Allah Teâlâ müminleri şahitlikle yükümlü tutmuştur. Kur’ân-ı Kerîm’de bu hususa Bakara sûresinin 143. âyetinde “Böylece, sizler insanlara birer şahit olasınız ve Peygamber de size bir şahit olsun diye sizi vasat bir ümmet yaptık…” şeklinde dikkat çekilirken, Hac sûresinin 78. âyetinde de “…Resûl size şahitlik etsin, siz de insanlara şahitlik edesiniz…” diye buyrulmuştur.
Sahitlik geniş bir sorumluluk alanına tekabül ediyor. Nefes aldığımız müddetçe ve hatta ölümümüzle dahi hakka, hakikate şahitlikle, vahye şahitlikle sorumluyuz. Etrafımızda, yaşadığımız beldede ve tüm yeryüzünde yaşanan gelişmeleri, şahit olduklarımızı boş gözlerle seyredemeyeceğimizi, mutlaka hakkın yanında ve hayra davet bağlamında sözümüzü söylemekle, tavır almakla mükellef olduğumuzu biliyoruz. Bize gücümüzün üzerinde yük yüklemediğini buyuran Rabb’imiz sonuçtan mesul olmadığımızı, illa da arzulanan neticeyi elde etmek zorunda olmadığımızı ama mutlaka adil şahitlik vazifemizi yapıp yapmadığımızın hesabını vereceğimizi bildirmiştir.
Peki, adil şahitlik sorumluluğu muhatap olduğumuz gelişmelere dair ne tür tavırlar almamızı gerektiriyor? Yeryüzünde hakkın ve adâletin hâkim kılınması, marufun emredilmesi ve münkerden nehyedilmesi doğrultusunda çaba sarfetmekle görevli olan müminler yaşanan kimi hadiseler karşısında ne yapmalılar, olan bitene dair ne tür tavır almalılar?
Hiç şüphesiz Müslümanların maslahatına yönelik tavırlar hususunda dikkatli hareket etmekle mükellef olduğumuzun farkındayız. Bu yüzden de sözümüzü, hareketlerimizi her zaman tartmak, zalimlere, İslâm düşmanlarına yaramaması için özenli davranmak zorundayız. Yani sonuçlarını gözetmeden, kime ne fayda vereceğini düşünmeden tavırlar sergileyemeyiz. Bilakis siyasî sorumluluk bilinciyle hareket etmeliyiz. Bununla birlikte her durumda hakkı söylemekten, zulme, nifaka tavır almaktan da imtina etmemeliyiz. Adâletin yaygınlaşması için adımlarımızı adil şahitlik bilinciyle atmalıyız. Çünkü sahih bir kimlik ve sâlih bir toplum inşası ancak bu tür çabalarla gerçekleşebilir.
Marufu Emretmekle ve
Münkerden Nehyetmekle Vazifeliyiz!
Allah Teâlâ iman edenlere, iman iddiasında bulunanlara açık, net bir vazife yüklüyor. Âl-i İmrân sûresinin 104. âyetinde bizleri, “Sizden bir topluluk bulunsun.” emriyle topluca, hep birlikte, bir cemaat, ümmet bilinciyle yerine getirilmesi gereken bir sorumluluğa çağırıyor.
