Ateş söner, insan ölür, dağlar uçar. Dünya bir toz bulutuna döner. İnsan marifetine gömülür, teknoloji çığlık atar çaresizlikte. Tufanda ve öncesinde insana bir “yar” gerek. Bir yar ki her güzelliği insan için var eden ve her boyutta kendine sığınan kullarını koruyup felaha çıkaran… Ateşi yanmaz yapan, denizlerden insana yol açan, insanın gafletine bir rahmet olarak saniyeler içinde depremle kullarını uyararak kurtuluşa çağıran… O’na mâlik olan neden mahrumdur, O’na sırt çeviren neye mâliktir?
Mü’minleri birbirine bağlayan görünmez ortak görüntü semaya açılan avuçlardır. Her inanan kesintisiz yakarış… Yakarmak ki muhabbet eşiğinde yağmurları ıslatan göz yaşıyla…
İnsan Rabbine yola çıktığında dağlar eğilir, rüzgarlar yelken olur. Üç boyutuyla zaman gülümser kulluğunun bilincinde olana.
Dünya, ölüm, ahiret. Üç dehşetli mekân. İnsan kendine tuzak. Üç mekânın da Mevlâ’sı Allah (cc). Bu yüzden, günah yüklü olsa da umutsuz değildir mü’min. Yiten kaybolan her şeyin ötesinde ve her şeyin varlığını borçlu olduğu bir “Yar” var.
Bütün güvenceler yüzüstü düştüğünde korkunç homurtuyla kıtaları sarsan silahlar, yeryüzünü damar damar sömüren sigorta şirketleri, rızkın sahibini göstermemek için duvarını her gün yükselten borsalar bir “hortum” ile kuş gibi gökyüzüne çıkınca ezeli ve ebedi dost, sığınak ihtiyacı ortaya çıkar.
İnsan çığlık çığlığa yönleri kaybettiği zaman, secde edecek mekân da bulamaz. O zaman hatırlar güneşli günlerdeki gafletini. Mustağni, mütekebbir tavırla hiç ölmeyecekmiş gibi, işlediği cürümleri hatırlar. “İşittik ve iman ettik” diyenler güvendedir. İman ile kulluğun şerefli, erişilmez hallerini destekleyip “secde” ile Müslüman olmanın imzasını zamana ve mekâna atmış olmanın huzuruyla üç mekânın yegane sahibine teslim olmuş, ömürlerini o yolda harcayanlara selam olsun.
“Tek başına ümmet” övgüsüne mazhar olan Hz. İbrâhim’in ifadesiyle bize ulaşan ayet her şeyi bütün berraklığıyla ortaya koyuyor: “Ben kayıp gidenleri sevmem.” (En’âm 3/76) Kayıp gidenlere tutunan, bel bağlayan onlarla birlikte kaybolur, helaka sürüklenir. Dünyalık hiçbir güç ölümü durduramaz, ahiret hesabını engelleyemez.
Kurtuluş o kadar açık, anlaşılır, sade ve insanı mazeretsiz bırakacak dirayette… İman edip salih amel işleyenler… Sonrası her mü’minde ortaya çıkan hesaba gelmez güzellikler… Baharın gelişiyle açılan sayısız renk ve güzel kokuyla açılan çiçekler gibi.
Kulun asli duruşu niyazdır. Mü’min var edeni, hayat ve nimet bağışlayıp öldüren ve tekrar diriltip hesap soranı bilen ve ona teslim olandır. Açılan avuçlar onadır, gayrısı gayri mümkündür. Bedeni, mekânı temizleyerek (abdestle), ruhu temizleyerek (namazla), malı temizleyerek (zekatla) kul olduklarını kendilerine kabul ettirerek muhabbet kapısının eşiğinde niyaza dururlar. Rablerinden memnun; Rableri onlardan memnun. Bu memnuniyetle insanın kendine ördüğü zindandan çıkar mü’min.
