’den birkaç ay sonra bir röportajda ona “Seni ne cezbetti?” diye soruyorlar. Kadın diyor ki: “Kur’ân’ın ilk 10 sayfasını okudum ve tüm sorularıma cevap verdi.” Niye böyle? Niye Kur’ân’ın ilk 10 sayfası senin tüm sorularına cevap veriyor? Ne oldu da böyle oldu? İnsanlar, Gazze’de bir zulüm olduğunu, her gün bombaların yağdığını ve insanların hayatını kaybettiğini gördüler. Ancak o insanlarda müthiş bir tevekkül, müthiş bir direnç var. Bu direnme ruhu nereden geliyor? Bu ruh nereden besleniyor? Birincisi bu. İkincisi: O ilk esir takasında, esir bırakma olayında, müthiş bir medyatik başarıyla, enformasyon başarıyla tutsak alınan Siyonistler burunları kanamadan teslim edilirken bu işgalcilere, sanki halinden çok memnun insanlardı, Hamas’ın yetkilileriyle kucaklaşıyorlar el sallıyorlar. Bu, insanları düşündürüyor: Nasıl bir ruh hali bu? Sen bu insanları tutsak alıyorsun; ama bu insanlar müthiş bir dönüşüm yaşamış adeta. Öbür taraf ise tam tersi… Bu direnç ve ruhun arkasındaki güç nedir diye araştırmaya sevk etti bu insanları. Buradan hareketle insanlar Kur’ân okumaya başladılar çünkü en büyük referans Kur’ân’dır. Kur’ân okuduklarında ön yargıdan arınmış şekilde, ilk 10 sayfada sorularına cevap buldular. İşte bu, Müslümanın zamana şahitliğidir. Çünkü sen hangi ortamda olursan ol, kendi değerlerini yaşatıyorsan ve bunları insanlarla buluşturuyorsan, sen gerçekten şahitliği doğru yapmışsın demektir. Şahitlik dediğimiz şey münzevî gibi bir mağaraya çekilip orada yaşamak değildir. Şahitlik, kendini dünyanın en iyi insanı ya da en rafine Müslümanı ilan etmek değildir. Şahitlik lafzî Müslümanlıkla olmaz; lafa kimse bakmıyor, senin tutum ve davranışlarına bakıyorlar. Bu açıdan baktığımızda işte şahitlik, kendi değerlerini insanlıkla buluşturmaktır. İnsanlığa kendi değerlerinde yön vermen ve onu aydınlatmandır. Bu açıdan baktığımızda şahitlik kavramı çok geniş bir anlamı ifade ediyor.
Biz kendi değerlerimizden uzaklaştığımız için maalesef bugün büyük çoğunluk için söylüyorum, insanlığa verecek bir şeyimiz yok. Müslümanlar olarak insanlara çok şey verebiliriz ama nasıl vereceksin? Kendi değerlerini kendin yaşamıyorsan, o değerler sadece lafta kalır ve insanlık için bir rol model oluşturmaz. Ancak Gazze örneğinde olduğu gibi tabii ki bu çok münferit bir hâdise denilebilir ama ben çok önemli görüyorum. Bir şekilde bu direnme ruhu, bu tevekkül, en zor durumda bile hak ve hakikatin yanında yer almak ve Allah’a imanı, güveni, hakkın yanında olmayı asla ama asla bir tarafa bırakmama, dalga dalga insanların içindeki önyargıları yıkıyor.
Hocam tam da bu noktada, şahitliğin insan ahlâkındaki konumu ve etkisi üzerine konuşabiliriz. İmâm İbn Teymiyye “İman; dil ile ikrar, kalp ile tasdik ve erkân ile amel etmektir.” diyor ya sanki şahitliğin tanımı gibi duruyor. Bu konuda ne dersiniz?
