Hz. Peygamber’e (sas) salavât getirmek, kültürel olarak Müslüman gelenekte yaygın bir dinî ritüeldir. Kur’ân’da teşvik edilen ve sünnette desteklenen bu yaygın dini fiilin neyi içerdiği, konuya ilişkin doğru anlayışın ne olduğu ise Müslümanlar arasında tartışmalıdır.
Buna karşın salavât kavramı ekseninde oluşturulan zengin literatür farklı formlarıyla edebiyatın önemli unsurlarındandır. Klasik edebiyatımızda dinî bir algının yansıması olarak besmele, salvele ve hamdele bir dinî temayül olarak her daim var olmuşken, tematik düzlemde salavâtın tam olarak neyi içerdiği konusundaki tartışmalar da eş zamanlı olarak varlığını sürdürmüştür.
Ferdî dindarlığın önemli ögesi olan salavât, sosyal birçok etkinliğin parçası olarak farklı formaları ile modern dönemlerde dinî alanın önemli fenomenlerinden biri olarak yansır. Sufî çevrelerin yoğun ilgi gösterdikleri salavât literatürünün bu günkü biçimini almasında, hadis edebiyatının şekillendirici etkisi yadsınamaz. Fakat sözü edilen zengin hadis edebiyatının konuya ilişkin müktesebatına, bir bütün olarak doğaldır ki bu yazıda yer verilemeyecektir. Yine de rivayetlerde yer alan bazı bileşenlere kaçınılmaz olarak temas etmek gerekecektir.
“Cimri o dur ki yanında benim ismim anıldığında salavât getirmeyen, bunu benden esirgeyendir.” (Tirmizî, “Daavât” 101) rivayetinden ilham alan, süreç içerisinde içerik kazanan salavât edebiyatına rağmen, bir dinî kavram olarak salavât olgusuna kaynaklık eden Ahzâb sûresinin 56. âyetidir: “Allah ve melekleri peygambere salât ederler. Ey iman edenler! Siz de ona salât edin ve onu tam bir teslimiyetle selâmlayın.”
Bestelenmiş formları ile “Salavât-ı Şerifeler” tasavvufi din edebiyatının yaygın türü olarak hem musiki eseri olarak icra edilmiş hem de yazılı metinler olarak halk dindarlığının yaşama aksetmiş en yaygın görünümlerinden birini temsil etmiştir.
Tasavvuf geleneğinde esmâ zikrine ek olarak en yaygın ikinci zikir mesabesinde olan salavât-ı şerife zikri, yaygınlığı oranından etkileyici bir ilhama da kaynaklık eder. Farklı ekollerin, kendi anlayış ve kimliklerini yansıtan salavât-ı şerifeler imal ve inşa ettikleri de bu bağlamda bilinir.
Sözlükte ve Dini Literatürde Salavât
Literatürde yer alan salavât kavramına kaynaklık eden salât kavramının biri luğavî diğeri dinî/şerî olmak üzere iki anlamı vardır. Kavramın luğavî anlamı dua ve ta’zim manalarına gelirken; şerî anlamı ise formel bir ibadet olan namaz anlamına ek olarak, Hz. Peygamber’in adının anıldığında “Allahumme salli alâ Muhammed” veya “sallalahu aleyhi ve sellem” vb. ifadelerin söylenilmesi şeklinde anlaşılmıştır. Bu anlamıyla salât-salavât; hususî bir biçimde Hz. Peygamber’in yüceltilmesini ifade eder.
Son tahlilde salâtın -çoğulu salavât- “esenlik” manasında olduğu, bu yönüyle Müslüman gelenekçe peygambere salât u selâm getirmek, “Peygambere esenlik dilemek, ona dua etmek ve onu yüceltmek” anlamında anlaşılmıştır. Kavramın kültürümüzdeki en yaygın formu ise “aleyhi’s-salâtu ve’s-selâm” veya “sallallâhu aleyhi ve sellem” ifadeleri ile kendini dışa vurmuştur. Söz konusu ifadeler salavât edebiyatının en çok bilinen ve en yaygın formalarıdır.
