Modern dönemde İslâm içerden ve dışardan farklı tahrik ve tahriflere maruz kalmıştır. İki yönlü bu taarruzun/yaklaşımın kökenleri, Hz. Peygamber (sas) sonrası peygamberlik iddiasında bulunan yalancılar dönemine kadar uzandığı düşünülürse; tüm bu tarihî ve modern tahrik ve tahriflere rağmen İslâm’ın iddiasının ilk günkü dirayeti ile sürmesi onun Hak olduğunun önemli göstergelerinden birisi olarak görülmelidir.
İslâm’a saldıranların ortak noktasını, peygamber ve peygamberliğin oluşturması hiç de tesadüf değildir. Dış ve iç odaklar bu konuda “vahdet” sağlamış durumdalar. Harici yaklaşımı bir yana bırakırsak, ülkemizde Peygamberliğe yaklaşımda iki tür hurafe içeriğine şahit olmaktayız:
- Geleneksel Hurafeciler
Bu yaklaşım/algı biçimi, dinin zor zamanlarda, yasaklı devirlerde varlığını korumak için oluşturduğu çeşitli savunmacı mekanizmalar ve söylemler üzerinden oluşturulan aşırı hassasiyetlerin, baskının geçmesiyle dinin aslından sayılması. Sözlü geleneğe yaslanan yanıyla kulaktan dolma bilginin zamanla yazıya dökülmesiyle, “Kitapta yazıyor” söylemiyle geçmişe dair her şeyin kutsiyet kazanması. Buna baskıcı iktidarların dinin yorumuna etkisi de eklenince, zalim yöneticiye dahi itaati yüklenen bir bakış açısının ortaya çıktığını görürüz.
Dindarlığın bu anlayışta kişisel ibadetlere ağırlığını verdiğini, siyasal ve sosyal alandan Hristiyan ve Yahudi anlayışla paralel olarak Mehdi bekleme pozisyonu aldıkları fazla dillendirilmeyen bahisler arasındadır. Korkulu anlayışla içine kapanan yapı kendini korumanın araçlarından biri olarak “yüceltilmiş peygamber” algısını kullanır. Korkutma misyonu yüceltilmiş peygamber algısıyla sunulur. Sindirilmiş korku eksenli din algısı Orta Çağ Katolik kilisesinin çileci yaklaşımı ile benzerlikler taşır. Bu anlayışta/yaklaşımda, bütün güzellikler geçmişte yaşanmıştır. Zamanın şartlarına aldırmadan, geçmiş hassasiyeti oluşturma çabası mubah alanları daraltarak mesuliyetin yerine geleceğine ait inanç, geçmişteki her sözü ve şekli kutsal görme eğilimini doğurur. Peygamberin biyolojik varlığı da değişik bir kutsiyetle ele alınır. Beşerî bütün özelliklerden tenzih edilen peygamberin sakalından bir tel varsayımı ile ziyaretlere açılan “sakal-ı şerif”ler ve benzer törenler birer ibadet değeri telakkisiyle yaygınlaştırılır. Bu dar grupta “Ehl-i Sünnet” anlayışı, son yıllarda “Ehl-i Sünnetçi” fanatik tavıra dönüştü. Kadınlarda ve erkeklerde “Ehl-i Sünnet Kıyafeti” tanımı hurafenin geldiği boyutu aynı zamanda dinin cefaya endeksli uygulamasını göstermesi açısından ilginçtir. Bu yaklaşımda, sünnet ve hadis algısının Kur’ân ile irtibatını arama sıhhatli bir çalışmanın konusu değildir. Hadisin sened ve menti üzerinden sahihlik araştırması, mevcut kriterlerin çalıştırılması söz konusu değildir. Yeter ki hadis külliyatında bir yerde geçmiş olsun, korku merkezli yaklaşımı besliyorsa kullanıma alınır. Ne var ki senedi ve metni yerinde Kur’ân ile desteklenmiş sosyal alanda mücadeleyi öngören hadisler, tahlile çoğunlukla konu edilmez. Hafızlık aşırı önemlidir ancak okunan Kur’ân’a ait, yaşanan hayata ait ilgi kurma devrede değildir.
