Sosyal değişme, Sosyolojinin en önemli ve zor açıklanan konularından biridir. Ibn Haldun, sosyolojik açıklamalarını sosyal değişme faktörü çerçevesinde ortaya koymuş olması, bir tesadüf değildir. Çünkü sosyal hayat, stabil/durağan bir sistem değildir. Bunun sebebi, insanın irade ve ideal sahibi bir varlık olmasından dolayıdır. İnsan, sahip olduğu misyon, kültür ve ahlâk gibi değerlere sahip bir varlık olduğundan, hayatı şekillendirmek ve hayata kendi inanç ve düşüncesini yerleştirmek gibi önemli bir görevi yüklenmiştir. İnsan, her zaman doğrunun peşinde olmadığı için, onun yozlaşması ve asıl hedefinden sapması da bir başka değişim olayını gündeme getirmektedir. Dolayısıyla insan ve toplumlar, bazen iyiye bazen da yanlışa doğru bir hareket halinde olmaktadırlar.
İslâm dininde insanın rolü, onun bir görev ile sorumlu olduğu Kur’ân’da açıklanır. İnsanın “yeryüzünü imar” gibi önemli bir rol ile gönderildiği söylenir. Tabii ki bu imar olayı, sadece teknik ve mimari bakımdan değil, daha çok insanın medenileşmesi ve ilâhî görevleri yüklenmesiyle ilgili çeşitli çabalarıdır. Zaten Kur’ân’da insanın yüce ideal ve davranışlar ile ziynetlenmesine yönelik çok sayıda âyet bulunmakta ve bu durum, insanlığın karşı karşıya kaldığı hata, sapma ve yozlaşmalar karşısında, onun tabii yaratılışının “fıtrat”ın muhafazasının ne kadar önem taşıdığı bu şekilde hatırlatılmaktadır.
İnsan Merkezli Düşüncelerin Farklılığı
İnsan, İslâm dininde “eşref-i mahlukat” olarak ifade edilmiştir. Yani, yaratıkların en şereflisi. Bu nitelik, onun fiziki gücü ve akıl sahibi olmasıyla da bir arada düşünülerek, böyle bir konumun ortaya çıktığı söylenebilir. Aslında burada insanın, ruh ve akıl merkezli bir üstünlüğünden bahsedilmektedir. Batı felsefe ve sosyolojisinin anlatmaya çalıştığı gibi insan, sadece kendine ait fizikî ve aklî özellikleri sebebiyle şerefli bir seviyeyi elde edemez. İnsanlığı şerefli hale getiren asıl değer, ilâhî bilgi ve sistem ile hareket etmesi ve böylece hem kendisine ve hem de diğer insanları faydalı ve hayırlı işler yapması ile ilgilidir. Buradaki hayırlılık, herhangi bir menfaat ve üstünlük gütmeden, insan ve diğer varlıklara karşı sadece insani ve ahlaki bir görev çerçevesinde hareket etmesiyle ortaya çıkmaktadır.
En azından yaşadığımız hayat, bize; insanın aklî, fizikî beceri ve yetenekleriyle bu şerefi elde edemediğini göstermektedir. Her ne kadar, insan aklı ve duyguları, belirli bir insanî ve sosyal role sahip olabiliyorsa da insanın; kendini ilâhî amaç ve sorumluluk içinde harekete yönelten güç, İslâm dininin huzur ve barışı hedefleyen bir yaşama felsefesi öngörmesinden kaynaklanmaktadır. Bu durum, tarih boyunca diğer yaşama felsefeleri ve ideolojilerin varamadığı bir gerçektir.
İnsanın, kendini ve hayatı tanıyabilmesi ancak ilâhî rehberlik ile mümkün olmaktadır. Bunun da en önemli göstergesi, peygamberlik müessesesidir. Her peygamber, ilâhî mesajı ve yaşayış sistemini, insanlığın doğru ve insanî bir hayat ve ilişkiler sistemini geliştirmesi doğrultusunda yaparken bu görevi, en hassas ve insan tabiatına uygun bir şekilde gerçekleştirerek “örnek insan modeli” oluşturur. Böylece insan merkezli fakat, ilâhî kural ve yaşama tarzı ile gerçekleşen bir medeniyet ortaya çıkar.