Bu topluluğun ifâ etmesi gerekenler âyetin devamında sıralanıyor: Hayra çağırmak, marufu emretmek ve münkerden nehyetmek! Âyetin sonunda da kurtuluşa erenlerin ancak bunlar olduğu beyan edilerek felahın, felaha erişmenin yolunun hayra davetten, iyiliği emredip, kötülükten sakındırmaktan geçtiği netleştiriliyor. Sûrenin devamında, 110. âyetinde de aynı vurgunun tekrar edildiğini görüyoruz: “Siz, insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz. İyiliği emreder, kötülükten meneder ve Allah’a iman edersiniz…”
Şimdi hayırlı ümmet olmanın vasıflarının, şartlarının tekrar altını çizelim: İman etmek, marufu emr ve münkerden nehy! Ve buradan kalkarak kendimizi sürekli murakabeye tâbi tutalım. Yapıp ettiklerimizin ya da yapmadıklarımızın mahiyeti üzerinde düşünelim. Ve her vesileyle neyin mücadelesini verdiğimizi, neyi tartıştığımızı, niçin tartıştığımızı hep soralım! Eğer hayra çağırmaksa amacımız; söylemimiz de eylemimiz de bu temel üzerine oturmalı; tarzımız ve tavrımız bunu yansıtmalıdır. Ve bundan hiçbir şekilde geri çekilmemeli, vazgeçmemeliyiz. Niçin? Çünkü hayırlı bir ümmet olmayı hedefliyor, felaha erişenlerden, müflihûndan olmayı arzuluyoruz!
Bu hedef samimiyetle, fedakârlıkla ve cesaretle tebliğ ve davet çabası içinde olmayı ve davetçi olmayı bir kimlik, bir hayat tarzı haline dönüştürmeyi gerektirir. Mutlaka sözümüz ile pratiğimizin uyumunu zorunlu kılar. Tutarlılık içinde Rabb’imizin emirlerini merkeze alan, yasaklarından kaçınan bir tutumu ilke edinmeyi gerektirir.
Biliyoruz ki Rabb’imizin emrettiklerinden biri kardeşliğin takviyesi, adâletin yaygınlaştırılması, mazlumlara ve mağdurlara sahip çıkılmasıdır. Yine haksızlığa, adâletsizliğe karşı çıkılması, ifsada, tuğyana, fahşaya ve zulme boyun eğilmemesidir. Kim yaparsa yapsın ve kime yapılırsa yapılsın zulme karşı hakkın, adâletin yanında tavır almak müminin şiarıdır.
Mâide sûresinin 79. âyeti “Onlar, işledikleri kötülükten, birbirini vazgeçirmeye çalışmazlardı. And olsun yaptıkları ne kötüdür!” ifadesiyle açıkça bunun bir toplumsal sorumluluk olduğunu belirtir. İnsanların münkerden birbirlerini vazgeçirmeye çalışmamalarının ne kadar büyük bir kötülük olduğunu hatırlatır.
İslâm Düşmanlarına Koz mu Veriyoruz?
Ne ilginçtir ki bu ülkede “içinden geçtiğimiz kritik dönem” hiç bitmiyor. Ve gayet doğal olarak bu “hassas dönemler”de de yetki ve gücü ellerinde bulunduranlar birtakım yanlış icraata imza atıyorlar. Bunlara karşı itirazımızı seslendirdiğimizde ise “Acaba pusuda bekleyen İslâm düşmanlarının işini mi kolaylaştırıyoruz?” şeklinde içimizde bazı tereddütler oluşuyor. Zaman zaman “Acaba eleştirilerimizi örtük olarak mı yapmalıyız?” ya da “Dozunu düşürmeli miyiz?” gibi tartışmalar, sorular da gelişiyor.
Bu endişelerin hepsi tartışılabilir şeylerdir elbette ama görmezden gelemeyeceğimiz husus şudur ki eğer gözümüz önünde cereyan eden ve vicdanımızda sızıya yol açan birtakım icraatlar söz konusuysa bunları görmezden gelemeyiz, şu veya bu gerekçeyle örtemez ya da savunamayız.
Biliyoruz ki her türlü zalimane uygulamanın, haksızlığın yapanların zihninde birtakım gerekçeleri vardır. Yapanı haklı gösteren birtakım sebepler her zaman mevcuttur. Ama biz buradan bakamayız, hadiseleri kaba saba bir tartıyla değil vicdanımızın hassas terazisinde tartmalıyız mutlaka. Ve yaşananları öncelikle mağdurlar penceresinden değerlendirmeliyiz.
