Siyonizm’i artık farklı veçheleriyle tanımak zorundayız. Sadece İsrail devletinin veya Yahudilerin düz siyasal tarihini bilmek yetmiyor. Yahudilerin tarihi, yaşadıkları, Filistin topraklarının işgali, siyasal Yahudiliğin ortaya çıkışı, Siyonizm’e dönüşüm gibi süreçleri daha derinden kavramamız gerekir. Siyonizm’in ruhunu anlamamız gerekir. Bunun yolu da Siyonizm’i üreten kolektif akıl ve bilinç, tarihsel olguların derinliği ve sosyolojik realitelerin neler olduğunu anlamaktan geçer. Bu nedenle Siyonizm’in sosyolojik bilinçaltı dünyasını keşfetmemiz şarttır.
1- Diyasporatik Bilinç
Siyonizm, bir teoloji olmanın ötesindedir. Teoloji, sadece onu meşrulaştıran bir araçtır. Siyonizm’i Siyonizm yapan en temel özelliklerin başında Yahudi toplumunun yaşadığı diasporatik sosyoloji ve bunun oluşturduğu bilinçaltı gelmektedir. Yahudi bilinci diaspora içinde yeniden üretilir.
Yahudi tarihine baktığımız zaman bu diyasporatik bilincin oluşum sürecini görebiliyoruz. Mısır’da köleleşerek yaşanır. Firavun çok güçlü bir otorite olarak Yahudi toplumunu tamamen köle haline getirir ve bunun için bütün mekanizmaları kullanır. Hz. Musa, bu köle toplumunun kurtarıcısıdır. Bundan dolayı Firavunu tanrılaşan ve Yahudileri hiçleştiren düzenine meydan okur.
Yahudi toplumunun köleleşmeden dolayı bilinci de köleleşmiştir. Köleci toplum bilinci, onları bu köleci düzenden kurtaracak Hz. Musa’ya “Sen rabbinle git savaş” der. İbn Haldun, bu sosyal eylemin çok etkileyici sosyolojik analizini yapar. Der ki, köleleşen bilinç ve ruh kendisini özgürce algılama ve savunma yeteneklerini kaybetmiştir. Bu nedenle Hz. Musa’yı yalnız bırakırlar ve Allah da onları 40 yıl Tih çölünde dolaştırarak yok eder. Aslında diasporatik bilincin köleleşen tarzının hazin sonucunu ortaya koymaktadır.
Diasporatik bilinç, Roma ve Sasanî İmparatorluğu ile gelen sürgün sonrası şartlarda yeniden oluşur. Özellikle Avrupa’da yüzyıllarla beraber çok ciddi travmalar içinde varlığını sürdürür. Endülüs, Müslümanların elinden çıktığı zaman Yahudilere de yeniden sürgün, ölüm ve Hristiyanlaşma seçeneği sunuldu. Büyük kısmı Kanuni tarafından Osmanlı topraklarına kabul edildi. Ancak önemli bir kısmı da ölmek, işkence görmek ve evinde Yahudi kalarak yaşama şansını buldu. Avrupa’da diasporatik bilinç, farklı zamanlarda ortaya çıkan veba salgınlarında büyük yaralar kazanarak belli bir bilinçaltı üretti. Vebadan Yahudiler sorumlu tutuldu. Mahallelerine saldırıldı, ateşe verilip yakıldı. Mesela Strasburg’da bunlar açıktan yaşandı. 14. yüzyıl ve 17. yüzyıldaki büyük veba salgının en önemli suçluları olarak toplum tarafından Yahudiler görülüyordu. Avrupa’ya göre Tanrı, Yahudilerin işledikleri günahları nedeniyle Hristiyanları cezalandırıyordu!
Diasporatik bilinç her çeşit siyaset, yönetim ve askeri alandan dışlanarak, aşağılık ve pis görülerek oluşuyordu. Mahalleye kapatma, genel imkânlardan yoksun bırakılma, faizi ve tefecilik işleri nedeniyle aşağılık görülme, sürülme ve dışlanma pratiklerinin içinde bir sosyolojik bilinçaltına dönüşüyordu. Sosyolog Max Weber, dinleri belli tabaklara göre yorumlayarak ele alır. Yahudilere de “parya dini” adını verir. Yani köle dini. Çünkü çoğunlukla toplumsal egemenliğin merkezi ilişkilerinden yalıtık bir diasporatik toplum olmaya mahkum halleriyle yaşamışlar.