Geleneksel hurafe anlayışı, peygamberi aşırı yücelterek farkında olmadan, onu ilahî sıfatlara kadar yükselterek; sevgi, merhamet, adalet bahsinden koparıp korku ve ceza kıskacına taşıyarak devreden çıkardılar. Hem de Hz. Peygamber’i (sas) aşırı “severek!” adına onu güzel örneklik ve doğallık boyutundan uzaklaştırdılar.
Efendimiz’in (sas) sahâbî ile olan ilişkisi hem rehber hem de dostluk boyutunu içinde taşıyan çok zengin bir yapıya sahiptir. Efendimiz ashâbıyla yemiş, içmiş, sohbet etmiş, onlarla şakalaşmış; gülümsemiş, yeri gelmiş üşümüş, acıkmış… Bütün beşerî özellikleriyle hayatın içinde çarşıda, pazarda, mescitte ama her zaman ve mekanda Allah’ın rızasını koruyarak yaşamıştır.
Neticede içinde fazla ölçüde hurafe barındıran, eksik hadis anlayışı ile kabuğu önemseyip İslam’ı şekle kurban eden, toprağa bağlı dönemlerin ilişkisini kentlerde korku üzerinden inşa etmeye çalışan çileci anlayış peygamberliğin ve Hz. Peygamber’in (sas) beşer vasfını pratikte yok ederek İslâm’ı da doğallığından itidal isteyen dengeden yoksun bırakmıştır.
- Modern Hurafeciler
İkinci grup modern hurafe anlayışını temsil eder. Birinci grupta olduğu gibi bu yaklaşımda da her statüde temsilci bulmak mümkün. Bu anlayışta ilkinin zıddı olarak peygamberliği, Hz. Peygamber’i (sas) devreden çıkarma ve oluşan boşluğa aklı yerleştirme gayreti hakimdir. Peygamberi -hâşâ- bir postacı gibi gören, vahyi bırakıp giden, içeriği konusunda önderliği ve örnekliğe yetki vermeyen anlayıştır. Bu grubu “nevi şahsına münhasır” olarak tek tek anlamak gerekir. Zira “akıl akılı beğenmez” özdeyişi gereğince her birinin insaf ve bilgisi, daha da etkilisi “aklı ölçeğinde” bir tutum benimserler. Birinci grup Batı’nın çileci Katolik anlayışı ile paralellik arz ederken, aklı merkeze alan ikinci grup Protestan anlayışın dinamiklerini benimser. Kant’ın “aklı kılavuzsuz kullanma” önermesi/önerisi ikinci grubun dolaylı ilkesi durumundadır. Bu bakış açısı geçmişi “bagaj/yük” olarak algılar. Bin dört yüz küsur yıl yaşayan insanların birikim, tecrübe ve akıllarını bir yana bırakarak gerçeği sadece kendisinin anlayabileceği konusu, her bir akılcı için geçerlidir. Mantığın tam değer görmediği bu tutumda, sünnetin pratik işleri sorulduğunda alınan ilginç cevaplar da o denli çeşitlidir. Namazın sünnet olmadan nasıl kılınacağı, zekâtın hangi üründen ne oranda verileceği, orucun nasıl tutulacağı ve benzer onlarca soruya verilen cevaplar “her aklın keyfine” göre ve bağlayıcı olamayacak niteliktedir.
– Âlemlere rahmet olarak gönderilen (Enbiya, 21/107)
– Ümmetine çok düşkün olan (Tevbe, 9/125)
– Heva ve hevesinden konuşmayan (Necm, 53/3)
– Güzel örneklik taşıyan (Ahzab, 33/21)
– Yanlış yaptığında şah damarının koparılacağını bilen (Hakka, 69/46)
– Şahid, müjdeleyici, uyarıcı olan (Ahzab, 33/45)
Kur’ân’da zikredilen bu âyetlerden sonra Peygamberi devreden çıkarmak mümkün olabilir mi? Şüphesiz onun varlığını kabul ediyorlar ancak sünnetini yani rehberliğini kabul etmede zorlanıyorlar. Bilgiyi açıklayan, pratiğe aktaran olmazsa din nasıl anlaşılabilir? Kur’ân’ın icazını kim yapacak? Buna peygamberden daha layık kim olabilir? Modern hurafeci akıl, Kur’ân’ı metne indirgeyerek üzerinde aklının el verdiği oranda yorum çıkarmaya kendini tek yetkili görüyor. Kendine, akıldan başka mahareti olmaksızın verdiği yetkiyi, her an tabiri caizse yanlışı düzeltilen vahyin dinamik yönlendirmesi ile açıklama yapan Peygambere vermiyor. “Kur’ân bize yeter!” sloganı ile postmodern dönem gençliğine hitap eden, kısmî kabul gören temsilciler metod, usûl ve hükme dair bütün disiplinleri reddederken yine büyük bir mantık hatası ile her müşkillerinde ihtisas sahiplerini bularak ona o konuda teslim oluyorlar. Hz. Peygamber’in (sas) görevinin vahyi getirip çekilmek olmadığını, yine “Kur’ân bize yeter!” diyenlerce nasıl algılandığı merak konusudur.
