İnsanın kendi başına bir yol gösterici olmadan doğru, güzel ve adalet üzere yaşamayı başaramadığı tarih boyunca bilinen bir vakadır. İnsan aklının öne çıkardığı anlam arayışlarının insana huzur ve sükûnet sunmadığı bedihidir. Çünkü insan kendi başına var olma imtiyazına sahip değil, yani bir başka Güç tarafından varlık sahasına çıkarılmıştır.
Yaratıldığı zemin ile gönderildiği zemin arasındaki fark ayrıca düşünülmeyi hak eden bir olgudur. Kendisinde verili olarak bulunan isimlerin, kavramların varlıklar ile tek başına anlamlı bir ilişki kurmaya yeterli olmamaktadır. Yaşama anlam yüklemek, ilişkiler ağını anlamlı ve ahlâkî bir zeminde kurmak ve insanın kendi anlamını bulması bağlamında yetersiz kaldığı bilinen bir gerçekliktir. Yaratıcı, yaratılış, var olma ve varlığın kendisine dair anlamın bedihi bir zeminde açıklığa kavuşması da insanı aşan bir boyut taşımaktadır.
Yaratılmış insanın, sınırlı ve zaaf taşıyan özelliği ile kendi başına kendi istikametini ahlâk ve adalet ölçüsü içinde tanımlaması beklenemez! Merhamet duygusunu taşımasına rağmen, kendisine yakın olmayan varlığa dair öfke duygusunu dizginlemesi, yani ezcümle duygularını yerli yerinde kullanmasını beklemekte doğru görülmemektedir. Tarih boyunca aşkın bir kaynağa dayalı olan bilgiden bağımsız bir şekilde anlamı açığa çıkaran ve bunu uygulamada örneklik düzleminde gösteren bir örneğe sahip değiliz…
İnsanın dünya hayatının bir imtihan olgusu üzerine bina edildiği açıkça Yaratıcı Kudret tarafından bildirilmiştir. İmtihan olgusunun kendisi zaten bir yol göstericiliği işaret eder. Akıl, kendisine sunulan bilgiler arasındaki bağı kurması, iki olay ve olgu üzerinden bir mukayese yapma imkânını doğurur. Ancak bu mukayeseyi yapacak ilkelerin neliği meselesi ise aklı aşan bir şeydir.
Bu durumun temel göstereni ise; insanın yaratılış, var oluş ve varlığın bütünlüğünü kavrama yetisine dair taşıdığı zaafın kendisidir. Kendisini dahi tanımada taşıdığı yetersizliği, insanın da içinde yer aldığı yaşamın bütünlüğü bağlamında bu yetersizlik ciddi sorunlara kapı aralar. Ezcümle, insan, kendisinin Yaratıcısı olan Yaratıcı Kudret tarafından kendisine gönderilmiş bilgi üzerinden Yaratıcı Kudret, yaratılış, insan, yaşam ve ilişkiler ağı hakkında bir bilginin sahibidir. Gönderilen bilgi, İmtihan Sahibinin imtihana tabi kıldığı insana yönelik bir inayeti olarak düşünülmelidir.
Konulduğu cennetten çıkarılan ve yeryüzüne gönderilen, yeryüzünde selam yurdunu inşa etmesi beklenilen insanın kendi sorumluluğunu yerine getirmesi babında ilâhî inayetin ilâhî irade üzerinden insana gönderilmiş vahyin insan açısından önemi ve kıymeti tartışma taşımaz!
Yeryüzünde lanetlenen şeytan ile bir mücadele yürütecek olan insana yönelik ilâhî inayetin bir yardım olarak göndermiş olduğu vahyin yine bir insan/nübüvvet üzerinden temsiliyeti sağlanarak insana yol göstericilik yapılmaktadır.
Konunun doğru anlaşılabilmesi için temel bir unsura dikkat çekilmelidir. Kur’ân, insana gönderilmiş vahyin insanın bilmediği bir bilgi türü olduğunu açıkça ilan etmektedir. İkra sûresindeki “Oku! Rabbin kerem sahibidir. O ki kalemle öğretendir. Ve size bilmediğinizi öğretmektedir/bildirmektedir.” (Alak 96/1-5). Bu açık bilgi, insana gönderilen bilginin insanın bilmediği bir bilgi türü olduğunu açıkça beyan eder. İnsanın bilgisinin isimlerin bilgisi olduğu yine vahiy tarafından belirtilmektedir. Vahiy ise insana hidayet olmak üzere gönderilmiştir ki imtihan konusunda insanın eli güçlendirilmiş olsun ve insanın ahiret günü hesap vaktinde “Ama benim bilgim yoktu.” dememesi içindir.