2- Seçilmiş Ulus Mitolojisi: Ulus Tanrı
Diasporatik pratiklerle gelişen “parya dini” kimliği, bu olumsuz durumları aşmak için zaman zaman önemli bilinçaltı atılımlarında bulunur. Mehdi-Mesih arayışı bunun önemli göstergelerinden biridir. Stefan Zweig bir Yahudi entelektüel olarak Altın Şamdan adlı romanında bunu etkileyici bir şekilde anlatır. Arzu mevut da bunun bir parçasıdır. Gelecekte olması beklenen bir yurt ve bunun kurucu önderliğini yapacak kişi…
Yahudilerin diasporatik toplum biçimiyle beraber köleleşmeyi, kölelik bilincini, sefalet ve aşağılanmayı aşmak için ürettikleri bir ütopya. Hegel’in bahsettiği köle-efendi diyalektiğini aşmak istiyorlardı. Siyonizm, burada imdada kavuştu. Diasporatik bilinci yeniden yorumladı ve transfer etti. Oradan ideoloji, mitoloji ve ütopya üretti. Seçilmiş millet mitolojisi bunun başında gelir. Bütün Yahudi tarihi ve teolojisi bu bağlamda yeniden yorumlandı. Sert, meydan okuyucu, abartılı özgüven yükleyen ve biricik olma vasfını sağlayan bir ruh.
Siyonizm, “seçilmiş millet” mitiyle “parya bilinçaltını” ters yüz etmek istedi. Artık Yahudiler efendiydi. Hem de belli bir bölgenin, toplumun ve tarihin değil. Bütün dünyanın ve bütün dünya toplumlarının efendisi. Ulus olarak efendiydiler. Bir grup ya da bir cemaat olarak değil. Bütün Yahudiler, dünyanın neresinde olurlarsa olsunlar kolektif aidiyetin bir parçası olarak efendi ulus olacaktı. Adeta Tanrı ulus haline geliyorlardı. Yani “Nationdeus(!)” Ulus tanrılaşarak efendiliklerini göstereceklerdi. Böylece bütün dünya bu Ulus Tanrı efendiliği önünde eğilecekti. Bu da Yahudi Devleti ile olacaktı. T. Herzl, bir “ulusal-seküler peygamber” olarak ortaya çıktı! Yahudilere daha fazla ıstırap ve daha fazla sefalet istedi dünya liderlerinden. Köleliklerini derinden hissederek kurtarıcı ulus mitolojisine koşacaklardı. T. Herzl, onları “yurt”a değil, “Ulus Tanrı”ya çağırıyordu.
Avrupa’da Yahudi sorunu tartışılıyordu. Marx, kendisini Avrupalı olarak algılayan ve buradan bakan bir kimlikle (Yahudi olmasına karşın) Yahudi Sorunu adla bir kitap yazdı. Marx, Yahudi sorununu, Yahudizmden kurtularak mümkündür diyor. Yani sekülerleşme ile beraber Yahudiler özgürleşebilirdi.
19. yüzyılda ulus devlet siyasetleri yükselir. Her toplum bir ulus devlet haline gelerek özgürleşebileceği inancı yükselir. Theoder Herzl de bu yaklaşımı benimser. Yahudi Sorununu, Yahudilere ulus devlet icat ederek çözmek ister. Yahudi Devleti adlı kitabıyla bu tezi işler. Böylece Yahudi Meselesini tamamen siyasal ve ulusal bir konu olarak inşa eder. Konuyla ilgili ifadeleri, yazdığı Yahudi Devleti’nde aynen şöyledir: “İstediği kılığa girsin, benim açımdan Yahudi meselesi ne sosyal ne de dini bir sorundur. Ulusal bir sorundur, çözülmesi için onu her şeyden önce medeni halkların meclisinde hallolacak bir dünya sorunu haline dönüştürmemiz gerekir.”
Siyonizm’i çok net bir şekilde görüyoruz. Sosyal veya dini değil, siyasal bağlamda yürüyen bir ulus devlet arayışıdır. Elbette bu arayışta da Yahudi toplumu Ulus Tanrı mitiyle donatılır.
Bu mit, sadece Yahudileri efendi kılmakla yetinmez. Aynı zaman da ötekisini köleleştirerek kendi varlığını güvende tutma gibi bir ontolojiye de dayanır. Bu yaklaşım holokost ile sürekli canlı tutulmaya çalışılır.