Hz. Peygamber’e yer ve zaman kaydı olmaksızın, getirilecek her bir salavâtın, kendisine arz edileceğini aktaran haber, Ahzâb sûresi 56. âyetinin anlam ve içeriğini belirlemiş, bu algı söz konusu bilincin Müslüman ümmetinde şekillenmesine kaynaklık etmiştir.
Bu bağlamda salât kavramının “salli alâ/ sallû alâ…” formlarının “teşvik etmek, desteklemek” anlamına geldiği söylenmiştir. Müslüman gelenek, söz konusu perspektifini de aslında kelamullahtan ilhamla kazanır. Salavât ritüelinin Müslüman gelenekteki kök fikirlerine Kur’ân kaynaklık etmiştir denilebilir. Dolaysıyla inşa edilen geleneğin Kur’ân’dan kopuk olduğu iddia edilemez. Fakat uygulamanın ilahi muradı tümü ile ihata ettiğini söylemek de zorudur.
Kur’ân’da salavâta ilişkin Bakara 2/125, 157; Tövbe 9/99, 103 ve Ahzâb 33/43 âyetleri, yukarıda söz konusu edilen Ahzâb 33/56’yı tefsir eden, onu izah eden metinler olarak görülmüştür. İlgili âyeti tefsir sadedinde gelenekte aktarılan metinler, Müslüman zihninin şekillenmesinde varsayılandan daha önemli bir rol üstlenmiş olsalar bile bu metinler, Ahzâb 33/56’ya göre ikincil bir öneme sahiptirler.
Salavât’ın Yorumu
Tefsir çalışmalarında “Allah’ın peygambere salâtının” anlamının ne olduğu, bu ifadenin nasıl anlaşılması gerektiği tartışılmıştır. Buna göre Allah’ın peygambere salâvatının gelenekteki anlaşılma biçimi gibi olamayacağı, ona esenlik dilemek şeklinde de olmayacağı, bunun İslâm’ın ruhu ile mütenasip olmayacağı düşünülmüş olmalı ki Allah’ın peygambere salâtı “Allah’ın ona rahmet, mağfiret etmesi ve onu melekleri katında övmesi”, meleklerin peygambere salâtının ise “meleklerin peygamber için istiğfarda bulunmaları”, müminlerin peygambere salâtının ise “Peygamberin Allah katındaki makamını yüceltmesi için dua etmeleri” anlamına geldiği ifade edilmiştir. Görüldüğü kadarıyla salât kavramı aynı âyetten ilhamla farklı mercileri olması hasebiyle farklı anlamlara hamledilmiştir.
Konuya ilişkin literatürde sahâbî, kendilerine daha tanıdık gelen “selam”ı bildiğini, fakat onunla birlikte kullanılan “salât” kavramının ne olduğunu bilmediklerini, dolayısıyla Hz. Peygamber’e nasıl salât yapacaklarını bilmediklerini ifade ederek, Hz. Peygamber’den konuya ilişkin âyeti tefsir etmesini istemişlerdir. Yapılan aktarıma göre Resûl-i Ekrem de söz konusu âyeti tefsir sadedinde ashâbına sâlatuselamı talim buyurmuşlardır. Resûl-i Ekrem, kendisine nasıl salât okuyacaklarını soran bazı sahâbîlere; “Salli ve Bârik” duaları, “salât-ı tâmme” ve içinde Hz. İbrâhim’in adının geçtiği “salât-ı İbrâhîmiyye” diye de bilinen salavâtı okumalarını tavsiye etmiştir.
Âyetin ikinci kısmında geçen “ve sellimu teslimen” tam bir teslimiyetle selâmlama ifadesinin ya -namazların son ka‘desinde okunan Tahiyyat duasında olduğu gibi- selâm ifadesi kullanarak Hz. Peygamber’in mânevî şahsiyetini selâmlamak olduğu düşünüldüğü gibi; salâttan maksadın “onun emirlerine tam anlamıyla boyun eğme” olabileceği de muhtemel görülmüştür.
