İnsan bu dünyaya belli bir zaman diliminde ve belli bir mekânda gelir. Hiçbir dâhilimiz ve irademiz olmayan mekân ve zaman konumlamamızla dünya hayatı serüvenimiz başlar.
İnsan çok donanımlı bir canlı olarak varlıklar ve canlılar âleminin merkezindedir. Onu kuşatan makro âlem olan evren ile içinde bulunduğu mikro âlem arasında; gözlemleyerek, aklederek, okuyarak, eskilerin bilgeliğinden ve vahiy bilgisinden yararlanarak: zihni, kalbi ve ruhi gelişimini sağlamaya çalışır. Akıl ona yön verirken, vahiy ona kılavuzluk eder. Allah’ın yaratışı acısından baktığımız zaman bütün zaman ve mekânlar kutsaldır. Bu varlıklar arasında Allah kendisinden bir kutsiyet vererek insanı farklı kılmış ona; akletme, anlama ve isimlendirme yetkinliğini vermiştir.
İnsan bu âlemde Allah’ın halifesidir. Bununla beraber insan yaşamını belirli bir mekân ve zamanla sınırlandırmıştır. Ona faniliğin mührü vurulmakla beraber onda ebedileşme isteği ve baki olana kavuşma özlemi de yaratmıştır Bulunduğu zamanı ve mekânı aşmaya çalışan insan bunu başarmak için alet ve teknoloji, bilim ve felsefe geliştirmiştir. İnsan; duygu ve düşüncelerini, ülkü ve hedeflerini gelecek nesillere aktarmak için edebiyat ve sanatı, mimari ve felsefeyi, müzik ve tarihi kendisine anlama ve anlamlandırma, olma ve oldurma süreçlerinde bir araç olarak kullanmıştır.
İnsan kendisi için yaptığı şeylerde günlük ihtiyaçlarını karşılarken, Rabb’ine adadığı şeylerde sürekliliği aramıştır. Kendisine ev yapan insan bunu çevresindeki erişilebilir en kolay malzemeler olan toprak ve ağaçtan yaparken, tanrıya adadığı şeylerin daha sağlam ve kalıcı olmasını gözetmiştir. Mermer ve kayaları kullanarak olabilecek en görkemli ve sanatlı eserleri ona adamaya çalışmıştır. Bu yapılar ile kendisi ve gelecek, dün ve bugün arasında bir süreklilik sağlamayı öncelemiş, kendi nesilleri arasında devam eden bir hikâye oluşturmaya çalışmıştır. Zamanın geçiciliğini ve yıpratıcılığını mekâna kondurduğu insan yapımı devasa binalar ile ebedileştirmeye çalışmıştır.
İnsan Çağının Şahididir
İnsan bir taraftan zamanı aşan şehirler ve binalar inşa ederken bir taraftan da zamanı aşan sözler söylemiş. Bunlar atasözleri ve deyimler, şiirler ve destanlar halinde oluşturmuştur. Bu yazılı anlatı geleneği günümüzde roman ve hikâye formlarında edebi bir üslupta devam etmektedir.
İnsan çağının şahididir, çağının çocuğudur. Bir taraftan bugünün sosyal, siyasal, ekonomik, kültürel değişimini anlamaya çalışırken dünün bilgisinden de yararlanmak ister bunun için de birçok yöntem ve bilim geliştirmiştir; tarih, arkeoloji, antropoloji, gibi… Bir taraftan da gelecek ile ilgili öngörülerde bulunmak, tahminler yapmak için geleceği planlamaya çalışır istatistik ve veri bilimi, meteoroloji ve jeoloji, sosyoloji ve ekonomi gibi bilimleri kullanır.
Zaman ve mekân ekseninde korku ve umut arasında var olmaya çalışan insan yaşadığı çağın tanığı olarak etrafında olup biten her şeyden etkilenir ve olan şeylere de etki yapmaya çalışır. Hem özne hem de nesne olarak yaşamın içerisinde olan insan ilgi ve etki alanları içerisinde var olmaya, üretmeye, anlamlı olmaya çalışır. Kendisi ve kendinden sonrası için kaygıları ve ümitleri olan insan çeşitli ekonomik ve sosyal organizasyonlar içerisinde olarak yaşadığı çevreyi dönüştürmeye, form vermeye çalışır; devletler, şehirler, organizasyonlar kurar.
Zamanı Aşan Şehirler
Her şehir yaşadığı zamanın şahididir, zamanının insanının eşya ve doğaya verdiği anlamı, onu kullanma biçimini, sanatını ve kültürünü bize söylerler. Mekke, Medine, Kudüs her zaman bizim coğrafyamızdaki medeniyet ve kültür kurucu şehirlerin öncüleri olmuştur. Onları izleyen Semerkant, Buhara, Bağdat, Kurtuba, Granada, Kahire ile daha sonraki asırlardaki onları izleyicileri olan şehirler; Diyarbakır, Erzurum, Kayseri, Edirne, Bursa ve İstanbul hep aynı kervanın farklı zaman dilimlerindeki kardeşleri olmuştur.