İşte burada iman kavramını genellikle sadece dil ile söylemek, kalp ile tasdik etmek olarak anlıyoruz. Oysa sadece bu değil. İman dediğimiz olgu aslında çok yönlü bir şeydir. Bu konuda benim hep dikkatimi çeker. Yanılmıyorsam İmâm-ı Azâm’ın el-Alim ve’l-Müteallim eserinde bu kavramı ifade ederken tasdikten, ikrardan, yakînden, marifetten ve İslâm’dan bahsediyor. İkrar ve tasdik, dil ile söylemek, kalp ile tasdik etmek. Peki, yakîn ne? Yakîn, bunu içselleştirmek. İslâm ne? Bunun gereğini yerine getirmek. Marifet ne? İçselleştirdiğin şeyin farkında olmak. Farkındalık dediğimiz şey. Yani bu beş şey bir araya geldiği zaman gerçek iman oluşturuyor. Şimdi, Müslüman dünyaya bakın; İslâm ve İslâmî değerler maalesef sadece ikrara dönüştü. Tasdik bile bir tarafa bırakılıyor, yani sadece ikrar… “Elhamdülillah Müslümanım, Elhamdülillah Müslümanım!” deyince sanki biz cennetten arsa satın alıyoruz, köşeyi döndük. Ben şöyle bakıyorum da yani Müslüman dünyanın çoğunda böyle gerçekten… Adı Ahmet, Mehmet… “Elhamdülillah Müslümanım” diyor, ekonomik anlamda kapitalist; Bireysel anlamda bakıyorum hazcı, çıkarcı, hedonist… Yani “Vur patlasın, çal oynasın; zevkim neyse onun peşindeyim.” diyen bir insan. İnsan ilişkilerine bakıyorsun; çıkarcı, pragmatist… Bakın böyle bir dünya… Böyle bir Müslüman olabilir mi Allah aşkına? Böyle bir insanın zamana şahitliği olur mu? Böyle şahit bir Müslüman olabilir mi? Yani İslâm’ın temel değerleri, bizim benliğimizi, ekonomik ilişkilerimizi, sosyal ilişkilerimizi, aile ilişkilerimizi, topluma bakışımızı, içimizde yaşadığımız şu dünyada etrafımızda ne oluyor ne bitiyor hem ulusal düzlemde hem uluslararası düzlemde… Buna yönelik tutum ve davranışlarımıza yansımalı değil mi? Müslüman olan insan her yerde taraf olan insandır. Tarafsız değildir asla! Çünkü bizim şahitliğimiz, bize taraf olmayı zorunlu tutuyor. Neyin tarafında olmalı Müslüman? Hakkın ve hakikatin tarafında. Eğer bir yerde zulüm varsa, Müslüman onun karşısındadır. Zulmü kim yaparsa yapsın; haksızlık varsa karşısındadır. Biri hakkı söylüyorsa, kim söylüyorsa söylesin; Müslüman, “Evet, bu hakkı söylüyor.” demek durumundadır. İsterse kendi babası olsun, isterse bir başkası olsun, asla haksızın yanında yer almamalıdır Müslüman. Ama günümüze baktığımızda böyle bir tabloyla mı karşılaşıyoruz? Maalesef, karşılaşmıyoruz. Maalesef, gücü ilâhlaştıran bir dünyada yaşıyoruz. Güce tapan bir dünya… Hani İngilizlere atfedilen bir söz vardır atasözü gibi söylenir. “Money is might, might is right/Para güçtür, güç de haklılıktır.” Aslında bu tam da günümüz dünyasının bu câhiliye zihin yapısının ifadesi. İnsanlar güce tapıyor. Eğer paran varsa, siyasal gücün varsa, silahın varsa, sosyal anlamda güçlüysen seni rol model alıyorlar. Bu güce sahip olan insanların önünde secde ediyorlar, hakikati de onda arıyorlar, her türlü iyiliği de onda arıyorlar. Bakın, böyle bir zihin yapısı, maalesef tüm insanlığı esir almış durumda. Bugün Müslüman dünya denilen dünyanın da önemli bir çoğunluğu maalesef bu zihin yapısının tutsağı olmasıdır. Böyle olduğu için insanları bu kötü durumdan kurtaracak bir şey üretmiyor, üretemiyor. Yani sözü dinlenmiyor. Hani derler ya, önemli olan hâldir, lafa bakılmaz. Şimdi insan senin tutum ve davranışına bakıyor. Sen “Kardeşim şu hareket kötüdür.” diyorsun. Sana bakıyor sen o hareketi yapıyor musun, yapmıyor musun? Sen “Bu kötü!” deyip de o hareketi yapıyorsan, onun hiçbir değeri yok.