Konunun bu olguyu aşan bir boyutu olduğu da bedihidir. Bu da Allah ile insan arasındaki bağın gücü ve insanın Allah’ın umudu olduğu kadar, insanın en büyük umudunun ise Allah’ın insanı yaratması ve ona yüklediği amaçla ilgili taşıması gereken umudun büyüklüğü ve kuşatıcılığıdır. Bu umudun en derin boyutu Allah’ın mutlak güç ve kudret sahibi olduğu kadar her şeyin bilgisinin mülkiyetine sahip oluşunu da içerir. Her şeye gücü yeten Allah’ın umut olma bakımından en üst zeminde duruşu kadar, tek oluşunu da içerir. İnsan umudunu korudukça yaşamda karşı karşıya kaldığı her güçlüğü aşar. Ki yaratılışında zorluğa dayanıklı yaratıldığı vahiy tarafından bildirilmektedir.
Varlıkla Yaratıcı Kudret arasındaki ilişki ilâhî inayet üzerinden kurulur. Allah yarattığı her şeyi inayeti ile yaratmaktadır. Beklentisiz bir yaratma eyleminin sahibidir Allah… Varlığın, varlık olarak varlığını sürdürme şartlarının tümünü sağlayan şey de inayetin ilâhî irade üzerinden ilâhî faaliyetin sonsuz deveranıdır. İnsan ile Allah arasında ise özel bir ilişki türü mevcuttur. Yarattığı hiçbir varlığı kendisine benzer şekilde yaratmadığı halde insanı kendi suretinde yaratmıştır. Buradaki suret sadece bir teşbihi içermektedir. Mutlak varlık ile yaratılmış varlık asla bir ve benzer olamazlar. O yüzden klasik dönem uleması bu ayrımı mutlak ve mukayyet üzerinden betimleyerek sorunu izaha çalışmışlardır ki haklıdırlar. İnsan sahip olduğu her şey ile mukayyet bir özelliğe sahiptir. Yani kendisine dışarıdan verilmiştir. İnsan bağımlı bir varlıktır. Allah ise hiçbir şey ile bağımlı değildir, bilakis yaratılmış her şey O’na muhtaç ve bağımlıdır.
Özelde ilâhî inayet, vahiy olarak insana yönelmesi, insanın varlık skalasında kendisine yüklenilen amaç ile birebir ilişkili bir durumu işaret eder. İlâhî inayet bu çerçevede özel bir anlam taşıyarak insana yaşamını sürdürmesi, ilişkiler ağını merhamet ve adalet üzere kurabilmesi için yol gösterici ilkeleri ve yaşamını idame ederken yaşam sonrasına dair bir bakışı da içeren ve anlamı derinleştirerek güçlendiren bir usulü de göndermiştir.
Yeryüzünde tek başına kalan, mevcut zorlu yaşam koşulları ile başa çıkmaya çalışırken, kendisiyle çatışan ve sürekli bir kaotik zeminde varlığını sürdürme arayışı yanında şeytanın ayartıları, şeytanın ayartılarına kanmış insanın ayartılmış hali üzerinden kaosu derinleştirmesi, ilâhî iradenin ilâhî inayet üzerinden ilâhî bilgiyi yeryüzüne göndermesine vesile olmuştur. Şeytanla karşı karşıya kalan ve ona karşı savunmasız olan insan, Mutlak Malikiyet sahibi Varlığın merhamet ve inayeti ile hidayet rehberliği hayata geçmiştir. Bu ilâhî rehberlik hem gönderilmiş bilgi/vahiy ve hem de bu vahyin somut düzlemde neye tekabül ettiğini temsil ederek örnekleyen Resul/Elçi aracılığı ile insana armağan edilmiştir.
Müslümanların Allah’ı irade sahibi bir varlıktır. İradesi olmayan bir yaratıcının bilgi göndermesi ve müdahale etmesi beklenemez! Aşkın ve içkin tanrısallığı ile her şeyin bilgisine sahip olduğu gibi insanın yol göstericiliğe olan ihtiyacı da O’nun bilgisindedir. İşte yaratılışın hikmetine mebni olarak kulunu yalnız bırakmayan Allah inayeti ile vahyi yol göstericilik yapsın diye elçisi aracılığı ile göndermiştir. Böylece kul, vahyin ve elçinin yol göstericiliğine tabi olarak kendi istikametini belirleyerek kendi sorumluluğunu yerine getirmede bir imtiyaz sahibi olacaktır.