Zamanı aşan şehirler vardır onlar çağının tanıkları, şahitleri olarak bize çok şey söylerler ve anlatırlar. Onlara bakınca kaybettiğimiz bütünlüğü, birliği ve kardeşliği; sanatta geldiğimiz yeri, yitirdiğimiz hikmeti ve estetiği görürüz. Şehirlerde insanlar gibi, doğar, büyür, terk edilir ve ölür. Zamanın şahitleri olup yılların yıpratıcılığına direnen kadim şehirler bugün dahi bize dünün bilgeliğini söyler, yaşam hikâyelerini fısıldarlar; bizleri inşa eder, onarırlar.
Şehirler her daim medeniyet taşıyıcıları olmuştur. Şehirleri zamana karşı dirençli kılan binaların ve alt yapının mükemmelliği olduğu kadar orada yetişen bilge ilim adamlarının kurduğu okulları ve düşünce ekolleri olmuştur. Atina’dan Bağdat’a, Granada’dan Konya’ya kadar şehirler yetiştirdikleri âlim ve irfan sahibi insanlar ile anılmıştır. Bazen bu hikmet sahibi insanların söz ve eserleri zamanın yıpratıcılığı karşısında yaşadıkları şehirlerden daha kalıcı olmuşlardır. Sokrat, Gazzâlî, İbn Haldûn, Mevlânâ gibi onların isimleriyle şehirleri şereflenmiş, zamanı aşmışlardır.
Hikmet, İmar ve İhsan ile…
Çağımızın şahitleri müminler olarak etrafımızda olup giden hiçbir olaya kayıtsız kalamayız. “Mümin insan” olmanın hassasiyet içerisinde yeni bir dünyanın inşasına; yeni bir kavramsal dünyanın anlatısına ihtiyaç olduğunu fark ederek, hayata müdahil olmalı, teklif sahibi olmalıyız. Bunun için de kadim insanlık geleneğimizden gelen “hikmet”, “imar” ve “ihsan” kavramlarını temel alan yeni bir söylem dilinin geliştirilmesine çalışmalıyız.
Burada “hikmet”i bilgiyi de içine alan üst düzey bir anlama ve anlamlandırma süreci olarak anlamalıyız. Bilginin bir sürü aşaması var; veri, malumat, bilgi, seziş, farkındalık, geniş bakış açısı ve bilgelik. Bilginin en üst basamağında olan hikmeti aramalıyız; çağın şahidi olarak, teklif ve uyarı sahibi vicdanlı ve merhametli, sorumlu ve hikmeti ehli insanlar olmalıyız.
Bilginin insanîleştirilmesi ve topluma kazandırılması önemli konulardan birisidir. Bilginin hikmet aşamasına gelmesinde insanın kendisini, toplumu, çevreyi ve geleceği görmesi vardır. Hiçbir değer insan hayatından daha önemli değildir. Hiçbir değer insanın sevincinden, gözyaşından daha anlamlı değildir. Hikmet ile insana ve doğasını anlamaya çalışmalıyız. Bunu hayata ve insana dokunan tasarımdan ürüne, hayalden tasavvura, sezgiden gerçekliğe giden yolculuğun her aşamasında gözetmeliyiz.
Diğer bir kavram da “imar”dır. İmar kavramı bildiğiniz gibi mamur etme, inşa etme, bayındır yapma, geliştirme anlamına gelir. İmar faaliyetlerinin en üst düzeyde ve genişlikte tezahür ettiği alan yaşadığımız mekân ve şehirlerimizin inşa süreçleridir. Şehirlerimizi bizden sonraki nesillerin de hakkını koruyacak şekilde mamur ve erişilebilir, mütevazı ve kolaylaştırıcı, buluşturan ve toparlayıcı mekânlar olarak imar etmeliyiz.
İmar faaliyetlerimiz sürdürülebilirlik ekseninde devam etmeliyiz. Sürdürülebilir büyüme, üretim ve tüketim ile yaşanabilir bir hayatı inşa etmeliyiz. Dünyamızı atalarımızdan aldığımız bilgelik, bugünün bilgisi ile yaşanabilir, hayatı da katlanabilir kılmalıyız. Yekdiğerimizi fark ederek; onun biricik olduğunu bilerek ve inanarak, ilişkilerde kucaklayan ve buluşturan olarak insanlara empati, muhabbet ve hürmetle bakmalıyız.