Bugün en çok eleştiri aldığımız noktalardan bir tanesi de budur zaten. Yani Müslümanların özellikle hâl ve hareketlerindeki tenakuz, çelişkiler… Şimdi buradan hocam, insanın kendi şahitliğini unutması, kendi sapkınlığının da tezahürü müdür? Bu aynı zamanda da bir toplumsal yozlaşmayı besliyor mu?
Kesinlikle böyle. Neticede insan; kendi şahitliğine, hak ve hakikate tanıklığına yabancılaştığı zaman bu ne oluyor? Aileyi, sosyal çevreyi, arkadaş çevresini, iş çevresini ve toplumun genelini bozuyor. Yani bu sadece seninle, o bireyle sınırlı kalmıyor. Böyle adeta bir domino taşı gibi dalga dalga tüm topluma bu sirayet ediyor ve belirli bir zaman sonra da o yozlaşma artık içselleştiriliyor. “Herkes böyle, bir tek ben böyle değilim ki! Herkes böyle, demek ki bu normal.” diyor insanlar. Yani kötülük normalleşiyor. Bakın, kendi ülkemizde bile bugün adâletsizliğin, yozlaşmanın, ahlâkî çöküntüyü görebiliyoruz. Ailede, toplumda bir sürü gerçekten yozlaşma var. Bunun sıradanlaşması biraz da bundan değil mi? Bir kişi böyle yapıyor. “Sen niye böyle yaptın?” “İyi de diyor, herkes aynısını yapıyor” diyor. “Ben iktidar oldum, pastadan en büyük payı ben almalıyım.” Kardeşim niye en büyük payı sen almalısın? Adâlet bunun neresinde?” denildiğinde de diyor ki: “Herkes öyle diyor, iktidar olunca pastanın büyüğünü sen yiyeceksin.” Şimdi bakın, burada öyle bir şey ki yozlaşma sıradanlaştırılıyor…
Cenâb-ı Hakk’ın adâlet konusundaki âyetlerine baktığımızda ise düşmanınız bile olsa, size düşman bir topluluk bile olsa, adâletten asla sapmamayı emretmektedir. Kendiniz ve en yakınınız aleyhine bile olsa, adâletten ayrılmayın, denir. Bu çok önemli. Yani insanın mesela adâlet, işte hakkın yanında durma, hakşinas olma, bundan ayrılmaması, toplumda adâlet duygusunun yerleşmesini sağlar. İnsanın mesela diyelim ki iyilik, doğruluk, emniyet, güven, ihsan, merhamet… Bunların sayısını artırabilirsiniz. Bütün bu değerleri birey anlamında kendi hayatında içselleştirmesi, bunun gereğini yapması, bunun ailede, toplumda mutlaka bir yansıması şeklinde de gerçekleşir. Dolayısıyla bu çerçevede şahitlik dediğimiz şey aslında sadece bir bireyin kendi tutum ve davranışlarıyla sınırlı olan bir şey değil. Kişi bireysel şahitliğinin hakkını vermediğinden, hakikatten ayrılması; toplumun genelinin hakikate tanıklık etme konusunda de bir yozlaşmasına neden oluyor.
Eyvallah hocam. Bir sorumuz da modern düşünce ile ilgili. Modern düşüncede şahitlik meselesi ele alınmış mıdır? Şahitliğin hukukî boyutu dışında modern düşüncede şahitlik nasıl ele alınmıştır? Hukukta zaten bir şey var; ama onun dışında bir şey var mı acaba?