İlâhî irade her an meşieti gereği sürekli yaşama, varlığa, var oluşa ve olana müdahil olmaktadır. Hiçbir şey O’nun izni olmadan gerçekleşemez! Gerçekleşen her şey onun bilgisi ile gerçekleşmektedir. İnsana yeryüzü serüveninde verdiği imtiyazı gereği, yaşama müdahilliğine izin vermektedir. İyiye ve kötüye yönelik tutumlarının gerçeklik zemininde gerçekleşmesine izin vermektedir. Bu vesile ile insan kendisini gerçekleştirirken herhangi bir engel ile karşılaşmamakta ve buna karşılık olarak bir yükümlülük altına girmektedir.
Tarih boyunca insanın ilâhî rehberlik üzerinden yol yürüdüğü zaman ilâhî inayet ile yolunu doğru zeminde belirlemiş, istikametini sağlam tutmuş, iyiyi, güzeli, doğruyu, adaleti, ahlâkî olanı öne çıkarmış ve selamı yaşamın zemini kılmıştır. İnsan tabi ki beşer olması hasebiyle şaşar, yanlışa kapı aralar, yine ilâhî inayet ile ona tövbe kapısı açık tutulur, pişman olur vazgeçer ve bir daha aynı hataya düşmezse affedilerek yoluna devam etmesinin zemini güçlendirilir.
İnsan, vahye istinaden hayatını düzenler ve peygamberliğin örnekliğini temel bir örneklik olarak kabul ederek yaşamına değer olarak katarsa, Allah onu istikamet üzere daim kılar ve diğer insanlar içinde bir temsil/örnek kılarak öncü ve yakınlaştırılmış kul kılar.
İnsan, bilgi ile yaşamını sürdürür. Bu bilginin yol gösterici bir özellik taşıması anlamlı oluşuna işaret eder. İnsan sahip olduğu vahiy dışı bilgiler ile bir istikamet değil, anlık olay ve olgular karşısında ne yapması gerektiği konusunda bazı işaretler elde eder. Ama yaşamın anlamını belirleyecek bir istikamet ve yön tayinini yapması beklenmemelidir ki buna insanlık tarihi örnektir. İnsanın sahip olacağı bilgi sınırlı ve sayılı bir bilgi olmakla kayıtlıdır. İnsan kapasitesi ölçeğinde bilgiye sahip olabilir. İnsanlar kendi aralarında bile bilgi farklılığı yaşarken, yaşamı ve yaşamı kuşatan anlamı kavramaları beklenemez! İdrake konu edinse bile hangi eylemlerin onun bu idrakini bilgiye ve yol gösterici bir işarete dönüştüreceğine dair bir bakış sunamaz. Yani ilâhî bilgi, insanî bilgiyi aşan bir özellik taşır. Kuşatıcı ve bu yüzden istikamet belirleyici olma özelliği gösterir. Hz. Âdem’in (as) yaptığı hatadan dönmek ve arınmak için Cebrail aracılığı ile Allah’tan tövbe edebilmesini sağlayacak kelimeler istemesi buna işarettir. Allah ile kurulacak ilişkinin mahiyetini ancak Allah’ın bildirdiği bilgi sayesinde öğrenilebilir ve bu doğru bilgi olur. Yine Habil ve Kabil ilişkisinde Kabil’in kardeşini öldürmesi üzerine nasıl gömeceğine dair bir bilgiye sahip olmadığını biliyoruz ki bir kuş aracılığı ile cenazenin toprağa gömülmesi gerektiğini anlamıştır. Bu konuya dair daha başka bilgiler de paylaşılabilir ama meramımız açısından bunlar yeterli olur sanırım…
Yani insan, kendi dışında kendisi hakkında bir bilgiye sahip olduğunda doğru bilgiye sahip olabilmektedir. Bu doğru bilgi ise doğal olarak Yaratıcı Kudret olan ve varlığı yaratan Allah tarafından gönderildiği zaman bütün şek ve şüpheyi ortadan kaldıracaktır. İşte vahiy bu düzlem üzerinde insan açısından istikamet bağlamında zorunlu bilgiyi içerir.
Salt bilgi gönderilmiş olsaydı ve örnek olacak bir Elçi gönderilmemiş olsaydı, o bilgi gönderilmiş insanlar tarafından nasıl bir yoruma tabi kılınacağı açıklık kazanamayacağı için farklı yorumlar eşliğinde yeni bir kaotik zeminin kuruluşuna neden olurdu. İşte bu yüzden ilâhî inayet, ilâhî irade tarafından bilgiyi gönderdiği gibi bu bilginin uygulamada nasıl olması gerektiğini de apaçık bir şekilde belirginleştirerek insanlara örnek kılmıştır. Artık ortada ben anlamadım, ya da böyle anladım gibi yargılara yer kalmamaktadır. Kim bu yola tevessül ederse onu kurtaracak bir bilgi ve ilişki biçimi olamaz! Allah ahirette insanı hesaba çektiğinde insanın elindeki bütün mazeretleri almaktadır. İnsan bu temel gerçeği bilerek hareket etmelidir.