Günümüzde salavât, müminlerin Peygamber’e salâtı, mümine yüklenen bir sorumluluk ve onların Peygamber’e karşı bir vazifesi olarak anlaşılmayıp, bir kazanç kapısına döndürülebilmiştir. Algılandığı haliyle salavât, sihirli kelimeler olarak “Her derde deva ve her sadra şifa” olarak sunulmaktadır. Bu yönüyle âyetin anlam buharlaşması yaşadığına kuşku yoktur. Gelinen noktada, geleneksel anlayış kişinin salavât yoluyla korktuklarından emin, umduklarına nâil olacaklarına inanır hale gelmişlerdir. Bu durum ise kavramın anlam erozyonuna uğradığı intibaı uyandırmaktadır. Fakat âyetin çağrıştırdığı ilk anlam müminlerin Peygamber’e yardım etmeleri ve onu övmeleridir. Fakat bugün anlaşıldığı biçimiyle salavât; Peygamber’in isminin aracı yapılarak kişinin maksadına ulaşmasına bir araç haline getirilmiş olduğudur. Bu haliyle salavât getiren kişi, “Ey keremi bol Rabbim! Mustafa aleyhiselam sayesinde bizi amaçlarımıza erdir, gelmiş geçmiş günahlarımızı bağışla.” gibi bir şekle bürünmüştür. Oysa konuya mesnet olan âyetin otantik doğasında ve ruhunda bu anlamı bulmak mümkün değildir. Fakat süreç içinde içi boşaltılan kavram, zengin yeni bir anlam ve yeni bir bağlama kavuşmuş bu yeni anlam ve bağlam da kitlelerce benimsenmiş ve paylaşılmıştır.
Salavâtın Hükmü
Ahzâb 56. âyetindeki emir kipinin “sallû” emir kipi gereklilik mi (vucûb) yoksa tavsiye mi (nedb) ifade ettiği de gelenekte tartışılmıştır. Emir kipinin vucûb ifade ettiği, bunu da bir defa yerine getirmenin bireyi sorumluluktan kurtarmak için yeterli olduğu söylenmiştir. Buna göre bir mecliste Resûl-i Ekrem’in adı ilk anıldığında ona salâtuselâmda bulunmanın, âyetteki emri yerine getirmek için yeterli sayılacağı kabul edilmiştir. İmam Şafiî gibi kimi âlimlerin tahiyyattan sonra “salli-bârik” okumanın vacip olduğunu söylemeleri, söz konusu âyette geçen emir kipinin vucûb ifade ettiği varsayımına dayanır.
Teşehütte “es-Selamu aleyke eyyuhe’n-Nebiyyu…” ifadeleri de bu âyetin tefsirinin alandaki yansımaları arasındadır. İbrahim en-Nehâî’nin aktardığı biçimi ile ashâbın “es-Selamu aleyke eyyuhe’n-Nebiyyu” ifadesini okumakla yetinirlerdi, dediği aktarılmıştır. Bu durumda konuya ilişkin eklemeler sonraki dönemlerin metne zenginleştirme amaçlı katkılardır.
Salât-u Selâmın Aktüel Değeri
Salât-u selâmın bireyin dinî yaşamında güncel bir değeri, aktüel bir kıymeti de vardır. Salavât getirmek bireyin dünyasında Peygamberimiz’e olan şükran borcunun ifa edilmesi anlamına karşılık kullanılmıştır. Çünkü o, zulmetten nura çıkışımızdaki modeldir. Bu yüzden de Hz. Peygamber’in üzerimizdeki haklarına bir nevi teşekkürle mukabele etmek ve onu yüceltmek gerekmektedir. Ona olan şükranı ifade, ona duyduğumuz sevgi ve bağlılığımızı dillendirme imkânını ise bize salavât bahşeder. Bu yaklaşıma göre salât ve selâm bireyde peygamber sevgisini arttırır. Bu vesileyle kişi Peygamber’e olan sevgisini ortaya koyma imkânı bulur.
Musa Cârullah Bigiyef’in konuya ilişkin algısı bu klasik algıdan biraz farklılık arz eder. Zira ona göre, Ahzâb sûresinin ilgili âyeti Hz. Peygamber’e salât-u selâm getirmek, bir bütün olarak ümmetin tümüne bir sorumluluk olarak yüklenmiştir.