Modernite dediğimiz şey referansını Allah’ın dininden, hak ve hakikatten alan bir yaklaşım değil. Moderniteyi Batı’nın aydınlanma dönemi dediği döneme kadar götürecek olursanız, o dönemden itibaren hak ve hakikat konusunda esas aldığı şey şudur: İnsan ve akıl… Şimdi insan ve akıl, Allah’tan koparılmış, Allah’ın hak ve hakikat anlamında bize vaaz ettiği, emrettiği o değerlerden kopartılmış insan ve akıl, hakikat konusunda neyi esas alıyor? Kendi çıkar ve menfaatlerini, kendi değerlerini… Örneğin, Amerika kıtasındaki kolonileri meşrulaştırıcı bir insan modeli üretiyorlardı, emperyalizmi meşrulaştırıyorlardı. Çünkü zihinsel arka planlarında şu vardı: “Bu insanlar akıllarını tam kullanamayan insanlar. Batılı emperyalistler onlara aklı, hakikati götürüyor.” Bu bakış açısı, kendi çıkar ve menfaati önceleyen bir insan yapısı üretiyor ve bu insan yapısı doğrultusunda modernite günümüze bu moderniteyi esas alan seküler laik toplumları, hak ve hakikat kavramını insan çıkarlar ve menfaatlerinde arıyor. Mesela modernitenin ahlâk tanımı nedir? Başkasına zarar vermiyorsan her şeyi yapabilirsin. O zaman bu ahlâkî bir davranış bu zihniyete göre ama İslâm’a göre bu ahlâkî değildir. Neden değil? Çünkü bir ceketi kullanabileceğin halde çöpe atıyorsan bu israftır, haddini aşmaktır, malın mülkün sahibi sadece insanın kendisiymiş gibi hayata bakmadır. Oysa İslâm bize şunu öğretir: “Allah şahittir,” diyor ya Kur’ân-ı Kerîm, melekler de şahittir. Mülkün sahibi insan değil, hayatın sahibi de insan değil.
Bu anlamda mülk ve hayatla ilgili kuralları koyan da insan değil, mülkün sahibi Allah’tır. Sen “Bu parmak benim, istersem keserim, atarım.” diyemezsin. Çünkü bunun sahibi sen değilsin, bu sana emanet olarak verilmiş. Bir Müslüman hayata böyle baktığında, “Mülkün sahibi ben değilim, hayatın sahibi de ben değilim; ben sadece bana emanet edilen şeyleri layıkıyla kullanma konusunda sorumluyum ve bunun hesabı mutlaka sorulacak.” Dolayısıyla mutlaka bunun gereğini yapmam lazım. O hâlde ne olması gerekiyor? Adâlet, merhamet, iyilik, doğruluk gibi değerlere bağlı kalmak gerekiyor. O zaman hayat güzelleşiyor ve toplumda iyilik dalga dalga yayılıyor ama bugün baktığımızda yaşadığımız dünyaya baktığımızda emniyet ve güvenin olmadığı bir dünyada yaşıyoruz. Aile ortamında güven var mı? İstisnaları tenzih ederim ama yok maalesef. Güven olmadığı için aile ortamında sağlıklı bireyler yetişmiyor. Cani, cahil bireyler yetişiyor. Bunu dindar ailelerde bile görüyoruz, tertemiz bir aileden canavar yetişmiş. İnsan bir yerde çocuğuna sahip çıkamayabilir ama sen eğer kendi değerlerini çocuğuna veremediysen, kendi görevini yapmadıysan o canavarın oluşmasında senin de payın var demektir. Demek ki şahitlik görevini yerine getiremedin, rol model olamadın. Bugün gerçekten sağlıklı rol modeller olmaya ihtiyacımız var ki böylece bu sorunun üzerinden gelebilelim.
Eyvallah hocam. Şahitliğin duyarlılık ve idrak ilişkisini de sormak istiyorum. Bir insan şahit ama bu şahitlik bir duyarlılığı ve bir idraki beraberinde taşıyor doğal olarak. Bu konuyla ilgili neler söylemek istersiniz?