Eleştiride, tavır almada nasıl bir yol yöntem izlenmeli, nasıl davranılmalıdır? Hangi noktalar öne çıkartılmalıdır? Burada şunu düşünmek, şöyle bir ölçüyle hareket etmek makul ve geliştirici olabilir: Bahsi geçen kötü muamelelere biz maruz kalsaydık, nasıl tepki verirdik, kimden ne yapmasını, nasıl tepki vermesini isterdik?
Haklı ve adil eleştirilerimizden başkalarının da yararlanacak olması tek başına bir imtina gerekçesi olmamalıdır. Bunun önüne geçmek için adâletten taviz vermek kabul edilemez. Bu husustan şikâyet edenler, bunun Müslümanların maslahatına aykırı olduğunu düşünenler evvelemirde yanlış icraatlara imza atanları vazgeçirmeye çalışmalıdırlar ki düşmanların eline bu tür malzemeler geçmesin!
“İçinden geçtiğimiz kritik dönemde” diye başlayan kaygılarla itiraz etme, uyarma sorumluluğunu hiç olmazsa ‘geçici olarak’ hasır altı etme tavsiyesinde bulunanlar yanlış karar ve icraatların mevcut dönemi çok daha kritik bir hale büründürdüğünü görmek zorundadırlar. Samimi duygularla bazı gündemlerin, kimi tartışmaların ümmetin maslahatına zarar vereceği, düşmanların elini güçlendireceği endişesi taşıyanları anlıyor ve kaygılarına saygı da duyuyoruz. Ama bir tür var ki statükoyu her şeyiyle savunmayı adeta meslek edinmiş, hayrına da şerrine de ortaklığı benimsemiş sanki! Böyle şey olmaz! Haksızlığa, zulme karşı çıkmayı dostlara çelme takmak olarak gören, “şimdi sırası değil” mantığıyla tehdit olarak algılayan yaklaşım tarzının ancak yanlışın kökleşmesine yol açacağı kesindir.
Peki, neden şöyle düşünmüyoruz? Yanlış yapanı ikaz etmezsek, beklemeyle, ertelemeyle, yumuşak bir üslupla bunu sağlayamadığımızda sert bir şekilde uyarı sorumluluğunu üstlenmezsek bırakalım mağdura karşı sorumluluğumuzu yerine getirmemeyi, yanlış yapanı içimizden biri kabul ettiğimiz durumlarda, bizzat ona karşı da kötülük yapmış olmaz mıyız? Uyarmak, gerektiğinde sarsmayı gerektirmez mi? Öyleyse bundan niye uzak duracağız? Ahirette “Biz farkında değildik, kimse de bizi uyarmadı, bu uyarmayanlar da suçumuza ortak oldular.” demelerini görmek için mi?
Oysa Hz. Ömer’e (ra) atfedilen şu söz hepimizin durması gereken yeri de yapmamız gereken işi de ne güzel özetliyor: “Gerektiğinde hakkı söylemezseniz sizde hayır yoktur; siz söyler de biz kabul etmezsek bizde hayır yoktur.”
Haksızlık ve Zulüm
Görmezden Gelinebilir mi?
Tarihi bir hakikattir ki burası bir darbeler, sıkıyönetimler, olağanüstü haller ülkesi! Mevcut iktidarsa bu kötü geleneğe son verme iddiasıyla işbaşına gelmiş ve gerçekten de bu zeminde çok önemli adımlar atmış, ciddi kazanımlar sağlamış bir iktidar. İşkencenin önlenmesinden bürokratik tahakkümün zayıflatılmasına, devletin klasik tutumu haline gelmiş keyfilik ve yasakçılığın tasfiyesine kadar pek çok alanda sağlanan gelişmelerle mevcut kadroların işbaşında olduğu bu süreçte devlette köklü bir rota değişikliğine imza atıldığı biliniyor.