Hz. Peygamber’e salavât okumanın iki boyutu vardır:
1. Kişi salavât getirmekle Hz. Peygamber’i övmüş olur.
2. Kişi salâtı Allah’tan herhangi bir şeyi istemek için vesile ve şefaatçi kılma amacıyla araçsallaştırır.
Kişi salavât ile hem Hz. Peygamber’i övmektedir hem de onu vesile etmek suretiyle Allah’a yönelmektedir. Bu iki farklı anlayışa karşın yine de ayette “salavât” ifadesi ile dikkat çekilen anlamın bütünüyle kavranabildiği söylenemez.
Allah’ın Peygamber’e Salâtı
Allah’ın Peygamber’e salât etmesinin, müminin ve meleğin Peygamber’e salât etmesinden farklı olduğu aşikardır. Salât kelimesi Allah için kullanıldığında “Peygamber’e mağfiret etme, merhamet etme, övme; yardım etme destek vereme” anlamlarına karşılık kullanılırken, melekler için ise “Peygamber için Allah katında istiğfar etme, onu övme” anlamında olduğu düşünülmüştür. Müminlerin peygambere salâtı ise ona davasında destek vermeleri, onu övmeleri ve yüceltmeleri şeklinde olmalıdır. Nihayetinde bu anlama paralel bir algı ile meşhur Arap dil bilgini Halil b. Ahmet, “salât-salavât” kavramının yerine göre Allah, Peygamber ve melekler için ayrı anlamlarda kullanılabileceğini ve bu kullanımların her birinde, kelimenin farklı manalara gelebileceğini söylemektedir.
Tefsir geleneğinde müşterek lafızların aynı cümlede farklı anlama gelecek şekilde kullanılabileceği düşünülmesi de bu metodolojik imkân yüzündendir. Ayrıca bir kelimenin aynı cümlede hem hakikî hem de mecazî anlamda kullanılmasının mümkün olduğu da bu yöntem ile mümkün olur. Tüm bu verilerin sağladığı imkânlarla müfessirler; salât kavramını Allah için farklı, sair mevcudat için kullanırlarken farklı anlamda olduğunu ifade etmişlerdir.
Ahzâb sûresi 43. âyet, aynı sûrenin 56. âyetinin anlaşılmasında önemli açılımlar sağlar. Kur’ân bütünlüğünde düşünüldüğünde Allah’ın, Resûlü’ne ve müminlere salâtı; onlara arka çıkması, düşmanlarına karşı onları desteklemesi gibi anlamlara gelir. Buna; onları çetin şartlardan sağ-salim, muzaffer çıkarması anlamı verilmiş, salâtın mevlâlarının kendisine itaat eden kullarını koruyup kollaması, onlara başarı vermesi anlamında olduğu söylenmiştir. Bu yorum ise nusret, fetih ve te’yîd gibi kavramların salâtın kavramsal çerçevesinde değerlendirilmesine imkân verir.
İlgili âyete “Allah ve melekleri peygambere destek oluyorlar. Ey iman edenler! Siz de Peygamber’e destek olunuz, ona bağlılığınızı takdim ediniz.” anlamları da verilmiştir. Bu durumda âyetin anlamı “Allah ve melekleri elçisini desteklemektedir. Ey inananlar siz de onu destekleyin, gereken saygı ve itaati de ondan esirgemeyin.” şeklini alır.
Peygamber ve müminlere meleklerin salâtı, şefaat kavramıyla da irtibatlı görülebilirmiştir. Çünkü âyete göre sünnetullahı temsil eden “Allah’ın tabiata koyduğu kanunlar” veya “tabiat güçleri” Peygamber düşmanı müşriklerden yana değil, Peygamber’in yanında yer almış, onları desteklemişlerdir. Zira âyetin nüzul zemininin sağladığı imkânlara göre Medine’yi muhasara eden müşrik birliklerinin, yani Mekkelilerle bedevîlerin en köklü inançlarından biri; “meleklerin kendilerine şefaat edeceği” yönündedir. Ahiret inancı olmayan bu insanların beklentileri söz konusu şefaat ve yardımların savaş gibi bu zorlu ortamda ortaya çıkması, tezahür etmesidir. Böylece, şartların kendileri lehine dönmesi ve Peygamber’e karşı galip gelmeleridir. Fakat durum onların beklentilerinin dışında ve ona zıt bir biçimde şekillenmiştir. Âyet de tam olarak onların beklentilerinin zıttına, Allah’ın ve meleklerin Peygamber’e yardım ettiklerini, dolayısıyla müşriklerin ise beklentilerine karşılık bulamayacakları ifade edilmektedir. Çünkü Peygamber ve müminler, sözde değil, özde dindarlar olarak Allah’ın emir, yasak ve tavsiyeleri doğrultusunda yaşadıkları; Allah’a salât (dua ve niyaz) da bulundukları için, Allah ve melekleri de müminlere ve Peygamber’e salât (yardım ve destek vermektedir) etmektedir.