Şahitliğin en temelinde sorumluluk duygusu vardır. Sorumluluk dediğiniz şey Müslüman bilincinin en temel şeylerinden bir tanesi. Yani Müslüman sorumlu bir insandır. Kime karşı? Her şeyden önce Allah’a karşı sorumlu. Ondan sonra insanlara karşı sorumludur. Meşhur Cibril hadisinde Allah Resûlü ihsanı, “Allah’ı görüyormuşçasına ona kulluk yapmak; sen onu görmesen de o seni görüyor.” diye tanımlıyor. Bu, büyük bir sorumluluk duygusunu doğuruyor. İslâm’ın ahlâk normları temelini bu algıdan alır. Mesela İslâm’da dinin temel korunması gereken alanları olarak zikrettiği alanlar nelerdir diye baktığımızda canın korunması, malın korunması, aklın korunması, neslin korunması, dinin korunması gibi temel değerlere hurumât-ı hamse veya zarurât-ı hamse denilir. Bu temel değerlerin korunması da bir sorumluluk gerektirir. Müslüman sorumlu bir insansa bunları korur. Peygamberimiz’in “Hepiniz çobansınız.” derken “Sürüyü dağda güden çobansınız.” anlamında söylemiyor. Orada bir analoji var. “Hepiniz sorumlusunuz. Hepiniz kendi sorumluluk alanınıza bağlı kalmakla yükümlüsünüz.” demektir. Bir ailede anne isen baba isen aileden sorumlusun. Diyelim ki bir arkadaş ortamında bir bireysen o ortamdan sorumlusun. İşverensen oradan sorumlusun. Peki, bu sorumluluk ne anlama geliyor? Sadece kendi çıkar ve menfaatini mi gözeteceksin? Hayır, elbette. Hak ve hakikat konusunda, buna bağlılık konusunda bir sorumluluk. Böyle baktığımız zaman şahitliğin farkında olmak gerekiyor, farkındalığının altında yatan en temel şey o sorumluluk duygusudur. Sorumluluk duygusunu kaybedersek biz doğru düzgün şahitler olamayız. Hakka şahitlik yapan insanlar olamayız çünkü bir şekilde o sorumluluk duygusu bizi duyarlı gösteriyor. Her daim 7/24 işte o Cibril hadisinde olduğu gibi “Biz Allah’ı göremesek de Allah bizi görüyor.”, hesabını soracak. Bakın bu duygu işte Müslümanı her daim zinde tutar. Başına ille de bir bekçi dikmen gerekmiyor, bir polis dikmen gerekmiyor. Dolayısıyla asla haktan sapmamam gerekiyor. Bir yanlış mı yaptım? Hemen tevbe istiğfar etmem lazım ve Allah’a söz vermem gerekiyor. “Bir daha asla ben o yanlışı yapmayacağım Allah’ım.” demem gerekiyor ki o tevbe-i nasuh olsun, gerçekten kabul edilir bir tevbe haline gelsin.
Eyvallah hocam. İnsan şahit olarak hem kendisini hem de içinde bulunduğu toplumsal değişimi açık hale getirme imkânlarını devşirir çünkü biz değişimi modern dünyada çok fazla kullanılıyoruz. Müslümanların içinde bulunduğu bu durumun değişmesi gerekiyor. Bu durumu değiştirmenin yegâne ölçüsü de aslında şahitlik edebilmektir. Bu konuda neler söylemek istersiniz?
İşte bu değişim kavramı seküler bir mantıkla dillendirildiğinden şöyle deniliyor: Tabiatın, bu kültürel evrimin, sosyal kültürel evrimin doğal bir ürünüdür. Sürekli değişim var. Değişmeyen tek şey değişimin kendisidir. Bu da doğal bir akıştır. Oysa Müslüman insan değişim dediğimiz şeyi, değişim denilen olguyu her zaman yanlıştan doğruya doğru, bâtıldan hakka doğru bir gelişim süreci olarak görür. Bu açıdan Müslüman bir zihin yapısı, tarihi böyle çizgisel bir tarih gibi okumaz. Tarihte şu vardır: Her şey basitten mürekkebe doğru, ilkelden gelişmişe doğru sürekli değişir. Oysa Müslüman tarih bilinci böyle değil. Müslüman tarih bilinci daha döngüseldir. Tarihin her döneminde bir hak ve bâtıl mücadelesi var, bir hakikat mücadelesi var. Bunun yanında olan insanlar var, karşısında olan insanlar var ve bu mücadele sürekli tekrarlanıyor, her nesilde tekrarlanıyor, her dönemde tekrarlanıyor ve Müslüman bu mücadelede hakkın yanında yer alan insandır. Peygamberler tarihine baktığımızda hep böyledir. “Nûh’u kavmine gönderdik. Dedi ki: “Ey kavmim! Sizin için Allah’tan başka ilâh yoktur, O’na hiçbir şeyi ortak koşmayın, yalnız O’na ibadet edin.” Zalimler ona karşı çıkarlar. O topluluk yok olur, yerine bir topluluk gelir, yine aynı şey devam eder. Yani gelen peygamber yine aynı mesajları tekrarlar. Şimdi bu açıdan baktığımız zaman bakın biz değişimi -ama olması gereken değişimi- yozlaşma olarak görmüyoruz. Yozlaşma olmamalı. Değişim hak ve hakikate doğru bir gelişimi ifade etmeli. Bu açıdan her Müslüman birey bu değişimin mutlaka gerçekleşmesinin farkında olarak buna katkıda bulunan bir birey olmak zorunda.