Vahiy ve nübüvvet ilâhî inayet ve iradenin bir temsiliyeti bağlamında ele alınmalı ve ulûhiyet ile bağı kurulabilinmelidir. Yani vahye insan eli değmediği gibi nübüvvete de insan eli değmeyecektir. Bu durumu peygamberin ağzından duyurmaktadır: “Din adına size söylediğim şey Allah’tandır, dünyanız ile ilgili kendi bakışımı sunduğumda ise bu konuda tercih sizindir.”, diyerek, nebevî kimliğin ilâhî boyutu ile dünyevî boyutunu güzel bir ayrıma tabi kılmıştır. Çünkü peygamber, kendiliğinden Allah adına bir söz söyleme cüretinde bulunduğunda onu şah damarından yakalayacağı kendisine bildirilmiştir. Ki bu bildirimde insanlar içinde bir ders yatmaktadır: Peygamberin din ile ilgili söylediği her şeyin kendisini de bağladığını ve aynı zamanda din ile ilgili kendi görüşünü dinin görüşü gibi sunmaktan kaçınması gerektiği konusunda ihtarı dikkate alması gerektiğidir.
Böylece vahiy ve nübüvvet ilâhî inayet ve ilâhî irade ile birebir ilişkili bir durumu işaret ettiği açıklık kazanmıştır. Resûl’ün örnekliğine yönelik, “O sadece bir elçidir/postacıdır, bize bilgiyi getirmiştir, sorumluluğu o kadardır.” diyen yeni modern yaklaşımların ne kadar sorunlu bir yaklaşım olduğunu ve din açısından kişiyi sorumlu kıldığını da görmemiz gerektiği bedihidir. Resûl dini anlatırken, yaşarken ve aktarırken hep ilâhî inayet ve ilâhî irade ile kayıtlıdır. Yanlış yapma imtiyazı yoktur. Böyle bir şeye tevessül ettiği andan itibaren zaten yok edilivereceğini en iyi o bilir. Kasti olmayan yoruma dayalı bir hata yapıldığı zaman uyarı bizzat vahiy tarafından yapılmaktadır. Bu olgu, peygamberi ilâhî inayet dışında tutmak gibi ilâhî tercihe şüphe ile bakmayı içereceği için mümkün olamayacak bir durumu işaret eder.
İnsan bilmeli ki istikamet ancak vahiy ve resûlün örnekliği ile sahih ve sahici bir karakter taşır. Anlam, ahlâk ve adaletin ikamesi, merhametin ilişkiler ağındaki ağırlıklı yerini alması da bu zeminde sağlanabilir. İnsanın yaratılmış varlık olması hasebi ile Yaratıcısı tarafından kendisine ikram edilmiş temsiliyeti başının üstünde kabul ederek istikametini sağlamlaştırması kendi lehinedir. Bu temsiliyetin iki saç ayağı olduğunu bilmelidir ki vahiy ve nübüvvet ayrılmaz bir bütünleşik ilâhî inayettir. Bu bütünlüğü kavramadan teslim olma doğru zemine kurulamaz!
Peygamberin ilâhî boyutu ile beşerî boyutu arasındaki denge ilâhî inayet ile sağlanmaktadır. Yani peygamber zaten ilâhî koruyuculuk altındadır. Bu gerçeklik onu diğer insanlardan ayrıştırmaktadır. Ama aynı zamanda diğer insanlarla ortak özelliği ise duyguları, bilme zeminleri vesairedir. Bu da bize insanın kendi başına kendi istikametini doğru bir zeminde inşa etme kapasitesinin olmadığını gösterir. Bu yüzden insan vahiy ve nübüvvet için ne kadar Allah’a şükretse azdır. Şükür için o kadar çok sebebi var ki insanın, hep bir şükür üzere olması onun kulluğunun nişanesi olmalıdır.
Bu temel gerçekliği yaşama geçirebilmesi için gerek şart: İnsanın tevazu ve şükür üzere bir yaşamı içselleştirmesidir. Tevazu, sınırlarını bilme ve ona göre hareket etmedir. Şükür, yoktan var edildiğini ve sahibi olduğu her şeyin kendisine verili olarak verildiğini bilme ve ona göre her daim şükür üzere olmadır.