Bu kavramların üçüncüsü de “ihsan”dır. İhsan çok katmanlı bir kavramdır. İnsani anlamda merhametli ve cömert olmak, verici ve paylaşımcı olmak, bağışlayıcı olmak, zekât, hayır ve hasenatta bulunmak; vakıf ve hayır kurumları kurarak topluma ve gelecek nesillere katkı sağlayacak güzel işler yaparak, hayatı yaşanabilir kılan ihsan sahibi insanlar olmalıyız.
İhsanın bizim gönül ve inanç dünyamızda başka bir anlamı daha vardır; sen Rabb’ini görmesen de O seni görüyormuş gibi hayata katılmak; edeple, huşuyla, sevgiyle yaşamak. Bunu yalnız başına ibadet olarak değil, hayata bütüncül olarak; anlamlı ve bilgece, sorumlu ve katılımcı olarak bakmalıyız.
Bizim için iman ve amelimiz bir bütündür. İkisi birbirini besler. İnsanlarla ilişkilerimizde adil, dürüst, sabırlı, mütevazı ve merhametli olmalıyız; bunu sürdürülebilir kılacak sosyal, ekonomik, kültürel ve ahlaki çevreyi inşa etmeliyiz.
Şahit, Müjdeci ve Uyarıcı Olmak
Müminler olarak “Şahit, Müjdeci ve Uyarıcı” olmalıyız. Rabb’imiz Ahzâb sûresinin 45. âyetinde Peygamberimiz’i (sas) bu vasıflar ile tanımlamıştır. İnsan olarak yaşadığımız çağın ve olaylarının “şahit”leriyiz. Tarihimizde yaşanan başarı öykülerini anlatarak bugün birbirimize moral, motivasyon verebilir, hamaset yapabiliriz. Asıl olan bugün, bu zaman ve şehirde yaşayan insanlar olarak; ülkemizin kalkınma ve büyüme sorunlarına, iş yerlerimizde yaşanan üretim ve adil paylaşım sorunlarına, eğitim ve istihdamın arttırılması sorunlarına, sağlıklı ve huzurlu şehirlerde yaşama, imara ve konuta erişim sorunlarına duyarlı, sorumlu ve teklif sahibi insanlar olarak yaşamalıyız.
“Müjdeleyici” bir dile sahip olmamız lazım. İlişkilerimizde ve söylemimizde inşa edici olmalıyız, iyi haber veren, doğruyu ve güzeli teklif edenler olmalıyız, faaliyet ve projelerimiz ile hayata anlamlı katkılarda bulunmalıyız. Kendimizi bilgi ve beceriyle donatmalıyız; hikmet, imar ve ihsan anlayışı ile kendimizi donatmalı, müjdeci ve yapıcı, iyi haber verici olmalıyız. Peygamberlere verilen en büyük vazifelerden birisi de müjdeci ve kolaylaştırıcı olmaktır.
Yalnızca müjdeli haberler vermek yetmiyor; gerektiği zamanda “uyarıcı” ve “hatırlatıcı” olacağız. Toplumda yanlış, yalan ve kötü giden ne varsa ona karşı da vicdan ve akıl sahibi insanlar olarak sorumluk makamındaki kişileri uyarmalıyız. Yaşadığımız tüm olumsuzluklara karşı bir uyarı, bir hatırlatma dili geliştirmeliyiz; söylenen değil söylem ve teklif sahibi insanlar olmalıyız.
İyinin yanında olduğumuz kadar kötünün de karşısında durabilmeliyiz. Herkesin sustuğu ve kötülüğü görmezden geldiği bir zamanda feraset, basiret ve cesaret sahibi insanlar olarak hakikatin dilini inşa etmeliyiz. Geç olmadan bugün söylemeliyiz, korkmadan en doğru olanı usulünce ve edebince bize yakışır şekilde söylemeliyiz. “Bizi uyaran olmadı uyarılsaydık belki düşünürdük.” diyenlerden olmamak için doğru söze kulak kabartmalıyız.
İnsanı canlı kılan özelliklerden en önemlileri duyarlılıklarının, algılarının ve bilincinin açık olmasıdır. Bir doktora gittiğiniz zaman doktorun ölçtüğü şeylerden birisi reflekslerimizin normal olup olmadığı, algılarımızın acık olup olmadığıdır. Hasta kendine yardımcı olabilir mi? Dış desteğe ihtiyacı var mı? Yatarak mı tedavi edilmeli yoksa ayakta mı? İlaçla mı tedavi edilmeli yoksa ameliyatla mı? Sağlıklı bir gözlem ve tetkiklerden sonra tedaviye hastanın kendisine göre devam edilir. Normal bir insan bu sorulara ve tetkiklere cevap verir ve sürekli çevresiyle etkileşim halindedir. O insan olma halini üzerimizde gerçekleştirmemiz gerekir; iyileşmek için kendimize inanmamız ve yardımcı olmalıyız.