İnsanın, kendi istek ve düşünceleriyle bir hayat kurma çabası, ilk insandan beri ilâhî emir ve yaşayış tarzına alternatif bir sistem kurma düşüncesi ile ortaya çıkmaktadır. Bu durum, Kur’ân’da kişinin kendini veya birilerini “tanrı edinmesi” olarak geçer. Yine Kur’ân’da “İnsan kendi haline bırakılmamıştır.” denilerek, onun sadece kendi egosu ve aklı ile, gerçeğe ulaşamayacağı dile getirilerek “aklını kullanması ve kâinatın önemli olaylarına bakıp ibret alması” tavsiye edilir. Böylece, insanın kendini ve hayatı değiştirmesi ile ilgili yolculukta ilâhî bilgi; aklın da onu ölçmesi ile ortaya çıkan çok geniş bir yaşama perspektifi sağlamaktadır.
İktisadî ve Siyasî Önceliklerin Ortaya Çıkardığı Sapma
İktisadî ve siyasî sistem, bir yerde kişinin kendi ve sosyal değişimi için de, önemli bir “yol ayırımı” olarak açıklanır. Çünkü değişim, ilâhî emirler ile yaşamak veya akıl ve duygular ile hayatı yönlendirmek gibi iki farklı dünyayı içine almaktadır. Burada, her ne kadar iki farklı ayırım gibi gözükse de İslâm dini; insanın ne sadece dinî ne de aklî veya duygusal bir çerçevede hayata bakmasını istememektedir. Fakat, salt akıl veya duygular, insanın hayatı tam olarak anlayamamasına ve insanın kendisi için doğru ve faydalı olan kuralları ortaya koyamamasına sebep olmaktadır. Çünkü akıl, her insanda farklıdır. Ayrıca akıl, bir “ölçüm vasıtası”dır. Dolayısıyla, hayatı açıklamaya çalışırken, onu “anlamlandırma gibi” bir özelliği bulunmamaktadır. İşte bu noktada değerler dediğimiz davranış ölçüleri, insanın inanç sistemine bağlı bazı kavramlarla da ilişkili olarak bir bakış tarzı ortaya koymaktadır. Bu konu, literatürde olaya Hristiyanlık veya Musevilik dinlerinin, “din adamı merkezli din” kültüründen bakılarak açıklandığı için, İslâm dininin bu birleşik “dinî değer ve akıl” birlikteliğinden bağımsız olarak değerlendirilmekte ve çeşitli hatalar yapılmaktadır.
Tekrar insan merkezli değerlendirmeye dönersek, insanın akıl ve duygular ile olayları değerlendirmesi ve buna göre bir yöneliş içine girmesi; onun eşya, statü ve arzular gibi birtakım cazibe merkezlerinin emrine girmesi demektir. Bu durumda da olay; insanın temel değer ve özelliklerini bir kenara bırakarak siyasî veya iktisadî istek ve kazanımları elde etmeye yöneliyor. İşte bu durum insanı, gerçek misyonu ve görevinden uzaklaştırarak “sapma” veya “yabancılaşma” gibi yeni bir sosyal durum içine sokuyor. Buradaki yabancılaşma, insanın kendi varlık gerçeğine yabancılaşması ve varlık sebebine uygun hayat çizgisinden sapmasıdır.
Sosyal Değişme Alanları ve İnsan
Sosyal değişme, insan ve toplumun çeşitli görüş, düşünce ve yaşayış alanında, bir durumdan diğer bir duruma geçmesi olarak açıklanabilir. Dolayısıyla sosyal değişme, şuursuz bir yöneliş olacağı gibi şuurlu bir kazanım olarak da açıklanabilir. Bu her iki durum, Batı literatüründü “sosyal değişme” olarak açıklanmaktadır. Halbuki insanın kendi iradesi ve seçimi ile gerçekleştirdiği olay, sosyal değişme olarak açıklanırken; kendi iradesi dışında ve belli etkilerin yönlendirdiği bir değişim, “sosyal değiştirme” olarak açıklanmak durumundadır. Sosyal değiştirme, bir toplumun veya kişinin; siyasî güç, medya veya çeşitli sanat faaliyetleri kullanılarak, tabii yapısına ters bir anlayış ve yaşayışa doğru sevk edilmesi manasını taşımaktadır. Bazen çeşitli toplumsal hareketleri meydana getiren sel baskını, deprem, iklim değişikleri veya işsizlik gibi sosyal durumlar da, sosyal değişmeye “etki eden” faktörler olarak açıklanabilir. Bu tür tabii olaylar, sosyal değişmeyi sadece etkileyici özellik taşırlar fakat onu yönlendiremezler.