Bu değişim nasıl olacak? Ben birey olarak kendi ailemde, kendi üniversitemde, kendi iş yerimde, arkadaş çevremde ne kadar hakkı temsil edersem, hakkın yanında durursam, adam gibi adam olursam bu değerler böyle dalga dalga diğer insanlara da yayılır. Bakın bu çok önemli. Yani uzun yıllardır üniversitedeyim 39 yıl oldu aşağı yukarı. Önemli olan şu değil: Ya Şinasi Hoca işte ne söylüyor demeleri değil. Nasıl bir hoca? Kendi değerlerine ne kadar bağlı? Ahlâkî yönden, kişilik yönden, kimlik yönden değerlerini ne kadar yansıtıyor? Bakın önemli olan bu, benim gerçek karnem budur. İnsanlar eğer benim kimliğime, kişiliğime, ahlâkî değerlerime bakıp da iyiliğe, doğruya yöneliyorsa demek ki ben şahitlik vazifemi doğru yapıyorum demektir. Ama bunu eğer bende görmüyor da “Ya hoca mı? Bakmayın siz onun lafına. Lafına itibar edilmez. Kendi kişilik hayatında çok farklı bir insandır.” deyip hiçbir insanlar üzerinde olumlu bir etki sağlamıyorsam aynaya dönüp o zaman kendime bakmam lazım. Her şeyden önce Müslümanlığımı sorgulamam gerekiyor, gözden geçirmem gerekiyor. Şimdi bu açıdan biz baktığımızda gerçekten aslında bugün modern dünyadaki değişim konusunda ki değişim tabii ki insan hayatının bir parçasıdır ama bu değişimin bugünkü seküler dünyada ve bu seküler dünyanın “kutsal değerleri” diye yücelttiği unsurlar doğrultusundaki akışı toplumda fitne üretiyor, fesat üretiyor, ahlaksızlık üretiyor. Aile sistemi çöküyor, hak hukuk adâlet dediğimiz değerler çöküyor. Gündemde olan son olaylar bile bize şunu gösterdi: İnsanlar diyorlar “Batı ülkelerinde bir düzen var, nizam var, adâlet var.” İyi de aynı insanlar Suriye’ye, Irak’a, Afrika’ya geldiği-gittiği zaman canavarlaşıyorsa, o insanları sömürüyorsa bu ne biçim bir ahlâktır ne biçim bir adâlettir? Böyle bir ahlâk, adâlet olabilir mi yani?
Hatta kendi ülkelerinde sırf Filistin’i destekliyor diye o kişileri rektörlükten, üniversiteden atıyorsa, bu nasıl bir hak hukuktur?
İkircikli bir hak hukuk olabilir mi? İşte bakın bu aslında kralın çıplak olduğunu gösteren şey ve bu noktada bizim aslında kendi değerlerimizle ve duruşumuzla her daim böyle hakkın yanında yer alan, hakikatin yanında yer alan, hakkı söyleyen duruşumuzla insanları doğruluk yönünde, hakikat yönünde bir gelişmeye, bir değişmeye sevk etmek, buna katkı da vermek sorumluluğumuz ve görevimiz var. Biz bunun bilincinde olmalıyız. “Ben bir tek kişiyim kardeşim. Benden ne çıkar?” dememeliyiz. Bir tek kişi bile olsam, doğru, her şeyden önce Cenâb-ı Hak benden beni soracak, “Sen niye böyle yaptın ya da yapmadın?” diyecek değil mi? Bakın bu bilinçle ben doğrunun yanında yer almalıyım, hakkı hakikati söylemeliyim. Müslüman bakın böyle olmalı ve ben bunu ne kadar dillendirirsem hak ve hakikat o kadar insanlar üzerinde en azından bilindik duyulduk hâle gelir.