Değerleri uğruna belirli şeylerden vazgeçmeyi bilenler; değerlerini kaybetmektense maddi kayıpları göze alanlar ve karşılaştığı zorluklara sabredenler, Allah’ın salavâtına (teselli edici, sakinleştirici, huzur verici rahmetine nail olmaları) sünnetullah gereği daha beklenebilir bir durum halini alır.
Allah’ın Peygamberi’ne Desteği Olarak Mucize
Allah’ın Peygamberi’ne desteği çok farklı biçimlerde ortaya çıkabilir. Bunlardan biri de mucize ile teyyiddir. Mucize, beyyine, âyet, bürhan, delâil, âlamet gibi anlamlara gelir.
Peygamber olduğu iddiasındaki şahsın sözünde doğru, iddiasında sadık olduğunu ancak ilahi “destek” ile mümkün ve muhtemel olur. Bu bağlamda söz konusu ilâhî desteğin en güçlü ifadesi ise mucizedir. Çünkü nübüvvet iddiasındaki şahsın doğru sözlü mü yoksa yalancı mı olduğu ancak mucize ile bilinir. Kelamcılar mucize göstermeyen bir iddia sahibinin elinde delili olmadığı için insanların onu doğrulamaları, ona tabi olmaları gerekmez derler ve haklıdırlar. Zira kişi ancak delili olanın iddiasını kabul etmekle sorumlu tutulabilir. Mucizesi olmayan bir peygamber, muhatapları karşısında aciz konumdadır ve ilâhî yardıma muhtaçtır. Ona Allah’tan başka hiç kimsenin de eli ulaşamaz. Bu durumda peygamberin iddialarının doğrulanması konusunda destek verebilecek yegâne merci Allah’tır. Çünkü mucize Allah’ın fiilidir. Peygamber, mutad olmayan sıra dışı fiillerle ilişkilendirilerek, onun sair insanlara meydan okunması mümkün olur. Bu meydan okuma onun iddiasında haklı, sözünde doğru olduğu kanaatine kaynaklık eder.
Normal koşullar altında peygamberin de yapamayacağı bir fiilin, öznesinin Allah olduğu; peygamberin elinde zuhur eden eylemin aslında O’nun tarafından yapıldığı varsayılır. Çünkü bu sıra dışı olayda ortamda alternatif bir özne adayının olması, olası değildir. Dolayısıyla muhtemel yegâne özne Allah’tır. Hakikatte de fiil Allah’ındır.
Mucize, peygamberlik iddiasındaki şahsın aczini giderip, muhatapları çaresiz kılan bir müdahaledir. İnkâr edenlere meydan okunduğu esnada peygamberlik iddiasındaki şahsın elinde ortaya çıkan şeyin, benzerini getirmekten diğer insanların aciz kalmasını sağlayan her türlü sıra dışı eylem ya da iştir. Allah’ın Peygamber’e salavâtı, onun şahsına ve davasına bir katkı ve destek olarak düşünüldüğünde, mucize salât statüsünde ele alınabilir görünüyor.
Firavuna davetçi olarak gönderilecek olan Hz. Musa, Allah’tan görev aldığında mucizelerle donatılmış ve mucizelere ilişkin bilgilendirilmiş, donandığı mucize ve silahlarla (asâ ve diğer mucizeler) egzersiz yapması mümkün olmuştur. Bu donanım; “Firavun, Hz. Musa’nın doğru sözlü olduğu ve Allah’ın peygamberi olduğunu nasıl bilecektir?” sorusunun cevabı olarak gündeme gelmiş ve Allah kulu ve elçisini takviye etmiştir.