Düne Saygı, Bugüne Adâlet, Geleceğe Miras
Düne saygı, evet düne saygı duymamız gerekir; çünkü geçmişte bu ülkede yapılmış çok güzel şehirleşme örnekleri yapıldı. Özellikle Safranbolu’ya Göynük’e gittiğimiz zaman, özellikle İstanbul’un o eski nadide semtlerine gittiğimiz zaman, şehir inşa edilirken insanların komşuluk ilişkilerini, birbirlerinin gölgesine ve güneşine gösterdikleri hassasiyetlerine baktığımız zaman dünde gerçekten güzel şeyler yapılmış, oralarda adeta kaybolmuş yitiklerimiz var onları algılamalı ve sahip çıkmalıyız. Aynı zamanda dünü bugüne taşırken düne yine saygı duymamız lazım. Tarihi ve kültürel mirasımızı onları yaşayan bir unsur olarak, kullanılan bir mekân olarak bugünkü neslin kullanımına sunmalıyız; bu anlamda düne saygı.
Bugüne adâlet, bugün gerçekten adâlete ihtiyacımız var. Adâlet hayatın kendisine yaşarken dokunur, iyileştirir, onarır, buluşturur, güven ve huzur verir. Bugün sağlıklı ve sürdürülebilir bir yaşam için adâlete ve adil gelir dağılımına, sosyal barışa ve karşılıklı saygıya ihtiyacımız var. Konuta erişim ekonomik olmalı ve insanı borç yükü altında ezerek onurunu kırmamalıdır. Bugün halkımız konut kredileri altında ezilmekte, oluşabilecek bir ekonomik kriz ve işsizlikte evini ve birlikte izzetini kaybetme endişesi içinde yaşamaktadır. İnsanlar ailelerinden uzaklaşmakta, aile içi şiddet artmakta, aileler parçalanmakta, boşanmalar her geçen yıl çoğalmaktadır. Dolayısıyla adâletsizliğin getirdiği; özellikle gelir adâletsizliğinin meydana getirdiği yapı içerisinde konutlara erişilebilirliğin kılınması lazım. Bir insanın bir konuta 15-20 yılını ipotek ederek sahip olması insan hakları ve onuru açsından irdelenmesi gereken bir durumdur. Dün konuta çok rahat erişebiliyorduk. Dün yuvamız olan konut, bugün yatırım aracına dönüşerek huzurumuzu kaçıran bir ekonomik araca dönüştü. Bugün yaşanan kiracı ev sahibi çatışmaları toplumsal barış ve huzurumuza zarar vermektedir.
Geleceğe miras, kentsel dönüşümü yapıyoruz, yeni şehirleri kuruyoruz, geleceğe hangi şehirleri ve yapıları miras bırakacağız? Gelecek nesiller bu şehirlerden geçtiği zaman, dün yaşayan insanlar şu hassasiyetler ile bu kentleri yaptı, bu binaları inşa etti, bu mekânları üretti, bu anlayış, bu felsefe, bu kültür içerisinde, bu nezaketi, bu zarafeti, bu inceliği mekâna ve yaşam alanlarına işlediler diyebilecek miyiz? Yoksa hırslarıyla, tamahlarıyla daha çok kazanma istekleriyle, yarış ve gösterişleriyle birbirlerinin gölgelerini de engellediler, birbirlerinin yeşil alanlarını daralttılar, doğayı tahrip ettiler, şu canlı türlerini yok ettiler, denizi doldurdular, nehirleri daralttılar mı diyecekler. Tabiat, insan ve değerlerimiz arasında geleceğe neyi miras olarak bırakacağız ve yeni nesiller bizden ne öğrenecekler.
Şahit, müjdeci ve uyarıcı olmayı içselleştiren insanlar olarak hassasiyet, ciddiyet ve yüreklilik ile yaşadığımız zamana ve olaylara tanıklık etmeli, şahitler olmalıyız. Yaşadığımız şehir, bölge ve ülkedeki bütün oluşumlara karşı duyarlılıklarımızı yüksek tutmalıyız. Mekânlarımızı yaşadıkları zamanın tanıkları olarak geleceğe taşımalıyız. Bunu şehirleşmeden edebiyata, kültürden sanata kadar her alanda gerçekleştirmenin duyarlılığı ve sorumluğu içerisinde olmalıyız.
Bu kavramsal zenginlik içerisinde yaşadığımız dünyanın şahitleri olarak sorumlu ve vicdanlı, erdemli ve ahlaklı bireyler olarak çağa, insana, olaylara ve ilişkilere her anlamda duyarlı, teklif sahibi insanlar olarak müdahil olmalıyız.