Malum süreçte bu ülkede pek çok haksızlığın, zulmün zeminini teşkil eden ‘devletçi’ tavırların mahallemizde de yaygınlaştığını üzülerek gözlemledik. Öyle ki garip bir maslahat mantığıyla açık haksızlık ve usulsüzlükler dahi sıradan, basit ve meşru görülebildi, çeşitli zorlamalara başvurarak tevil edilmeye çalışıldı. Netlikle itiraz edilmesi, karşı çıkılması gereken, hiçbir şekilde savunulamayacak eylemler karşısında dahi, sessiz kalınması öğütlenebildi. Neden? Desteklediğimiz aktörlerin elleri zayıflamasın diye!
Oysa bizim inandığımız ilkeler bize hiçbir şekilde haksızlıkları örtme, tuğyanı kabartacak yaklaşımlara göz yumma izni vermiyor. Bilakis kim yaparsa yapsın, kim olursa olsun zulme ve zalime tavır almayı emrediyor. Rabbimiz bizleri en yakınlarımız aleyhine de olsa adâletten ayrılmamakla uyarıyor! Nisâ sûresi 135. âyetinde şöyle buyruluyor: “Ey iman edenler! Kendiniz, ana babanız ve en yakınlarınızın aleyhine de olsa, Allah için şahitlik yaparak adâleti titizlikle ayakta tutan kimseler olun…”
Birtakım gerekçeler, mazeretler ileri sürerek yanlışa arka çıkmak, vicdanen izahında zorlandığımız bir şeyi birtakım tezler geliştirterek rasyonalize etmeye çalışmak, aklımızla mazur görmeye ve göstermeye kalkışmak adâlet duygumuzun törpülenmesi sonucunu doğurur ve ilerleyen süreçte bizi kendimize yabancılaştırır.
Hiç kuşkusuz eleştirirken, itiraz eder, karşı çıkarken de ölçülü davranacağız. Asla ölçüsüz olmayacağız; kazanımlarımızı görmezden gelmeyeceğiz. Müminlere duydukları öfkeleri ağızlarından taşan ve kalplerinde ise çok daha büyük bir kin barındıran düşmanlarımızın kimler olduğunu hiçbir şartta unutmayacak ve onları sevindirmemek için çok dikkatli de olacağız! Ama her halükârda haktan, adâletten yana tavır almaktan da vazgeçmeyecek, gerektiğinde zülfü yare dokunmaktan da kaçınmayacağız!
On yıllarca Kemalist oligarşinin hukuku hiçe sayan icraatlarını, kendisine karşı olan toplum kesimlerini düşmanlaştırıp, sindirmeye, imha etmeye yönelik yaklaşımlarını lanetleyen, mahkûm eden bizler şimdi bize yakın gözüktükleri için benzeri tutumları sergileyenlerin yapıp ettiklerini görmezden gelebilir miyiz? Bu açık bir çifte standartlılık, tutarsızlık, daha ötesi vicdansızlık olmaz mı?
Siyasal erkin çözmesi, en azından çözüm için çaba sarfetmesi gereken pek çok sorunumuz, kanayan yaralarımız mevcut. Siyonist çetenin Gazze’de sürdürdüğü soykırım karşısındaki acziyet; zulümden kaçıp bu ülkeye sığınmış muhacir kardeşlerimize yönelik ayrımcı uygulamalar; toplum nezdinde İslâmî kimliği eriten yolsuzluk, kayırmacılık vb. gayrı ahlaki eğilimler; eğitimden siyasete, bürokrasiden medyaya kadar geniş bir alanda Kemalist resmi ideolojinin prangalarının aşılmak bir yana daha da muhkemleştirilmesi; hukukun adâlet zemininden uzaklaştırılıp araçsallaştırılması vb. birçok alanda ciddi zaaflarla yüz yüzeyiz.