Kelamcıların mucizeye dönük algıları, mucizenin sadece muhatabı inandırmak, muhataba meydan okumak amacına dönük olduğu iması vermektedir. Bazı rivayetler durumun böyle olmadığını, Mucize’nin; Allah’ın bir yardımı olarak peygamberin muhatapları nezdinde bozulmuş psikolojisini takviye etmek de dâhil daha birçok nedenle yaşadığı hayal kırıklığını gidermek şeklinde de ortaya çıktığını gösterir. Peygamber’e, Allah’ın fazilet cinsindeki her türlü nimetini de bu gruptan saymakta ise bir mahsur görünmüyor. Hz. Peygamber’e nispet edilen birçok mucize, bir meydan okuma olmaksızın, o müminlerin arasındayken, vuku bulmuş, literatür de bunları nasıl sınıflandıracağı konusundan tereddütler yaşamıştır. Gelinen noktada “meydan okumaya karşı” bir ispat şeklindeki kelamî değerlendirme, olguyu tümüyle izah etmekte yetersiz gibi görünür. Zira bu teori Hz. Süleyman’a rüzgarı musahhar eden, kuşları onun emrine veren, ona karıncaların nutkunu anlamayı lütfeden Allah’ın, muradını ifade etmekte yetersiz kalır.
İbn Mâce’nin aktardığı bir rivayete göre; günlerden bir gün Mekkeli müşriklerin baskı ve kötülükleri sebebiyle, Hz. Peygamber üzgün ve hüzünlü otururken, Cebrail çıkagelir. “Ya Resûlullah! Sana bir mucize göstermemi ister misin?” diye sorar. Peygamberimiz “Evet” dediğinde, biraz ötedeki bir ağacı göstererek “Hadi şu ağacı çağır da sana gelsin.” der. Hz. Peygamber söyleneni yaptığında, ağaç itaat eder ve gelir. Cebrail “Şimdi de geri gönder.” dediğinde Hz. Peygamber’in buyruğuyla ağaç geldiği yere geri döner (Bk. İbn Mâce, “Fiten”, 23)
Bu rivayeti, içinde yaşanılan durumla birlikte düşününce, olayın Hz. Peygamber’e verdiği mesaj, “Bir ağacı senin emrine itaat ettiren Rabbin, şüphen olmasın ki muhataplarına gereğini yapacak güçtedir. Fakat buna rağmen şayet yapmıyorsa bunun bir hikmeti vardır.” şeklindedir.
Bu noktada adet ve sıra dışı kavramları bağlamında rutin olanın ve insanı da içine alan evrenin potansiyelinin kişi tarafından bilinmesini gerektirir. Zira karşı karşıya bulunulan olayın harikulade/sıra dışı olup olmadığını, bu yöndeki kanaat belirleyecektir.
Mucize ile peygamberlik iddiasındaki şahsın getirdiği delil arasındaki bağ, dolaylı bir ilişkidir ve evrende kuralların hâkim olduğu, tesadüfe yer olmadığı ilkesine yaslanır. Zira evrende bir kurallar bütününden söz edildiğinde ancak ortaya çıkan olaylara ilişkin bir makullükten söz edilebilir. Ancak bu durumda ortaya çıkan eylemin sahibini aramak anlamlı olur. Bu ilişki ağı içinde bir rasyonalitenden söz edilebilir. Âlemde illet malul ilişkisinin evrende hâkim olduğu da ancak bu durumda savunulabilir bir argümana dönüşür.
Harika bir tasarımı temsil eden evren, Allah’ın taklidi gayri kabil imzasını taşımaktadır, bu durum evrende bir ilk fail anlayışına kaynaklık eder. Âlemde tesadüfe rastlanmanın mümkün olamayacağı tezi, evreni şuurlu bir öznenin fiili olarak görmemize imkân verir. Bu algı, evrende failsiz bir oluştan söz etme imkânını ortadan kaldırması açısından önemlidir. Söz konusu bu kurguya göre “mademki bir iş kendi kendisine olamaz, o halde bunu kim yaptı” akıl yürütmesine dayanır. Mucize burada, tabii sebepliliği, ilahi sebepliliğe bağlayan bir köprü görevi üstlenir. Varlığın ardında ilâhi bir neden bir amaç ve gaye görmeye imkân verir.