İnsanın sosyal değişmede, nasıl bir rolü olabilir sorusu, gerçekten de konunun can damarını teşkil etmektedir. Çünkü insan, yönlendirilen ve güdülen bir varlık değildir. Her etki ve güç, insanın inanç, akıl ve ahlâk gibi değerleri tarafından ölçülür, değerlendirilir ve ona göre bir karara varılır. Ama, insanlık tarihinde çeşitli olaylara bakıldığında, insanların sürekli kontrol altında tutulduklarına, tabii halden uzaklaştırıldıklarına ve inanmadıkları konularda, bazı tutum ve tavırlara zorlandıklarına şahit oluruz. Çünkü, çeşitli siyasî, iktisadî ve hukukî sistemler, insanların kendi hür iradeleri ve seçimleri ile baş başa kalmalarını istememekte ve bu durumu, kendi güç ve iktidarları için bir risk olarak görmektedirler. Bu yüzden de kitleleri çeşitli vasıtalar kullanarak tabii tutumlarından uzaklaştırarak, kendi istedikleri yöne doğru çekmektedirler. İnsanlığa sunulan çeşitli doktrinler, felsefeler ve ideolojiler; insanın tabii tutum ve eğilimlerinden uzaklaştırarak bu tür sistemlere tâbi hale getirmeleri için kullanılmaktadır. Dolayısıyla tabii olarak sosyal değişme yerine, sun’i ve zoraki olarak sosyal değiştirme hareketi gerçekleşmektedir.
Sosyal Değişmenin Sürükleyici Olarak İnsan
Sosyal değişmenin, çevredeki eşya ve gelişmelere göre değil; insanın düşünce ve niyetine göre gerçekleştiğini belirtmiştik. Böyle bir durumda, sosyal değişmenin çok büyük oran ile insan faktörüyle bağlantılı olduğu ortaya çıkıyor.
Aslında insanlık tarihi boyunca meydana gelen gelişmelere bakarak bu özelliğin gerçekleştiğini anlıyoruz. İnsanlık için faydalı fikir ve düzenler, insanlar tarafından benimsenip muhafaza edildiğinde, oldukça iyi ve faydalı bir sistem kuruluyor. İnsanlar, böyle bir sistem içinde huzurlu şekilde yaşayabiliyorlar. İnsanların gönül rızasıyla kabul etmediği sistemler, onlara baskı ve kandırma ile kabul ettirildiği zaman, sıkıntılar, zulümler ve çatışmalar meydana geliyor. Burada insanın varlığı, bir denge unsuru oluyor. Fikirler, dinler, sosyal sistemler eğer tabii bir şekilde insanlar tarafından idrak edildiğinde, onların uygulanmasında ciddi problemler ortaya çıkmıyor. Çünkü insan, aklı ile olayları değerlendirebilen bir varlık. En azından, bu tür bir seçimde ciddi problemler ile karşı karşıya kalınmıyor.
İnsanlığın, ilk dönemlerinden beri toplumların çeşitli yanlış ve ahlak dışı yönelişleri, ilâhî davetin mensubu olan peygamber ve din mücedditleri (yenileyicileri) tarafından engellenmeye çalışılmış; yabancılaşma ve sapmaya uğrayan insanlık, yeniden doğru yola döndürülmüştür. İnsanlıktan uzaklaşma, başkalarına zulmetme ve tanrılık iddiasında bulunarak halkı köleleştirmeye çalışan nice din veya siyaset adına hareket eden insanlar, bu ilâhî ve fikri davetler karşısında çaresiz kalmışlardır.
Sonuç
Bu olaylar gösteriyor ki toplumların değişim ve dönüşümleri, adalet ve ahlâk kurallarına uymak suretiyle müspet manada gerçekleşmiş; insanların kendi varlıklarını üstün görmeleri, kendilerine yüce sıfat ve mevkiler vermeleri, keyfi hareket etmeleri ise ne kendilerine ve ne de içinde yaşadıkları toplumlarına fayda sağlamıştır. Sosyal değişim; ilâhî, aklî ve tabii kurallar çerçevesinde gerçekleştiğinde ise faydalı ve insanın dünyaya geliş rolü ve hikmeti gerçekleşebilmiş; insan huzur içinde olmuştur.
Günümüzde de insanı gerçek yönüyle tanımayan; onu, ruh ve akıl dünyası ile değerlendiremeyen, insanın yeryüzündeki misyonunu anlayamayan birçok fikir ve ideoloji, insanı hem huzursuz bir hayata mahkûm etmiş hem de onun tarihî misyonunun önünü kapatmıştır. Ne yazık ki insanlığın bugünkü manzarası, açıklamaya çalıştığımız gerçeklerin birer somut örneği olarak karşımızda bulunuyor.