Dünyanın insana sunduğu sayısız tuzak, toplumun dayattığı çaresizlik ve çıkmaz, kulluğun muhabbetle açıldığı, niyazın anı bereketlendirdiği bu ahvalde aşılabilir. Bu ahvalde bütün ilişkileri, bağlılıkları niteleyen ilahi ölçü mü’mini yalnız bırakmaz. Korkunun niteliği dahi bu ahvalde değişir. Korku; Mevlâ’nın rızasına aykırı kalmamanın duyarlılığı haline gelir. Bundan ötürüdür ki yeryüzünün en büyük ve en muteber rütbesidir: Müslüman. Ve inanan bilir ki zorluk, kolaylık, rızık, yokluk ile imtihandadır.
Kulluk dünyada ayrıcalıktan ziyade sınanmanın, ahirette ise bağış ve nimetlerin mübahlığı olarak tebarüz eder. Şükür, hamd ve Rabb’in yüceliğini anlatmada yetersizlikten yorgun düşen sözlerle, niyaz ile konuşur mü’min. Allah (cc) namaz ile “hususi duruş” ile iletişim açar; kul sevinçle ve şükürle koşar. Kul en geniş, en zor zamanlarda ve neredeyse sürekli dua ile Mevlâ ile iletişime geçer. Namaz ve niyaz birlikteliği iki yönlü iletişimdir. Ve niyaz/duanın mahiyeti kulların niyetini ve önemini dolaylı yoldan ortaya koyar. İnsan yanlış yapabilen, doğru yoldan sapabilen varlıktır.
Rabbimiz yarattığı kulunun kendine yönelmesinin imkânı/nimeti olarak tevbeleri kabul edeceğini bildirerek tüm insanlığı kucaklayan büyük muştuyu insana eşsiz bir nimet olarak bildirmiştir. Nefes alan her insan için semanın maviliğiyle örtüşüp yürüyen bu nimet sayesinde her gün dünyanın pek çok yerinde insanlar tevbe ırmağında arınarak kulluk güzergahında “korku ve ümit”in sağladığı dinamizimle yürüyor, “Kulum” ifadesine muhatap olmanın mü’mindeki karşılığını ölçecek ölçü bulunamaz. Bizi kanatsız bulutlarla yarıştıran, dururken dünyadan hızlı döndüren bir ihtimaldir.
Mevlâ’mız bize “Kulum” dediğinde bütün çöller yeşeriyor. Tanımadığımız bir yağmurla yıkanıyor kalbimiz. Dünyanın bütün hazlarının koşup yetişemediği bir merhalede dilimiz tutuluyor. Dilimiz alfabe bulamıyor bu hali tarife. Yeryüzünü ateşe veriyoruz anlam atlasında. Kayıp gidenlere el sallıyoruz. Rabbimiz bize “Kulum” dediğinde yarıştan, savaştan, dünyadan çıkıp sonsuza açılıyor, kanatsız kuş, mekansız rüzgâr oluyoruz. Hiç oluyoruz, Mevlâ “Kulum” dediğinde kayıp gidenlere dönüp bakmıyoruz. Zaman çekiliyor, mekân dönüşüyor, kalbimiz konuşuyor, muhabbet alfabesinden cüzler açıyor. Dünya küçülüyor, rakamlar diz çöküyor cüzler açıldıkça. Mevlâ “Kulum” diyerek karşılar diye bizi, aklımız çıkıyor sevincin zirvesinden.
Allah’a (cc) kul olmak, bütün kullukları, araçsal bağlılıkları yerle bir etmektir. Dünyanın peşinden koşmayı, dünyanın peşinden koştuğu kişiliğe taşımaktır kulluk.
Ve bir diğer adı özgürlük. O’nun rızasını kazanmış bir kul olmaktan daha büyük bir amaç yoktur insana.
Alnımız toprakta, ellerimiz semada. Ölüm bir “geçit” olur, mü’min bu rıza ile “can bulanda.”