“Nitekim aranızdan size bir peygamber gönderdik. O size âyetlerimizi okuyor, sizi arıtıp temizliyor, size kitabı ve hikmeti öğretiyor; yine size daha önce bilmediklerinizi öğretiyor.” (Bakara 2/151)
Modern gruba postmodern demek daha isabetli olur. Hayatı bulanık mantık üzerinden izafiyete tabii tutan anlayışın etkisindeki grubun aynı algının tesirinde Kur’ân’ı anlama çabası tesadüf olarak algılanamaz. Tarihselci yaklaşımla ilkelerden kimini geçmiş tarihte geçerli görerek, kimini “bilimciliğin” yaklaşımı ile ele alarak aklın taşıdığı zaafların yansımasına kurban vermek; merkezsiz, oynak, kişiye özgü meşruiyet alanı açmaktadır. Çileci din algısına tepki olarak doğan Protestan anlayışın daha dünyevî vurgusu bu yaklaşımın eğilimini taşır. Batı ile iyi geçinmenin ötesinde, kendinden kaçan, Batı’ya karşı kompleksli bir bakışla öykünme içinde yer alan modern hurafecilik birinci grubun aksine kolay, emek de istemeyen tarzı ile gençliğin ilgisine muhatap oluyor. Çoğunun Kur’ân bilgileri meal üzerinden ve kendi yorumlarına dayanır. İslamî ilimler tahsiline, Arapça bilme zahmetine girmezler. Peygamberin misyonunu hangi vasıfla yüklendikleri anlaşılır değildir. Batı’da cari olan özne metafiziğinin tanrıyı akla taşıyan ve dolayısıyla “en özgürlükçü tanrı” yarışması etkisinde yaptıkları yorumları birbirlerine kabul ettiremedikleri halde, peygamberin rehberliğini kabul edenleri şirkle suçlayacak kadar ileri gitmelerinde saklı duran itici gücün izafiliği endişe vericidir. İbadet noktasında da her biri farklı ve yine keyfi bir tutum içindedir. Namazı Allah’ı (cc) anmak olarak görüp birkaç defa tekrarla zikirle namazı kıldığını belirtenden, her vakit kılmanın gerekli olmadığını söyleyenlere kadar çeşitlilik mevcuttur.
Peygambersiz Din Yaşan(a)maz!
İslâm’ın öncü medeniyet konumundan düştüğü devirlerde, günümüzde olduğu gibi merkezin flulaşması, ulemânın önderlikten düşmesiyle pek çok sapma ortaya çıkar. Günümüzde ortaya çıkan kişisel ve grup sapmaları anlatılanın fevkindedir. İletişimin sağladığı kolaylığın tesiriyle bahse konu hurafelerin temsilcileri sosyal medya üzerinden önemli oranda paylaşım gerçekleştiriyorlar. Meselenin diğer boyutunda bu “keyfe göre” duruma karşı denetim sağlayacak bir oluşumdan bahsetmek olası değil. Osmanlı’da böylesi yapıları denetleyen Meşayih Meclisi vardı. Daha acı olan ülkemizde İslam’ı; devlet, grup, kurum etkisine aldırmadan, Batı merkezli bilgi anlayışına itibar etmeden ortaya koyacak bir yapıdan mahrumuz. Aslında bütün sıkıntıların kaynağı burada saklı. Doğruyu ortaya koymak yerine sayısız “olmaz” ile uğraşmak durumundayız. Ele aldığımız ikinci yaklaşımın peygamberliğin rehberlik boyutunu ilga eder mahiyette olduğu görülür. Biri beşerî vasıflardan arındırıp melekleştirerek, diğeri elçinin yerine aklı koyarak onu devreden çıkarır. Aklı önceleyenlerin tezine bakılırsa sanki peygamber, Allah’a (cc) rağmen karşı fikirler üreten, aklı kullanmayı yasaklayan bir tutum içindedir. Tam tersine, “akletmez misiniz?” vurgusuyla gelen âyetleri peygamber getirdi. Vahyin tamamlanması peygamberin âyeti okutması, belletmesi, uygulamasıyla ilahî iradenin müdahalesine açık olarak oluştu ve din tamamlandı. Bir başka ifadeyle vahiy peygamberle “hayat” olma vasfını da kazanmış oldu. Kur’ân ifadesi aynı zamanda uygulama safhasını da içine alan “Oku!” emriyle başlayıp Hz. Muhammed’in (sas) son nefesiyle mühürlenen dönemi, zamanın anası kabul ederek, sonraki dönemlerde yeni şartlarda, yürüyen usûl sayesinde âlimlerin içtihadları ile muamelât kısmının sürmesi sağlanır.