Tüm bunlar ve benzeri hatalar, yanlışlar, çarpıklıklar görmezden gelinebilecek şeyler cümlesinden addedilemez! Ve bir şeylerin yanlış gittiğini görenlerin şahit oldukları karşısında görmezden, duymazdan gelmeleri yakışık almaz. Hakkı söylemekten imtina etmek söz konusu olamaz. Kimin rahatsız kimin memnun olması hesabı elbette yapılmalıdır elbette ama önce Rabbimizin rızası merkeze alınmalı ve buna göre tavır belirlenmelidir. Ve her durumda müstakim, açık sözlü, izzetli bir tavır sürdürme gayreti içinde olunmalıdır.
Hayırlı Bir Toplum Olmak İstiyorsak
Uyarmak Zorundayız!
Düşüncelerimiz de amellerimiz de Rabbimizi, sadece Rabbimizi razı etmeye yönelik olmalı. İnsanların rızası elbette kötü bir şey değildir, bilakis arzu ederiz. Ama bu ancak Rabb’imizin rızasına muvafık ise bizim için anlamlıdır. Yok, eğer O’nun rızası hilafına elde edilen ya da edilebilecek bir şey ise biz ondan, o da bizden uzak olsun demek durumundayız! Çünkü biliyoruz ki Rabb’imizin rızası hilafına elde edilen her şey nihai kertede sadece hüsrandır, ateştir!
Hayra çağırmanın, hakkı haykırmanın, marufu emredip münkerden nehyetmenin belirsiz bir geleceğe ertelenen, ihtiyari-seçimlik bir etkinlik olmayıp bir kimlik, Müslümanlar için bir hayat tarzı olduğunun yeniden kavranması gerekiyor. Kitabı hayatımıza uyarlamaya kalkmak yerine hayatımızı Kur’ân’a göre tanzim edip, düşüncelerimizi, sözlerimizi, amellerimizi hep bu kritere göre şekillendirme sorumluluğu bizi bekliyor.
Ama öncelikle silkinmek ve bir karar vermek gerekiyor. Şahitlik sorumluluğunu layıkıyla üstlenebilmenin ancak şahitlik bilinciyle zihnimizi ve eylemlerimizi donatmaktan geçtiği biliniyor. Bu ise güçlü bir irade ve halisane bir yönelişi zorunlu kılıyor.
İslâmî kuruluşlar, yapılar, çevreler, şahıslar, yani hep birlikte İslâmî camia olarak bir dönüm noktasındayız. Gerçeği görmek, hakikatle yüzleşmek zorundayız. Sorumluluğumuzu belirsiz bir geleceğe erteleme tavrını terk etmeye mecburuz. Karşı tarafa, düşmana malzeme olmasın endişesiyle “dostlar”dan sadır olan yanlışlara göz yummak hiç kimseye iyilik olmuyor. Bu tutum dostları asla güçlendirmediği gibi bilakis zayıflatırken bizi ise asli kimliğimizden, sorumluluğumuzdan uzaklaştırarak başkalaştırıyor. Oysa münkere, ifsada, zulme tavır almak kimliğimizin bize yüklediği bir sorumluluktur.
Önümüzdeki süreçte iddiamızı sürdürmeye, kimliğimizi korumaya kararlıysak, muhafazakâr gelenekten tevarüs ettiğimiz idare-i maslahat anlayışını terk etmeli ve Rabbimiz’in emrettiği şekilde adil şahitler olabilmenin yolu, yöntemi üzerinde daha çok kafa yormalı, istişare etmeli, çaba sarf etmeliyiz. Ve tüm bu uğraşlara paralel olarak ortak bir eylemlilik geliştirmeliyiz. Sahih, tutarlı bir İslami hattın inşasının ve kitlelere güzel bir örnekliğin taşınmasının ancak bu şekilde mümkün olabileceğini aklımızdan çıkartmamalıyız!