3- Holokost ve Anti-Semitizm Siyasetleri
Hitler ve Mussolini önderliğinde, Avrupa’nın göbeğinde Yahudilere tarihin en büyük vahşeti yaşatıldı. Sosyolog Z. Bauman Holokost ve Modernite adlı eserinde bu vahşetin modernitenin düşünce, bilim ve aygıtlarının destekleriyle nasıl gerçekleştiğini gösterir. Biyologlar, sosyologlar, tıpçılar ve kent planlamacıları gibi bir dizi bilim uzmanlarının Yahudilere soykırım uygulanması için yaptıkları “bilimsel ve siyasal katkıyı” anlatır.
Holokost, tarihin en büyük soykırımlarından birisidir. Dönemin bütün bilimsel müktesebatı kullanılmış, Nasyonal Sosyalizm ideolojisi ile kitleler buna alıştırılmış ve seferber edilmiş. Avrupa, daha önce Veba salgınlarıyla Yahudilere yaşattıkları cadı avcılığının en yetkin ve en bilimsel tarzını patolojik ideoloji ve liderlerle uygulamıştı bu defa. Her zaman cebelleşip durdukları günah bilinçlerine yenisi eklenmişti. Savaş sona erince bu günahlarının farkına vardılar ve bundan kurtulmak için de Siyonizm’e daha fazla destek vermeye başladılar. İkinci Dünya Savaşı ve Holokosttan hemen sonra 1948 yılında Siyonist devlet İsrail’in kurulması tesadüfi değildir.
Holokost ile gerçekleşen Yahudi soykırımı, Siyonizm’i de yeni bir aşamaya taşıdı. Yahudiler yoğun bir şekilde soykırım anlatısı çerçevesinde eğitildiler. Soykırım, büyük anlatıya dönüşerek Yahudilere “yaralı bilinç” sağladı. Bu yaralı bilinç etrafında kendilerine bir kimlik inşa etmeye yöneldiler. Özellikle siyasallaşan ve Siyonizm’le birleşen Yahudiler için bu daha da elzem hale geldi.
Soykırım anlatısı ile Yahudi bilinci kan davası ile birleştirildi. Bütün Avrupalıların bir biçimde dahil olduğu bir kan davası. Elbette en fazla da Almanlar bu kan davasının müsebbipleriydi. Kin ve öfke, yaralı bilincin yakıtı haline gelerek Siyonizm’i besledi. Bütün Avrupa ve dünyaya soykırım anlatısı anlatıldı. Amerikan film sektörü bunu kendisine vazife haline getirdi. Dünya, Yahudilere yapılan soykırımla büyülendi.
Soykırım siyasetinden ikinci bir şey daha çıktı. O da anti-semitizm suçlamasıdır. Yahudilere yönelik makul eleştirilerde bulunan, hatta Siyonizm’e hoş bakmadığını açıkça deklare eden yazarlar, akademisyenler, sosyal aktörler anti-semitist olmakla suçlandılar. Mesela Fransız Müslüman filozof Garaudy, İsrail ve Siyonizm’le ilgili yazdığı kitap nedeniyle mahkûm edildi. Siyonizm tarafından anti-semitizm ve soykırım birer siyaset olarak uygulandı. İsrail, 7 Ekim direnişiyle beraber Gazze halkına bombalar yağdırarak, çoluk çocuk katlederek ve ortalığı yakıp yıkarak işgallerde bulunurken Alman filozof Habermas’ın çıkışı da ilginçti: “İsrail eleştirilemez, yoksa anti-semitizm yükselir.”
Siyonizm’in sosyolojik bilinçaltı patolojik güdülerle dolup taşmaktadır. Bunlar İsrail devletinin teknolojileriyle ölüm kusarak yakıp yıkmakta, bebekleri katletmekte, dünyanın ve insanlığın hiçbir anlaşmasını ve ahlak kuralını tanımamaktadır. Bu patolojik bilinçaltı öncelikle yine kolektif mekanizmalarla tedavi altına alınmalı veya kronikleşen yerleri de kesip atılmalıdır. Yoksa sadece Filistinliler ve Müslümanlar değil bütün dünya bu patolojik bilinçaltından kötü bir şekilde etkilenmeye devam edecek.