Bu durumda “vasat ümmet”, denge üzerinde yürümek ana çizgi olarak merkezi konumunda varlığını sayısız sapma karşısında göstermek sorumluluğundadır. Günümüzdeki sıkıntı bu ana damarın sessiz kalması, tehlikenin farkında olmamasıdır. Ortaya çıkan iki sapma, bu dengeli yapıya saldırı ile kendini var kılıyor. Biri mübah alanı daraltırken diğeri haramlar alanını daraltıyor. “Aklın peygamberliği/önderliği” arzulardan bağımsız olamayan konumuyla fıkhın devre dışına çıkmasına öncülük ediyor. Fıkhı olmayan, helali haramı olmayan bir dinin cari hayata karşı sözü de olmaz; varlığı da tartışmalı hale gelir. Hristiyan ve Yahudiler, Allah’ın (cc) oğlu olarak tanımlamalarıyla peygamberlerinin beşer özellikleriyle beşere olan örnekliklerini yok ettiler. Aynı tehlike günümüzde İslam’ı tehdit ediyor. Sorunları Allah’a (cc) ve Resûlü’ne götürün diye öğütleyen âyetler çok açıktır ki Kur’ân ve sünneti kast ediyor. Sünneti çıkarırsanız peygamberi ilga etmiş olursunuz. Peygambersiz din bir kültür ögesi durumuna düşer, bağlayıcılığını yitirir ve zamanla devreden çıkar. Diğer taraftan modern ve geleneksel yaklaşım bir kimlik inşa etmekten uzaktır. Geleneksel grup korkulu yaklaşımla içine kapanırken mekâna ve zamana söz söylemenin uzağında bulunur. Geçmişi aynı şartlarla değiştirmiş tarihin akışına terstir, fıtratla uyum içinde değildir. İki yaklaşım da cari olan dünya ile yüzleşme kabiliyetinden yoksundur. Gelenekselciliğin içine kapanıklığı kaçışı temsil ederken modern yaklaşım eklemlenme konumunu aşma cesaretinden yoksundur. İki yaklaşım da umut sunmanın uzağındadır. Düşünce üretme kapasitesi özgür olmanın yanında özgün olmayı da gerekli kılar. Bu iki anlayış geçmişi komplekssiz değerlendirme ve aynı yaklaşımla geleceği inşa etmenin imkânlarını yaptığı tercihle elinden kaçırmıştır.
“Orta Yol” yaklaşımı reaksiyoner değildir. Geçmişle gelecek arasında sağlıklı düşünsel köprü kurma potansiyeline sahiptir. Merkezi konumda aksiyoner tutumla geçmişi birikim ve tecrübe görerek geleceği aynı akışın tarih bilinciyle devreye alır. Adil ve merhametli uygulama ve çabaları onaylar ve geliştirir. İnsanı kurumlardan, her türlü yapıdan, yapılanmadan öne çıkarır. İslâm her mekânda, her zamanda ve her insanı davete muhatap kılan evrensel değerleri içeren yegâne dindir. Bu ilkelerin ışığında yeni koşulların gereğini yapmak üzere sahip olduğu usulleri devreye almak düşüncel üretime durur. Bu yürüyüşün önderi, örneği; en sevileni Efendimiz, Hz. Muhammed’dir (sas). Ancak onun yolunda ve onunla yürüyebilenler iki dünyayı ihya edebilir.