Kuşkusuz tabii ki kalplere hükmeden Allah’tır, geleceğe hükmeden Allah’tır ama önemli olan bize bir birey olarak, Müslüman bir toplum olarak kendi görevimizi yapmamız gerekir. Bizim için önemli olan budur. Sonucu biz her zaman tabii ki Cenâb-ı Hakk’ın takdirine bırakıyoruz ve şuna da inanıyoruz biz: “Allah hiçbir gayreti boşa çıkarmaz.”
Eyvallah. Hocam Aksa Tufanı ve Gazze kıyamının özelde İslâm âlemi ve genelde insanlık alemindeki etkilerini vicdanın şahitlik konsepti içerisinde neler söylemek isterseniz?
Bu konuda “Müslüman dünya” dediğimiz dünya sınıfta kaldı. Bakın, sadece Amerika’sı, İngiltere’si değil. Bunlar zaten taraf, yani küresel Siyonizm bu güç unsurlarıyla sıkı fıkı iş birliği içerisinde ama içinde yaşadığımız şu dünyada “Müslümanım” diyen dünya sınıfta kaldı. Böyle bir dünyanın aslında olmadığını gördük. “Müslümanlık” ifadesi içi boş bir iddiadan ibaret. Herkesin—tabii ki istisnalar kaideyi bozmaz—nasıl gücün yanında hizaya geldiğini gördük. Güce nasıl secde ettiklerini gördük. Bir yerde bir zulüm varsa, ben diyorum ya “Müslüman zulmün karşısındadır.” Bunu kim yapıyorsa yapsın, haksızlığın karşısındadır. Benim değerlerime savaş açan hiçbir kimse ya da zihin yapısıyla, hiçbir düzenle aynı çizgide olamam ben Müslüman olarak. Olmamam gerekir. Safların belli olması gerekir. Cenâb-ı Hak da Kur’ân-ı Kerîm’de, iman edenlerle inkâr edenlerin, iyilerle kötülerin yolları ayrılsın, belli olsun diye zaman zaman vurgu yapar. Bugün öyle bir noktaya geldik ki “Müslümanım” diyen dünya, bırakın safların belirsizliğini, tamamen gücün, iktidarın, güçlülerin, küresel güç unsurlarının yanında yer aldı ve saf tuttu. Bunu çıplak bir şekilde gördük. İşte İslâm İş Birliği Teşkilatı yok Arap Birliği, kuruluş gayelerine bakıyoruz, birinin kuruluş gayesi İsrail-Arap savaşı, diğerinin kuruluş gayesi Kudüs meselesi. Ama bol bol kınadılar, hâlâ kınıyorlar, hâlâ kınıyorlar… Ama bakıyorsunuz açıktan ya da örtük vaziyette hepsi Amerika’nın, İngiltere’nin yanında saf tutuyor. İç kamuoyunun gazını alan birtakım demeçler dışında hiçbir şey üretilmedi ve bu durum bütün çıplaklığıyla ortaya çıktı. Sağlıklı bir Müslüman bu yapının farkında olması gerekir. Yani kimin eli kimin cebinde? Birilerinin böyle kuklası gibi işte kuklacı vardır, kuklalar vardır, değil mi? Kafanı nereye çevirirse oraya bakarsın. Müslüman böyle olmamalı. Hiçbir zaman içinde yaşadığı ülkede, dünyada, bulunduğu toplumda salim bir yapıyla hak ve hakikatten asla taviz vermemelidir. Doğruya doğru, yanlışa yanlış demeli ve kendi tutum ve davranışlarında da hakkın yanında konumlanmalıdır.
Eyvallah hocam, ağzınıza sağlık. Çok güzel bir söyleşi oldu, çok teşekkür ediyoruz.
Ben teşekkür ediyorum.